Sinema

Feminizmi Bulanık Sularda Aramak ve Miike

Audition1

Nalan Akpınar

Kadınların intikam alma ihtimalinin kabusa dönüştüğü bir film Audition (Seçmeler). Öyle korkunç bulunmuş ki The Guardian’ın “Tüm zamanların en korkunç filmi” sıralamasında ilk 25’e girmiş.* Giriş paragrafına şu sahneyi alalım: Ayakları bir kadın tarafından kesilmiş bir erkek. Dili, bir kulağı ve sağ elinin üç parmağı da kesilmiş. Çıplak, saçları uzamış, kirli bir halde kaba kumaştan bir çuvalın içinde yaşıyor. Köpek maması kabından, kadının kusmuğuyla karnını doyuruyor.

Filmin yönetmeni Takashi Miike ile yapılan bir röportajda yönetmen şöyle diyor: “İngiliz izleyiciler Audition ile benim çok iyi biri ve iyi bir feminist olduğumu düşünürlerken, diğer izleyiciler kadın düşmanı olduğumu varsaydılar”.** Bu cümlesinde İngiliz izleyiciler yerine bazı izleyiciler dese daha haklı olurdu.

Bir eseri izlerken veya okurken, sanatçının feminist olup olmadığını değerlendirirken buluruz kendimizi. Eğer sonuç pozitif ise ona kalbimizde ayrı bir köşe ayırır, arkadaşlarımızla paylaşmak isteriz. Çoğu zaman riske girmeyip, örneğin bir kitapçıda “Çok Satanlar” raflarına burun çevirip feminizm rafları ararız. Oysa çok az sayıda da olsa bazı kitaplar hak ettikleri halde cafcaflı raflardan inip, kıyıda köşede kalmış feminist kitaplar arasında yerlerini alamazlar. Böyle bir kitapla karşılaşınca duyduğumuz şaşkınlık, paylaşma isteğini artırır. Miike konusuna devam etmeden önce burada bir benzetme yapmak istiyorum. Oldukça popüler olan, çok satan “Ejderha Dövmeli Kız” serisi, kaymaklı ekmek kadayıfı kadar lezzetlidir. Herhangi bir okur bu seride sadece ekmek kadayıfı tadını alırken, feminist bir okur kaymaklı olan lezzeti hisseder. Ve şunu merak eder: Çok okunduğuna göre bazı zihinlerde bir dönüşüm yaratmış mıdır?

Share Button

Best-Seller’da Yeni Model: Just in time!

womenfifty

Aksu Bora

Grinin 50 Tonu, sevgililer gününde vizyona girdi. Fragmanı tıklanma rekorları kırmıştı zaten. Sırf bizde değil, ABD’de de. Avrupalılar seks mevzunda da hayranlıkta da daha cool’lar sanırım, sarkastik birkaç haberle yetindiler. Film üzerine bir şey söylemeyeyim, herhalde şu ana kadar Dakota Johnson’un berbat oyunculuğu, sevişme sahnelerindeki reklam estetiği, Jamie Dornan’ın Christian Grey için çok genç ve masum olduğu… üzerine binlerce şey okumuş ya da dinlemişsinizdir. Beni daha çok ilgilendiren, romanın üretim biçimi. Gelin seks dosyasına biraz ekonomi politik de ekleyelim…

Romans, çok satan romanlar içinde her zaman çok büyük bir yer tuttu; edebiyat okurlarının önemli bir bölümünün kadın olduğunu düşününce, bunun beklenebilir bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Çok satan romansın kraliçesi, uzun bir dönem, tartışmasız biçimde, Barbara Cartland’dı. 1920’lerin başından itibaren yazdığı yedi yüzün üzerindeki kitapla, kendisini bir seri üretimci olarak adlandırabiliriz herhalde. Ford’un T modeli gibi, yirminci yüz yıl boyunca devam eden, herhangi bir yazarın hayal bile edemeyeceği boyutta bir üretim. Ölümünden sonra yayınlananları da düşünürsek, tam yüz yıl, dile kolay! Ford’un bant sistemi gibi, Cartland’ın da üretimin çeşitli aşamalarında çalışanları vardı. İsimsiz yazarlar, diyalogcular, kalıpçılar, son ütücüler… Böylece, kadın kuşakları, Cartland fabrikasının altı ya da yedi kalıptan ibaret ürünlerini tüketebildiler. Cartland’ın en verimli dönemi 1970’lerdi; yılda ortalama beş kitap! 1970’lerin ikinci yarısıyla birlikte, romans türünün en önemli yayıncılarından biri olan Mills and Boon’la ortaklık kuran Harlequin yayınları, Cartland’ın çok tutan bu kalıplarını dizi isimlerine dönüştürdü (1) ve ABD başta olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde, pek çok dile çevrilen kitaplarını pazarladı. Bu, milyonlarca tüketici demekti. Ve yüzlerce yazar. Ve milyonlarca dolar. Önceleri İngiliz olmayan yazarlar istisna iken (mesela Nora Roberts’i “daha yeni bir Amerikalıyla sözleşme yaptık, dursun hele” diye reddetmişlerdi!) 1980’lerle birlikte çok sayıda Amerikalı kadın yazarla çalışmaya başladılar. Bugün romans piyasası, büyük ölçüde Amerikalı yazarların elinde. Bunun romanların içeriği üzerindeki etkileri başka bir yazının konusu olsun.

Farklı renklerde ve farklı kapaklarla – ama aynı logo ve boyutla basılan bu kitaplar, tıpkı fast food zincirlerinin yaptığı gibi, tüketiciye tam olarak neyle karşılaşacağını söylüyordu (2). O kadar ki, sayfa sayısı, kadınla erkeğin kaçıncı sayfada karşılaşacağı, gerilimin kaçıncı sayfada zirve yapıp ne zaman çözüleceği… belliydi. Sürprize yer yoktu: “Harlequin Heartwarming, sizin için öylesine önemli olan geleneksel değerlerle, yuva, aile, topluluk ve aşkla dolu içe dokunan ilişkilerle kalbinizi ısıtacak”… Ya da, “küçük kasabaları ve kovboyları seviyorsunuz! Harlequin American Romance, sıradan kadınların aşkı bulmalarının, bir ailenin ya da topluluğu parçası haline gelmelerinin, hatta belki de kendi ailelerini kurmaya başlamalarının iç ısıtıcı hikâyelerini anlatıyor…” İşletme literatüründe “ürün çeşitlendirmesi” denen şey. Hem markanın güvencesi altında, hem tüketicinin çeşitlenmiş talebine cevap verebilen geniş bir yelpaze. Ve elbette satış rakamlarının katlanarak büyümesi.

Share Button

Anlatılan Kimin Hikayesi- İki Gün Bir Gece

TwoDays-oneSheet

Fatoş Usta

Belirlemek, yadsımaktır.
Spinoza

Kişisel çıkarın, ekonominin ve piyasa mekanizmasının esas varsayımlardan biri kabul edildiği klasik iktisat, çıkar-fayda kavramları üzerinden kendi “insan” tanımını yapar. Herhangi bir üniversitede okutulan temel iktisat kitaplarına göz atıldığında, toplumsalın vurgusunu yapabilecek tek bir başlık belki bulabiliriz; o da Hasan Bey’e yardım edince daha yüksek bir tatmin düzeyi elde eden Ahmet Bey’den başkası değildir.

“Ahmet Bey’in, Hasan Bey’in yaşam standardını bir mal gibi algıladığı ve Ahmet Bey’in tatmin düzeyinin Hasan Bey’in yaşam standardından etkilendiği varsayılmıştır. Bu varsayım, Ahmet Bey’in Hasan Bey’e gelirinin bir kısmını bağışlayarak daha yüksek bir tatmin elde edebileceğini içerir.”

Dardenne Kardeşler, son filmleri İki Gün Bir Gece’de (Two Days One Night) filmografilerine yabancı olmayan bir konuyla devam ediyorlar. Psikolojik sorunları nedeniyle bir süredir çalışamayan Sandra, işe başlayacağı sırada aslında işten çıkarılmak üzere olduğunu öğrenir.

Share Button

Geçse de yolumuz, bozkırlardan…

Alara Çakmakçı

Kadınların ve kadınlığın tarihsel ve öznel deneyimlerinden yola çıkan, bu yaşanmışlıkları ortak bir geçmiş tabanında irdeleyen, farklı motivasyonlara ve anlayışlara sahip karakterlerin hikâyelerinde, baskın eril bakışın ve bu bakışı temsil edenlerin ister istemez anlatılarda geri planlara itildiği ve hatta egemen olanın tersine yok sayıldıkları, anlatı içinde yalnız birer motif oldukları görülür. Bu anlatılarda kadın, geçmişinin, bu geçmişin ona yüklediği sorumlulukların ve yüklerin farkında, gerçek bir özne konumundadır.

İki kadın ve iki erkeği bir masa etrafında yemek yerken izlediğimiz, zamandan ve mekândan arındırılmış “Canavarlar Sofrası”nda Ramin Matin, insanlar arasında kurulan ilişkilerin yapaylığına, insanın içinde varolan şiddet, açlık, şehvet gibi dürtülerin uç noktalarına vurgu yaparken tek mekânda güçlü bir atmosfer yaratmayı başarmış ve tartışılmaya açık deneysel bir film ortaya çıkarmıştı.

Share Button

Jin, yaşam, tutsaklık

jin_afis

Çağla Karabağ

“Kadın filmi” denildiğinde akla birbirinden farklı şeyler geliyor: kadın yönetmenlerin çektiği filmler, ticari sinemanın kadın izleyiciye yönelik olarak ürettiği melodramlar, kadına ilişkin sorunları ele alan filmler ve son olarak feminist teori ve pratiğin birikimiyle çekilen ana akım sinemaya alternatif filmler.

Anneke Smelik (2008, s. xii) “feminist” filmleri, “cinsel farklılığı bir kadının bakış açısıyla sunan ve cinsiyetler arasındaki asimetrik iktidar ilişkisine dair eleştirel bir farkındalık sergileyen filmler” olarak tarif ediyor. Buna göre kadın yönetmenler tarafından çekilen her filmi feminist film kategorisi içinde düşünemeyeceğimiz gibi, kimi erkek yönetmenlerin filmlerinin ataerkil ilişki biçimlerine eleştirel bir şekilde yaklaştığını ve meseleye kadının konumundan baktığını söyleyebiliriz. Ben Jîn’i (Reha Erdem, 2013) bu çerçevede ele alıyor ve eril şiddete eleştirel biçimde yaklaşan, “kadın bakış açısına” sahip bir film olarak görüyorum.

Share Button

“Bırak Bu Kadın Meselelerini”

Şehlem Sebik

Hande Çayır ile “Yok Anasının Soyadı” Belgeseli Üzerine

Yok Anasının Soyadı (Mrs. His Name) Ekim 2012’den beri Suç ve Ceza Filmleri Festivali, Akbank Sanat Kısa Film Festivali, Filmmor Kadın Filmleri Festivali gibi festivallerde gösterilmiş, uluslararası akademik iki konferansta (Amerika ve Prag’ta) bildiri olarak sunulmuş, önümüzdeki günlerde de 16. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde ve Documentarist’te gösterilecek bir belgesel film. Yönetmen Hande Çayır, kendi hikâyesinden yola çıkarak kadınların evlilik nedeni ile değişen soyadlarını, evliliği ve kurumların birey üzerindeki etkisini bu belgesel ile tartışmaya açıyor. Hande Çayır’la belgeseli, kişisel alanının politik olma sürecini ve deneyimlerini konuştuk.
Biraz kendinden bahseder misin?

1982 yılında Eskişehir’de doğdum. Sabancı Üniversitesi mezunuyum. Babamın tanımlanabilir bir meslek seçmemdeki ısrarları ile Ekonomi okumaya başlamıştım ama içim kabul etmedi, tiyatro kulübündeydim, önce Kültürel Çalışmalar programına geçtim ondan sonra da Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı programından mezun oldum. Çeşitli yerlerde çalıştım. 2008 yılında evlendim. 2010’da Bilgi Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon yüksek lisans programına başladım. 2012 yılında da mezun oldum. Yedi sekiz yıl kadar tiyatro ile uğraştım. Şimdi de doktora ve iş hayatı devam ediyor. Evlilik bitti.

Share Button

Üç Belgesel, Üç Kadın: Bahar, Pippa ve Salma

pippa

Delta Meriç Candemir

Bahar, Pippa ve Salma’nın hayatlarına yakından bakmak yaşamlarımızı şekillendiren patriyarkal sistemin ortak işleyişini tekrar hatırlamamızı sağlıyor.

Bu yazının amacı Documentarist’in Kadının Adı Yok bölümünde izleyebileceğiniz yapımların üçü üzerine bir izlenim sunmak. Söz edeceğim filmlerin her biri tek bir kadının hikâyesine odaklanıyor ve erkek şiddetini, kadın cinayetlerini, ayrımcılık ve ezilmeyi; görüntülerin, diyalogların ve gerçek yaşam kesitlerinin (aslında kısaca belgeselin) gücüyle failsiz vakalar ve istatistikî veriler olmaktan çıkararak algımızı politik kılan sarsılma halini geri çağırıyor. Bu sarsılma “keyifli seyirler” dileğini imkânsız kılıyor belki ama bunun yerine başka duygularla üç kadının hayatına tanıklık etmemizi sağlıyor.

Share Button

Bir Lars Von Trier Masalı

Oya Kasap

Susturulan Kadın, Yok Edilen Benlik, İğdiş Edilen Kadınlık

“Lars von Trier Deccal’de çok tanıdık bir numara çekiyor, kadınları susturuyor. Trier’in filmlerinde masumiyetleriyle melek mertebesine yerleştirilen ve ancak bu şekilde acılarını dönüştürebilen kadınların bu “şeytani dünyada” kurban rolünün hakkını verebilmek için ağızlarını açmaya hakları yoktur.”

Dogma95 hareketinin en kışkırtıcı isimlerinden biri olarak adlandırılan Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in kadınlarla -belki de Trier’in sözleriyle söylersek, kendi içinde hâlihazırda eyleyen kadınlarla başa çıkma yöntemlerine aslında uzun zamandır aşinayız. Filmlerinde masumiyetleriyle melek mertebesine yerleştirilen ve ancak bu şekilde acılarını dönüştürebilen kadınların bu “şeytani dünyada” kurban rolünün hakkını verebilmek için ağızlarını açmaya hakları yoktur. İşin aslı onlar dilsizdirler, konuşmaya muktedir değildirler çünkü ancak bu dilsizlikle kadının etkin varoluşu, yani bireysel eğilimlerinin baskı altına alınmasıyla yaratılan edilgen varoluş, onun payesidir, tıpkı Dalgaları Aşmak, Karanlıkta Dans ya da Dogville’de karşımıza çıktığı üzere.

Share Button

Film Mor Kadın Filmleri Festivali ve Bana Anımsattıkları

filmmor

Nagihan Çağırgan Fersoy

9-15 Mart tarihleri arasında İstanbul’da Kadın Filmleri Festivali vardı. Ne yapıp edip Festivalin 12-13-14 Mart tarihleri arasında gösterilen filmlerini izleme ve sonrasında yönetmenleriyle söyleşilerin yapıldığı etkinliğe katılma şansını kendime ödül niyetine verdim. Beni çok mutlu eden bu festivale ikinci kez katılıyorum ve bundan sonrakilere de katılmak için fırsatlarımı oluşturmak istiyorum.

Share Button

Handan İpekçi: Kadın Yönetmen Olmanın Farkı

Gül Yaşartürk

Handan İpekçi, 1994 yılında “Babam Askerde” ile sessiz sedasız başladığı sinema kariyerinde ikinci filmi 2001 yapımı “Büyük Adam Küçük Aşk’la büyük ün kazandı. Film 2002 Mart ayında Kültür Bakanlığı tarafından yasaklanmış, başrol oyuncusu Şükran Güngör’ün Eylül 2002’de ölümüyle yasak kaldırılmıştı. İpekçi, öyküsü 2004 yılında Uluslararası Selanik Film Festivali Balkan Fonu’ndan Senaryo Geliştirme Ödülü alan.üçüncü filminde bu kez maddi zorluklar yaşadı ve filmini iki senede bitirdi. Yönetmenin son iki filminde yaşadığı zorluklar onun ciddi sorunların üzerine gitmeyi tercih etmesiyle yakından ilgili. “Saklı Yüzler”, namus cinayetlerinden “canının acıdığını” söyleyen bir kadın yönetmen tarafından çekildiği için çok önemli bir film. Handan. İpekçi bir kadın olarak kendisini bu konuda sorumluluk sahibi hissettiğini söylüyor, filmde de tüm kadınların bu sorumluluğu paylaşmalarını istiyor bir bakıma.

Share Button