Kadın-Erkek Eşitliği Yanılsaması: Angela McRobbie ile Söyleşi
Çeviri: Biray Anıl Birer
Kadınlar için eşitlik sağlandı mı? Feminizm pek çok amacını gerçekleştirmiş; kadınlar ve erkekler arasındaki bariz eşitsizlikler kaldırılmış gibi görünüyor. Ama gerçekten öyle mi? Goldsmiths Londra Üniversitesi Medya ve İletişim Departmanı’ndan Angela McRobbie araştırmasında bu konuyu inceliyor.
David Edmonds (D.E): Kadın-erkek eşitliği sağlandı mı? Pek çok kişi, eşitlik yolundaki büyük savaşların çoktan verildiğini ve kazanıldığını söylüyor. Bazıları ise feminizmin çok ileri gittiği görüşünde. Goldsmith Koleji’nden sosyolog Angela McRobbie feminizme tepkileri analiz ediyor.
Nigel Warburton (N.W): Angela McRobbie, Social Science Bites’a hoş geldin.
Angela McRobbie (A.M): Merhaba.
N. W: Kadınlar için eşitlik yanılsamasını konuşacağız. Öncelikle bu konuda yaptığın araştırmadan bahsedebilir misin?
A. M: Son 10-15 yılda bir tür kadın-erkek eşitliği yanılsaması oluştu ve ben de bu yanılsamanın oluşma biçimiyle yakından ilgilenmeye başladım. Daha önceki dönemde bir feministin, genç kadınların kesin olarak ayrımcılığa uğradığı ve bariz eşitsizliğin olduğu alanları işaret etmesi daha kolayken şu an farklı bir durum var. Dikkatimi asıl çeken şey, bu durumun nasıl tersine döndüğü. İnsanlar gerçekten kadınların, özellikle genç kadınların bir şekilde eşitlik elde ettiğini düşünüyor. Ben de bir sosyal bilimci olarak bunun üzerine gitmek istedim çünkü ortada şüpheli bir durum vardı.
N.W: İş sahibi olma ve kazanılan para konusunda fırsat eşitliğinden bahsediyoruz, değil mi?
A. M. Şöyle anlatayım. Mesela İngiltere’de, Batı Avrupa’da ve aynı zamanda Kuzey Amerika’da, 1980’lerin ortalarından itibaren feminizm toplumu gerçekten etkiledi. Benimle aynı kuşaktan kadınların verdiği mücadele, sonuçlarını aldı. Feministler sosyoloji, medya ve kültürel çalışmalar içine girip medya ve temsil alanlarını sorgulamaya, çözmeye ve analiz etmeye başladılar. Ardından medyada kadın imajı, cinselleştirilmiş imajlar ve cinsiyet normları konularında tartışmalar başladı. Bir şeylerin değişmesi gerektiği aşikârdı. Benim kuşağımın feministleri için o çalışmaların bir ivmesi vardı. Bunlar, güçlü pozisyonlardaki insanları, dergi editörlerini, devlet görevlilerini bazı adımlar atmaya zorladı. Aynı şey mesela eğitim ve hukuk gibi alanlarda da meydana geldi. Yani feminizm kilit sosyal kurumlara meydan okudu. Bu durum 80’lerin ortasından 90’ların ortasına kadar sürdü. Sonra farklı bir şey yaşandı.
N.W. Çok ilginç. Ne yaşandı 90’larda? Siz nasıl bunu araştırmaya koyuldunuz?
A.M. 90’ların ortalarından itibaren bir ters tepme meydana geldi. Tabii ki feminizme güçlü bir tepki ve karşıt güçler her zaman vardı. Ama 1990’ların ortalarında bir şeyler kesinlikle yön değiştirdi. Benim kullandığım terim ise “karmaşıklaştırılmış tepki”; çünkü durum, feministler bir köşede hâlâ aynı argümanları üretirken sürekli daha fazla insanın “Hayır, kadınlar eve dönmeli ve sadece anne olmalı” demeleri kadar basit değildi. Keskin bir yön değişimi söz konusuydu. “Karmaşıklaştırılmış tepki” terimini kullandım çünkü cinsiyet eşitliğine ve kadınların güçlü pozisyonlarda görünmesine karşı çıkan güçler, sağduyu zemininde, feminizmin olumlu bir etkisi olduğuna hemfikirdi ama o rolün çok ileri gittiğini veya ters teptiğini düşündüler. Feminizmi çok fazla yuvanın dağılmasından, boşanma oranının yükselmesinden veya kadınların erkeklerin işlerini ellerinden almasından sorumlu tuttular. Yani bir erkeklik krizi oluştu. Spesifik olmak gerekirse, “okullarda müfredatın feminizasyonu”nun erkek çocuklarının okuldan soğumasına yol açtığı için okuldaki erkek çocukların performans düşüklüğünden feminizmin sorumlu tutulması gibi bir örnek verebilirim.
N.W. Bu sizin okuduklarınızdan ve insanlarla konuşmalarınızdan çıkardığınız bir değerlendirme mi yoksa bu sonuçların dayandığı ampirik bir çalışma var mı?
A. M. Bu bana ve benim nasıl bir sosyolog olduğuma dair güzel bir soru. The Aftermath of Feminism (Feminizmin Sonuçları) kitabını yazarken sürekli güncel feminist ampirik çalışmalardan yararlanıyordum. Bu çalışmaları filtreliyor ve tekrar okuyor veya 20 yıllık bir araştırma konusundan (mesela eğitimde feminizm ve toplumsal cinsiyet hakkında) bilgi ediniyordum. Yani yaptığım analizin ampirik çalışmalardan yola çıkarak geliştirdiğim kavramlarla ilgili olduğunu söyleyebilirim. Ben anket veya ölçümlerde yer alan bir sosyolog değilim. Mesela 14-16 yaş arası kızlarda yeme bozukluklarını ölçmek için gerçekleştirilen bir devlet araştırmasında yer almam. Benim yöntemim bu değil. Yapmak istediğim şey bu sonuçları veya raporları alıp onlara yakından ve detaylı bir şekilde bakmak. Bu durumun benim tercihimi veya metin analisti olarak uzmanlığımı gösteren bir şey olduğunu da söyleyebiliriz. Ben metinleri analiz etmeyi seviyorum, zaten temel eğitimim de İngiliz edebiyatı. Ardından sırasıyla sosyoloji ve kültürel çalışmalar geldi. Yani, en iyi olduğum alan yorumlayıcı ve niteliksel araştırmalar. Bununla beraber, bir etnograf olmadığımı da söylemeliyim. Ampirik temeli olan pek çok çalışma yaptım. İngiliz moda endüstrisiyle ilgili bir çalışmam var ve halen modaya yeni atılmış genç kadınlarla ilgili araştırma yapıyorum. Ama metodolojim son derece hümanist. İnsanlarla konuşmayı, önceden yapılandırılmamış röportajlar ve gözlem yapmayı, kendimi işin gidişine kaptırmayı seviyorum.
N. W. Moda endüstrisi konusundaki çalışmanızın sonuçlarını merak ettim çünkü endüstri, genç kadınlara sunduğu rol modelleri açısından yaygın bir eleştiri odağı.
A. M. Kesinlikle. Bence moda endüstrisinin rolünün ne olduğuna dair soruya verilebilecek iki cevap var. The Aftermath of Feminism kitabında geliştirdiğim argümanlardan biri post-feminist bir toplumda iktidarın nasıl işlediği hakkındaydı. Genç kadınlar eşitliği elde etmiş, görünür olmuş ve önemli pozisyonlar elde etmiş vs. gibi görünüyor. Aynı zamanda, eskiden “patriyarka” ya da “erkek tahakkümü” veya Pierre Bourdieu’nun deyişiyle “maskülen tahakküm” olarak adlandırılan değerlendirme ölçütü de konu dışı olmuş gibi görünüyor. Kitapta savunduğum şey, sınır çizgisinin veya otorite anlayışının yerini moda ve güzellik kompleksinin aldığı gerçeği. Yıllar önce Naomi Wolf da benzeri bir şey söyledi elbette ama benim yaptığım moda ve güzellik kompleksine daha temel ve teorik terimlerle bakmak. Argümanım Foucault ve yönetimsellik fikrine dayanıyor. Gündelik yönetimsellik genç kadınlar için nasıl işliyor? Kendini yönetme nosyonları aracılığıyla kişisel bakım fikri ve bir görev olarak “özbenlik” ortaya çıkıyor. Tüketim kültürü, moda-güzellik kompleksiyle et ve tırnak gibi; ikisi beraber eski patriyarkanın yerini alarak varlığını sürdürüyor. Ve bu, eski tip patriyarkaya göre daha etkili; çünkü kimse “Bu durum erkeklerin hatası” ya da “Hâlâ erkek tahakkümünün izleri var” diyemiyor. Bunun nedeni şu: Böyle bir mükemmellik ve beden bilinci yapısını oluşturmayı genç kadınlar kendileri seçiyormuş gibi görünüyor.
N. W. Vücudunu şekle sokmaya ve nasıl göründüğüne odaklanan genç kadınların yaptıklarının bir tür yanlış bilinçten kaynaklandığını mı söylüyorsunuz? Yani onlar bunun kendi seçimleri olduğunu düşünseler de ipleri yöneten başka bir şey mi var?
A. M. Hayır. Bence yanlış bilinç fikri tamamen mekanik, tek boyutlu ve “Keşke insanlar feministlerin onlara sunacağı gerçeği, ışığı görse; o zaman sorun çözülecek” fikrine dayanıyor. Durum bundan çok daha karmaşık. Ben, iktidarın günlük biçimlerinin nasıl oluştuğundan ve bir yandan eşitlik yanılsamasını, bir yandan da etkinlik fikrini, seçim fikrini ve güçlenme fikrini nasıl yarattığından bahsediyorum. Bu, genç kadınların, Judith Butler’in deyişiyle “kültürel olarak tanınabilir” olmasını sağlayan çok yönlü ve çok katmanlı bir pratikler dizisidir. Yani, kadınlar için daha büyük bir eşitlik derecesi elde etme fırsatının olduğu düşünülen bir dönemde, moda-güzellik kompleksinin varlığı, saplantı derecesinde feminenlikle ilgili bir konu haline geliyor. Böyle organize bir hiper-kadınlık çalışması, genç kadınların siyasal kültüre katılım fırsatlarını da kesinlikle sınırlıyor. Benim argümanım, bunun izini devlet uygulamalarında sürebileceğimiz yönünde. İngiltere’de 90’ların ortalarında ve İşçi Partisi yönetimi döneminde ortaya çıkan günlük konsept ve fikirler genç kadınlara kendilerini “kapasite nesneleri” gibi hissettirmeye çalışıyordu. Yani “her şeyi yapabilirsin” veya “yapabilirsin, artık seni tutan bir şey yok” gibi fikirler aşılıyordu. Genç kadınlara yeni bir cinsiyet sözleşmesi sunulduğuna dair izleri görebiliyoruz. Bu sözleşme kadınlara “Okulda ve üniversitede başarılı ol, sonrası gelecek. İşe gir; ondan sonra önünde bir engel kalmayacak. Kendi maaşınla zaten maddi bağımsızlığını büyük ölçüde kazanmış olacaksın” diyor. Pek çok yönden ulusal ekonomiye faydalı bir durum; çünkü öncelikle feminist bir perspektiften bakarsak genç kadınların evin geçimini sağlayan erkeğe artık bağımlı olmayacağı anlamına geliyor. Ek olarak, ekonomi için de iyi bir şey. Neden? Çünkü kadınlara harcanabilir gelir sunuyor. Zaman sırasıyla meritokrasinin, eğitimde başarının ve iş erişiminin olduğu dönemin ardından harcanabilir maaş fikri geliyor. Grazia dergisinin, The Evening Standard gazetesinin veya güzellik programlarının tavsiye ettiği ürünleri almak için harcanabilir bir maaş. Bununla beraber genç kadınlara “Biliyor musunuz, hiçbir bedel ödemeden aktif bir cinsel hayatınız olabilir. Yeter ki genç yaşta anne olmayın” diyen cinsel bir çifte standart var. Bu bir devlet politikası; yönetimsellik derken bunu kastediyorum. Yani cinsellikte sorumluluğun olmadığı bir değerler sistemi var: “Dışarı çık, eğlen, istediğin kadar insanla seviş ama lütfen evlilik dışı veya tek eşlilik dışı hamilelik yaşama.” Tabii bu ekonomi için iyi çünkü harcanabilir gelirle ayakkabı satın alabilir, moda zincirlerini ayakta tutabilirsiniz. Çalışmamda bütün bunları içine alan bir tür cinsiyet sözleşmesi olduğunu savundum. Bunun amacı genç kadınları, gerçek siyasi müdahale içermeyen bir tür pratik hapsine sokmak. Genç kadınlar resmi siyasete sokulmuyor. Bu yönetimsellik süreci açık açık “Topluluk siyasetinde yer alın, feminizme kesinlikle bulaşmayın, çocuk bakımı tartışmalarında yer alın, eşit ücret konulu sektörel tartışmalarda yer alın ” deniyor (ki hâlâ eşit ücretlendirme yok bu arada). Devlet bir noktada kısa kesip “Biz size bakarız” diyor. Buradaki “biz” kim? Çok az sayıda kadın içeren eski erkek hiyerarşisi.
N. W. Genelde, tahakkümün olduğu durumlarda bir tepki de ortaya çıkar. Farklı bir vizyona sahip avangard veya alt kültür ortaya çıktı sanırım.
A. M. Çok iyi bir noktaya değindin. Feminizme sözde artık ihtiyacın olmadığı ve devletin sözde kadınlara baktığı bu yeni rejime insanlar öylece teslim oldu mu? “Karmaşıklaştırılmış tepki” derken kast ettiğim bu. Popüler kültürde ve popüler medyada feminizme bilinçdışı bir düşmanlık var. Feminizm alaya alınıyor, sevilmiyor. Feminizmle özdeşleşmek kızların teşvik edildiği son şey ve o noktada ‘kültürel olarak tanınabilir’ olmak “Ben feminizmden hoşlanmıyorum, feminist değilim. Erkek arkadaşımla striptiz kulüplerine gidebilirim. Kucak dansının yapıldığı barlara karşı değilim. Eşitliğimi feminizme ihtiyaç duymayarak ispat edebilirim” demek anlamına geliyor. O post modern, sıklıkla alıntısı yapılan “Şaka yaptım, kötü bir niyetim yok” lafıyla Tarantino’nun bu konuda suçlu olduğu düşünüyorum mesela. Pek çok komedyen yeni, karmaşık ve zekice bir kadın düşmanlığı türüne hapsoldu. Ayrıca daha genç kuşaktan kadınların da bir tür korkuya kapıldığını fark ettim. Erkekler tarafından onaylanmama korkusu içindeler. Cinsel siyaset fikri kaybolmuş gibi görünüyor; bu durum da genç kadınlarda korkuyu ortaya çıkarmış. Tüm bu sonuçlara varan sadece ben değilim elbette ama Judith Butler’ı, Foucault’yu kullanarak teorik açıdan yaklaşan ben oldum. Aynı anda pek çok şey olup bitiyor ama bence yavaş yavaş tekrar öfke sesleri yükselmekte. Normalde olabileceğinden daha az mücadele ve çekişme yaşanmasının sebeplerinden biri de sanırım queer teorisi ve politikalarının enerjiyi azaltmış olması. Bu bir yandan müthiş bir şey elbette ama ben mücadelenin cinsel kimliklerin sınırlarını aşan bir şey olmasını beklemiştim.
N.W. Sorunlardan biri de tek bir feminizm çeşidi olmaması değil mi? Pek çok feminizm çeşidi var ve feminizm içinde öfkeli ve zorlu tartışmalar yaşanıyor. Yani herhangi bir konudaki feminist duruş aslında çekişmeye açık, değil mi?
A. M. Kesinlikle. Zaten tek bir feminizm türü olduğunu düşünmek medya klişesi bence. ABD’de liberal feminizmin büyük etkileri oldu. İngiltere’de sosyalist feminizm aynı şekilde. Bence ne kadar çok feminizm çeşidi olursa o kadar iyi. Bu, çoğuyla hemfikir olacağım anlamına gelmiyor elbette. Şu an asıl soru “Tek bir feminizm mi var yoksa pek çok feminizm çeşidi mi?” değil de “Globalleşme ve baskın neoliberalizm dünyasında ne tür bir feminizm var olabilir?” Birleşmiş kadınlar hareketi gibi bir şey görmek zor. Feminizm kendini parçalara ayrılmış, dağılmış, çelişkili olarak görüyor ve farklılık üzerinden tanımlıyor sanki. Bu yüzden Pussy Riot’ın Rusya’daki eylemleri çok hoşuma gidiyor mesela. Keza Muff Marcher’ların Londra’daki estetik cerrahi karşıtı yürüyüşlerine bayıldım. Eylem siyasetini ve toplumsal cinsiyet konularının dramatizasyonunu seviyorum. Bence epey etkili bir strateji.
N.W. Farklı sosyal bilimcilerle röportaj yaptıktan sonra onların sık sık farklı disiplinlere çekildiklerini fark ettim. Sanki sadece sosyolog, teorisyen veya bilim insanı değiller. Bazen yaklaşımları daha edebî. Çalışmalarında da pek çok farklı alandan kaynaklar kullanıyorlar. Bu durum sizin çalışmalarınızda da geçerli. Kolay kategorize edilememe konusunda eleştiriliyor musunuz?
A. M. Bu soruya cevap olarak yaşımı ve bu işi ne kadar süredir yapıyor olduğumu söyleyebilirim. Çok uzun süredir bu işi yapıyorum ve ben de kendimi kültürel çalışmalarda buldum. Sanırım kendimi kültür sosyologu olarak adlandırabilirim. Yazılarımda beni en çok etkileyenler Pierre Bourdieu ve tarihçi/filozof Foucault gibi insanlar ve Judith Butler. AB destekli büyük projelerden ziyade kültürel forumlara dayalı politik argümanlar geliştiriyorum. Benim tarzım böyle.
N. W. Pek çok sosyal bilimci, çalışmalarının siyasi politikaları etkilemesi gerektiği görüşünde. Sizin yaptığınız çalışmalar bu tür çalışmalar mı sizce? Protestoların öneminden, inandığınız şeyin arkasında durmaktan bahsettiniz. Peki, sizin de gerçek siyasi politikaları etkilemeniz gerekir mi?
A. M. Çok iyi bir soru. Bakanlar Kurulu beni pek çok kez beden imgesi zirveleri için kahvaltıya davet etti. Sanırım Blair döneminde Patricia Hewitt bir ara feminizmin yaşadığına karar verdi ve bizi Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’ndaki yuvarlak masasına davet etti. Kısacası, politikadan soyutlanmış değilim. Moda endüstrisine, modaya yeni atılan kadınlara ve genç kadın istihdamına bakacaksak tartışmalara seve seve katılırım. Ama bir soru işareti var; teorik bir soru aynı zamanda. Fikirleriniz nerede kullanılacak? Sosyoloji alanında geliştirdiğiniz fikirler bir kitleyi, algıları açık bir kitleyi nasıl oluşturacak? Kanunları şekillendiren biri olmak isteseydim sanırım kamu politikasında çalışırdım. Çok iyi olurdu ama aynı zamanda çok da moral bozucu olurdu; hayal kırıklığına uğrama riskiniz epey yüksek. Bu yüzden biraz geride durmayı tercih ediyorum.
N. W. Angela McRobbie, çok teşekkürler.
A. M. Ben teşekkür ederim.
Kaynak: Social Science Space