Ceplerinde Çakıl Taşları, Saçlarında Rüzgârla

cakiltasi

Nuran Çetao

Ceplerinde çakıl taşları, saçlarında rüzgârla, Ouse Irmağı’nda yürüyüp gittin. Elli dokuz yaşındaydın. Londra ateş altında, yıl bin dokuz yüz kırk bir, mevsim bahardı. Bir yonca tarlasına yürüyordun. Clarissa’nın vazoya koyduğu çiçeklerin üzerine düşen, gülerek, sıçrayarak odada dolaşan o altın beneği düşünüyordun; gölgenin ışığı kaplamasını, ışığı özgür bırakmasını, sonra yine ışığı kaplamasını. İçin için yanarken, Londra gibi, güneşli bir yonca tarlasına. Sümbüllerin, güllerin arasından. Zihninde cümleler bir ileri bir geri, rüzgârı rüzgâr yapan bütün ayrıntıları bir sümbülün içinden düşünüyordun. Zıp zıp zıplayarak, saçlarını savurarak güneşli bir yonca tarlasına yürüyordun, ceplerinde çakıl taşları, saçlarında rüzgârla.

O karanlık ülkeyi öyle bilmezdim, öyle yeşilimsi mavi. Hüzün ise, insanı bir sarınca, meğer bir ömür bırakmayan sihirli bir çembermiş. Zaten bu yüzden, değil mi, annemin saçının kıvrımlarında, bu yüzden, -halen- uzak dağların gürgenleri, köknarları, biraz da, kokan. Hüznü ben, uçucu bir haz sanırdım, bir çeşit serçe. Tavan arasında bulunmuş eski bir romanın mesela, son cümlesini okurken varlığı hissedilen. Ya da büyük umutlarla kucaklanıp tırmanılan, oysa bütün meyveleri yenmiş dev incir ağacının en kırılgan ucunda o sabah yalnız uyanan o mahzun incirle o yorgun dağcı göz göze gelince. Ama ben efkârlı bu kuşun tozlu böğürtlen dalları arasından havalanıp yerle göğün birleştiği çizgiye konacağını düşünmezdim. Bu böyleyse, korkulmaz çırpınışlarından. Kucak açılır onun bu nazlı efkârına. Şimdi ise kederi bir yaylım ateşe benzetiyorum, mercan kırmızısı: Pata, pata, pata… Oradan, buradan ve işte şuradan da açılan. Gelsin, kalsın.

Sen o hercai serçenin kanatlarına rüyanı kondurmuşsun eşsiz bir manevrayla ki o fantazma içinde “keder” sözcüğü “derinlik” anlamına bir değil bin defa gelir. O düş ülkesini hiç kimse, bana, bu tutkuyla anlatmadı. Görüp göreceğim en güzel şey imiş, düşüncenin senin kaleminin ucunda bu renk renk harelenişi. O rüyayı sınırlarında durur seyrederim. İçim ürperir. Sevinç, başka hangi duygunun ismi, güzellik bu değilse ne!

Bir kırlangıç halayı süzülerek akar. Kusursuz bir dansın koreografisi ışıktan figürlerle çizilir gökyüzüne. Kâh bulutlara gümüşi benekler, kâh çatıya uçurtma gölgesi düşer. O dans sensin. Öyle bir ışık selinin içinden baktın, yarı saydam örtüsünü aralayıp bu uçsuz bucaksız karmaşaya. Sen bakarsın, kaybolan her şey geri gelir, birbirine bağlanır, çoğalır. Dantelsi bir yayılımla açılır düşünce bir su sıçraması, bir dalga, dalgalar üzerine. Denizin seslerini duyarız. Şimdiki zamanın içinden koşarak geçer anlamın bütün katmanları. Geçmişten geleceğe keder taşıyan bir bulut kendi yumuşaklığına elini daldırır, dumandan kelimeler saçar üstümüze; o bulut sen. Pus gibi yayılır varlığın, sessizliği dolduran bir pus. Kimsenin değildir. Hiç ağırlığı yokmuş gibi, bir çiçeklenme gibi görünür göze. Hayatın üstünde açtırdığın gül sanki yapraklarını bir bir koparıp boşluğa bırakır.

Share Button