Sermaye Günlerinde Aşk: Eva Illouz ile röportaj

Jesse Tangen-Mills- Çeviren: Nagehan Tokdoğan
Son dönemin önemli düşünürlerinden Eva Illouz ile duyguların yaratılmasında metaların nasıl bir rol oynadığı, modern terapi dili ve İsrail’in duygusal tarzı üzerine konuştuk.
Eva Illouz tutkunun günümüzde az bulunurluğundan bahsederken bunu gayet kasıtlı bir biçimde yapıyor. Alman gazetesi Die Zeit’in geleceğin en önemli düşünürlerinden biri olarak zikrettiği Illouz gerçekten de yirmi birinci yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olabilir. Peki, nasıl oldu da uluslar arası düzlemde bu denli popülarite yakaladı dersiniz? Sezgi. Illouz sinirini en çok neyin bozduğunu anlamaya çalışırken, aşkın bir tür boş zaman aktivitesine dönüşmesinden tutun, Freud’un Amerikan iş dünyasındaki popülerliğine ve günümüzde hakim olan psikoloji jargonuna kadar her şeyi incelemeye girişti. O bir tarihçi mi? Ya da filozof? Aslına bakarsanız daha iyi bir kavramımız olmadığı için ona kültür kuramcısı diyebiliriz. Gelgelelim diğer kuramcıların aksine onun fikirleri karmaşık bir sızlanmanın ötesine geçiyor; son derece şaşırtıcı ve etkileyiciler. Belki de bunun nedeni Illouz’un tüm sorgulamalarını samimiyetle yapıyor olmasıdır. Bazı şeyler ona dokunuyor, ya da kendi deyimiyle ona “dert oluyor”.
Mesela en temel Marksist ilkelerden birini nasıl tersine çevirdiğine bakalım. On altı yaşında Che t-shirtüyle gezen herhangi biri size şunu söyleyecektir: kapitalizm bizi robotlaştırıyor. Hâlbuki Illouz hiç de böyle olduğunu düşünmüyor. Bilakis, kapitalizmin bunun tam tersini yaptığını iddia ediyor. Hiper modern hayatlarımız aynı zamanda hiper duygusal hayatlar oldu. Tam da bu yüzden Illouz, özellikle işçilerin verimliliğini artırmak için şaşırtıcı bir biçimde Freud’a başvurulan iş ortamlarındaki, duygulara yönelik saplantımızın izini sürmeye kalkıştı. Illouz’un son kitabı olan Saving the Modern Soul: Therapy, Emotions and the Culture of Self-Help’de de vurguladığı gibi, Freud’un fikirleri birdenbire özel sektörden gündelik hayatlarımıza kadar öyle yayıldı ki, artık yaşamımızı psikoterapiden bağımsız bir biçimde tarif edemez hale geldik. Yapıp ettiklerimizi açıklamak için çocukluk anılarımıza döner olduk, duygusal ihtiyaçlarımızdan daha sık bahseder olduk. Illouz, Howard Gardner’ın ortaya attığı “duygusal zeka” kavramını, bu psikolojik trendin bir uzantısı olarak görüyor. Gardner’ın kişiden kişiye değişen bir yetenek olarak tanımladığı şeyde Illouz, “duygusal kapitalizm”in ileri seviyesinde ortaya çıkan bencillik akımını görüyor.
Illouz’un düşünsel eklektisizminin önceki kuşaklardan bir örneğini bulmaya kalksak karşımıza modern hayatı kendi koşulları içinde anlamaya çalışan Frankfurt Okulu kuramcıları çıkardı. Illouz’a göre bugünün kendine özgü koşullarını belirleyen şey ise web 2.0. Bu fenomen temel olarak modern hayatta benliğin değerini belirleyen tek bir şeyden, duygulardan besleniyor. Illouz (hem eski bir edebiyatçı hem de yeni bir sosyolog olarak) Descartes’dan Habermas ve Foucault’ya kadar pek çok düşünüre yaslanarak, fazlasıyla tüketilmiş bir konuyu, ona yeni bir soluk getirerek tartışıyor. Oprah’nın showunda Freud’u, Facebook’ta Machiavelli’yi ve mum ışığında yenen bir akşam yemeğinde kapitalizmi görüyor. Yazarken başvurduğu düşünürlerin çeşitliliğine ve çokluğuna rağmen Illouz’un ele aldığı konular öyle güncel ki kendinizi onu okumaktan alıkoyamıyorsunuz.
İlk kitabı olan Consuming the Romantic Utopia: Love and the Cultural Contradictions of Capitalism’de Illouz, aşkın tüketim kapitalizmiyle bağlantısına odaklanıyor. On dokuzuncu yüzyılda aşk evin içinden çıkıp kamusal alana taşındığında, bugün bildiğimiz anlamdaki flört de ortaya çıkar. Eş zamanlı olarak reklamcılar kadınların ilgisini çekecek domestik ürünlerin pazarlanması için yeni stratejiler geliştirmeye başlarlar. Çamaşır deterjanı gibi domestik ıvır zıvırlar birdenbire büyülü birer Mr. Perfect magnetine dönüşürler. Haliyle aşk ve tüketim birbirinden ayrılmaz bir hal alır. Aşkın akılcılaştırılmasına dek, yani neredeyse elli yıl boyunca, bu böyle devam eder. Illouz’un bir sonraki kitabı olan Cold Intimacies: The Making of Emotional Capitalism’de de [Soğuk Yakınlıklar: Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi] söylediği gibi, bir zamanlar tutku olarak anılan şey artık bir tür çıkar hesabına dönüşmüştür. Artık bir prensin gelip bizi götüreceğine ya da başımıza talih kuşu konacağına inanmayız, kâr-zarar hesapları yaparak kendimize partner arar hale geliriz. Bu yeni dünyada seksi vücutlar ve sıkı bedenler sahici yakınlığın birer parçası değildirler. Fantezi mahrem bir şey olmaktan çıkar. Bir erkek arkadaş ya da kız arkadaş aramanın kriteri, karın kaslarından ziyade “orijinallik” olur. Dolayısıyla mesele, kişisel profillerin eşleştirilmesinden ibaret bir hal alır. Tam da bu nedenle en çok, karşılıklı duygusal etkileşimden bahseder oluruz.
Fakat yine dönüp dolaşıp aynı yere geliriz, duygusallığımız hakkında konuşurken dahi duygusallaşıveririz. Illouz’u okurken kafamda bir soru olarak şekillenen bu kısır döngüyü ona sorduğumda güldü ve bana hala umut olduğunu söyledi. Belli ki bu meseleyi de kendine dert etmişti. Kuramın kuramını yapmıştı. Illouz temel olarak ekonomistlerin, sosyologların, psikologların bireyi bir tür robot olarak görmelerini eleştiriyor. Ona göre modern toplumda seçme ediminin doğası değişmiş durumda. Bu yüzden de karşımıza çıkan ve giderek artan seçenekler silsilesini tanımlayabileceğimiz yeni bir dil, bir “seçme ekolojisi” öneriyor. Bu anlattıklarımın tümünü anlayıp anlamadığımdan emin olmadığım için Illouz’dan bu konuyu biraz daha açmasını istediğimde bana şöyle dedi, “Bir sonraki kitabımı beklemen gerekiyor.”
Fas’da doğup Fransa’da büyümüş olan Illouz, eğitimini tamamladıktan sonra dünyanın en iyi üniversitelerinde dersler vermeye başladı. Yazdığı kitaplar onun üzerinde dile çevrilince uluslar arası bir düşünür payesine ulaştı. Onunla bu röportajı Kolombiya’dan Skype üzerinden yaptım zira kendisi sadık bir okur grubuyla buluşmak için Kudüsteydi.
Jesse Tangen-Mills’in Guernica’da yayınlanmak üzere yaptığı röportaj.
Guernica: Çalışmalarınızın çoğu aşk ve duygular gibi insanların sosyolojiyle pek de ilişkilendirmediği konulara odaklanıyor. Bir çalışma konusu olarak aşka yönelik ilginiz nasıl ortaya çıktı?
Eva Illouz: Haklısınız. Duygular geleneksel olarak psikoloji alanıyla ilişkilendirilirler, fakat hem sosyal bilimlerin bütün kollarında hem de insan bilimlerinde benim duygusal dönemeç olarak adlandırabileceğim bir gelişme yaşandı. Örneğin edebiyatta insanlar metinlerin yorumlanmasına odaklanıyorlardı, metinler ya da filmlerin belirli duyguları çağırması ve okuyucuyu belli duygulara gark etmesi üzerine pek de düşünülmedi. Yahut kendilerine insanların neden öyle değil de böyle davrandıklarını soran sosyologlar, tüketim konusunu açıklamaya çalışırken rekabetten ya da sınıfsal tabakalaşmadan bahsettiler ama asla sınıfsal tabakalaşmaya eşlik eden kıskançlıktan, aşağılanmadan ya da utançtan bahsetmediler. Haliyle de son yıllarda sosyal bilimler ve insan bilimleri alanında son derece dramatik bir değişim gerçekleştiğini teslim etmek gerekiyor. Nörolojik bilimler dahi beyinde duyguların konuşlandığı bölgelere yönelik araştırmalara girişir oldular.
Bir başka konu da şu; uzun zaman önce edebiyat alanında kapitalizmin daha bireyci olması ve özgürlüğü teşvik etmesinden dolayı, romantik aşkı mümkün kıldığı ya da kolaylaştırdığı yönünde bir iddia ortaya atıldı. Böylelikle insanların duygusal seçimlere dayanan evlilikler yapmaya meylettikleri öne sürüldü. Benim incelemeye değer bulduğum iddia tam da buydu.
Guernica: Soğuk Yakınlıklar’ı okumuş olan bütün tanıdıklarım ondan bir hayli etkilendiklerini söylüyorlar. Sadece sosyologlardan ya da kültür kuramcılarından bahsetmiyorum, herkes bu kitabın Zygmunt Bauman’ın Liquid Love’ının [Akışkan Aşk] yapamadığını başardığını, doğrudan kendi hayatlarına temas ettiğini düşünüyor.
Eva Illouz: Çok mutlu oldum. Tam olarak nasıl peki?
Guernica: Sanırım insanlar sizin kuramlarınızla kendi hayatlarını özdeşleştirebiliyorlar.
Eva Illouz: Bu muhteşem bir şey. Beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Sanırım beni Consuming the Romantic Utopia’yı yazmaya sevkeden şey şuydu; Amerika’da doktoramı yaparken son derece kısıtlı bir bütçeyle hayatımı idame ettiriyordum. Bir erkek arkadaşım vardı ve onun doğumgünüydü. Onu güzel bir restorana yemeğe götüremeyecektim zira param yoktu, haliyle ona kendim yemek yapmaya karar verdim. Fakat sonra onun için yemek hazırlamaya kalktığımda çok şık bir masa hazırlamam gerektiğini düşündüm. Masaya koymak için mum almam gerekiyordu, öğrenci olduğum için doğru düzgün bir masa örtüm bile yoktu vs. Sonra birdenbire sevgilime romantik bir akşam yemeği hazırlamak için bile paraya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Ve param yoktu. Sanırım bu, romantik atmosfer, para ve tüketim arasındaki ilişkiyle ilgili kendime sorduğum soruların tetikleyicisi olan andı.
Metalar yalnızca insanların duygularını ifade etmesini kolaylaştırmıyor, insanlarda belirli duygular da yaratıyorlar.
Aslına bakarsanız bütün çalışmalarımın kendi kendime dert ettiğim bir şeyin çıktısı olduğunu söyleyebilirim. Gerçekten öyle. Bahsettiğim an, ne kadar da klişelerle işleyen bir zihnim olduğunu fark etmemi sağlamıştı. Bence çoğumuzun zihni böyle işliyor, klişelerin farkına bile varamıyoruz. Sonra gerçeklik ayağınızın altından kayıveriyor ve artık o klişeyi gerçekleştiremez hale geliyorsunuz. İşte tam da bu anda zihninizdeki klişelerin varlığını fark ediyorsunuz. Ben de o anda zihnimdeki romantik akşam yemeği imgesiyle yüzleştim ve bu yüzleşme sayesinde bu konuyu eğildim.
Guernica: Peki romantik atmosfer meselesinden Soğuk Yakınlıklar’da odaklandığınız flört ağları meselesine nasıl vardınız?
Eva Illouz: Aslında bu ikisi arasında pek de ilişki yoktu. Beni sarsan şey, tam da bu ikisinin kapitalizmin farklı versiyonları olduğunun farkına varmaktı. Kapitalizmin Consuming the Romantic Utopia’da bahsettiğim versiyonu, seyahat etmek ya da restoranta gitmek gibi ritüeller aracılığıyla metaların insanlar arasındaki bağları güçlendirebileceği fikrine dayanıyordu. Haliyle de bu versiyon söz konusu olduğunda meta-karşıtı bir tutum almam mümkün değildi. Başka deyişle metalarla duyguların birbirinin karşıtı olarak tanımlandığı, duyguların ruhsal ve içsel, metaların ise maddi ve dışsal olduğu yönündeki klişe fikri reddediyordum. Bence Consuming kitabında vardığım temel sonuçlardan biri böylesi bir ikiliğin ve ayrışmanın olmadığıydı. Zira metalar yalnızca insanların duygularını ifade etmesini kolaylaştırmıyor, insanlarda belirli duygular da yaratıyorlardı.
Guernica: Buna bir örnek verebilir misiniz?
Eva Illouz: “Romantik atmosfer” dediğimiz şeyi ele alalım. Buradaki “romantik” sıfatı on dokuzuncu yüzyılda daha ziyade, örneğin bir manzarayı tarif ederken kullanılıyordu. Issız bir manzaradan bahsediyorsak bu insanda melankoli duygusunu uyandırırdı. Benzer bir biçimde “romantik” de bir düşünsel akımı nitelemesinin yanı sıra manzarayı nitelemek için kullanılan bir sıfattı. Yirminci yüzyıla geldiğimizde ise romantik kelimesinin anlamı, bazı nesnelerin yarattığı bir atmosferi nitelemeye doğru kaydı. Romantik bir atmosferden bahsetmek –yani bir kadın ve bir erkeğin arasında gerçekleşen bir şeyden bahsetmek- kadın ve erkeğin etrafındaki şeylerle ilgiliymiş gibi bir hal aldı. Romantik kelimesinin anlamı metalara bağlandı.
Mesela “havalı” kelimesini ele alalım. Havalı olmak belli bir duygusal tutuma karşılık gelir, ama aynı zamanda nasıl giyindiğinizden tutun, ne tarz müzik dinlediğinize, saç modelinize, nasıl yürüdüğünüze de bağlıdır. Duygusal bir tavır olarak havalı olmayı nesnelerden ayırmanız mümkün değildir. Bu örnekte olduğu gibi metalarla birlikte işleyen tonlarca duygusal atmosferden bahsedebiliriz.
Consuming the Romantic Utopia’nın bir bölümü duygularla metalar arasındaki bu sarmal ilişkiye ayrılmıştı. İnternet üzerine yaptığım araştırma ise çok daha farklı bir şeyi ortaya çıkardı: kapitalizmin akılcılaştırıcı özelliğini. Başka deyişle duyguların duygusallığı, tutkularınsa tutkulu düşünmeyi nasıl ortadan kaldırdığını gözlemledim. Kitap, tüketim piyasasının olağanüstü tutkulu anlar yaşamanıza vesile olabileceği fikrini reddetmezken, internetteki araştırmam teknolojinin nasıl on dokuzuncu yüzyılda yaşayan insanların tutku olarak adlandırdıkları şeyi dinamitlediğini gösterdi. Çünkü teknoloji sizi, ilişkilerinizi son derece akılcı biçimde yönetmeye zorluyor ve ortaya hiçbir şeyden zevk almayan ve ilişkide sinik bir tavır takınan insanlar çıkıyor. Tutku deneyimini baştan aşağı değiştiren yegâne şey yaptığımız seçimler, ya da seçim yapma olanağımız oluyor çünkü tutku tam da kendi az bulunurluğuna bağlı hale geliyor.
Terapi Avrupa’da ve Amerika’da yaşayan profesyonellerin ortak dili haline geldi. Woody Allen’ın başarısını başka neye bağlayabiliriz ki? Ya da Oprah Winfrey’ninkini?
Guernica: Flört ağları sizin de söylediğiniz gibi belirli türden bir kâr-zarar analizi çerçevesinde işliyor ve ağırlıklı olarak psikolojik anlatılarımıza dayanıyor. Bu ağlardaki profillere baktığınızda ise farklı tarzda bir fantezi tahayyülünü baz alan seksi fotoğraflarla karşılaşıyorsunuz. Bu durum söylediklerinizle çelişmiyor mu?
Eva Illouz: Aslında hayır, çünkü seks siteleri yalnızca “şimdi”ye odaklanıyor. Sizi hayatınızı etkileyecek bir seçimle baş başa bırakmıyor. Dolayısıyla ortada iki tür site olduğunu söyleyebiliriz; biri seks odaklı siteler, diğeri ise uzun erimli ilişki arayanların girdiği siteler. İşte tam da bu ikilinin modern bireyin bölünmüş kişiliğini yansıttığını söyleyebiliriz.
Guernica: Peki ya gönül macerası? İnsanların sıradan bir ilişki yerine “orijinal aşkı” aramalarından kaynaklanmıyor mu bu sizce?
Eva Illouz: Amerika’da bu sözcük yalnızca gayrimeşru ilişkiler için kullanılmıyor. Aslına bakarsanız sözcüğün ilk hali gayrimeşru bir eyleme, evlilik dışı bir ilişkiye gönderme yapıyordu. Fakat günümüzde gönül macerası sözcüğü daha kısa erimli ilişkilere gönderme yapmak için kullanılıyor, bir adanmışlık talep etmiyor, daha ziyade her iki tarafın da karşılıklı cinsel tatminine dayanan bir ilişki türünü imliyor. Gönül macerası sözcüğü, hem cinsellikle duygusallık arasında hem de cinsellikle kurumsallık arasında bir bağlantının olmadığı, daha eşitlikçi bir kültüre dayanıyor. Duygulardan bağımsız olarak seks yapabilir ve kurumlardan bağımsız olarak duygulara sahip olabilirsiniz. Dolayısıyla da bir gönül macerası yaşamak için, her ne kadar büyük aşk ya da büyük tutku gibi laflar bu üçünü birbirine bağlamaya çalışsa da, sizin kafanızda bu ayrımları yapmış olmanız gerekir. Gönül macerası, tam da bu üçünü birbirinden ayırmakla ilgili bir şeydir.
Guernica: Bazı çiftlerin Facebook hesaplarında ilişkilerine dair fotoğraflarını yayınlamalarını nasıl buluyorsunuz peki?
Eva Illouz: Neyse ki Facebook’tan uzak durmayı başardım.
Guernica: Tamam o zaman. Tatil fotoğraflarını oturma odalarında sergileyen çiftlerden bahsedelim?
Eva Illouz: Bunun sahiden de ilginç olduğunu düşünüyor musun? Bence pek ilginç bir durum değil.
Guernica: Peki öyle olsun. Siz yirminci yüzyılın başlarında Freud’un popülaritesinin Amerika’da arttığını ve böylelikle de modern hayatın içine terapi dilinin kolaylıkla sızdığını iddia ediyorsunuz. Dünyanın geri kalanı için ne söyleyebiliriz? Bu küresel bir trend mi gerçekten?
Eva Illouz: Dürüst olmam gerekirse ben terapi dilinin Avrupa’da ve Amerika’da yaşayan profesyonellerin ortak dili haline geldiğini düşünüyorum. Woody Allen’ın başarısını başka neye bağlayabiliriz ki? Ya da Oprah Winfrey’i düşünelim, kendisi bahsettiğim popüler psikolojik jargonun en iyi örneklerindendir. Çocukluğunuza dönmeli, duygularınızı yönetebilmeli, yapıp ettiklerinizin sorumluluğunu almalısınızdır. Elbette ülkeler arasında farklılıklar olabilir. Fransa ve Arjantin’in Freud odaklı olduklarını biliyorum. Buralarda Lacan’ın da güçlü bir etkisi oldu. Ama Lacan Amerika’da tutmadı. Fransa’da ise Lacan yalnızca popüler düzlemde iş görmüyor, insanlar onun düşüncelerini gayet iyi biliyorlar. Ülkeler arasında teröpatik tarz farklılıklarından bahsedebiliriz ancak. Mesela Avrupalıların çoğu ego psikolojisinden ve Amerika’da hâkim olan humanist psikolojiden nefret ederler. Bu yüzden arada farklılıklar olmadığını söyleyemem. Teröpatik tarz farklılıkları vardır. Gelgelelelim resmin bütününe bakarsak bir insanın nasıl kavramsallaştırıldığına eğildiğimizde ülkeler arasında farklılıklardan çok benzerlikler olduğunu görürüz. Bu benzerliklerin küresel olduğunu söyleyebilirim. Ama haklısınız, Rusya ya da Çin gibi ülkeler var ve bu ülkelerde psikol0ji dilinin hâkimiyetinden bahsedemeyiz. Çünkü psikoloji dilinin işlemesi için öncelikle o toplumda belirli türden bir birey kavramsallaştırmasının hâkim olması gerekir. Yine de Avrupa’nın büyük bölümünde, muhtemelen Arjantin ve Brezilya’nın bazı bölgelerinde ve kesinlikle Kuzey Amerika’nın her yerinde insanların kim oldukları hakkında düşünmelerini, başarısızlıklarını ve başlarına gelenleri anlamlandırmalarını, hayattaki amaçları üzerine yoğunlaşabilmelerini sağlayan tek dil bu terapi dilidir. Bence pek çoğumuzun kafasında kendini gerçekleştirmeye dair tek ve çok güçlü bir model var, sağlıklı bir duygusal benliğin nasıl olması gerektiğini, yaptığımız romantik seçimlerde bize kılavuzluk eden sağlıklı bir cinselliğin nasıl olması gerektiğini biliyoruz.
Guernica: Howard Gardner’ın “duygusal zeka” kavramıyla ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Sizce her birimizin ölçülebilir duygusal tepki kapasitesine sahip olduğu yönündeki inancın sorunlu tarafları neler?
Eva Illouz: Evet, bence bu kavram ennihayetinde duygusal tarzlar arasındaki farklılıkları törpüleyerek tektipleştiriyor. Bu tam da Amerika’da hissedebileceğiniz bir durum –umarım sizi kızdırmıyorumdur. Amerika’ya bir yabancı olarak gittiğinizde deneyimlediğiniz şeyden bahsediyorum. Amerikalıların işyerindeki duygusal tarzı son derece öngörülebilirdir ve belli başlı standart kurallar çerçevesinde işler. Mesela duygusal zekası yüksek biri olmak istiyorsanız karşınızdaki insanı dinler, ılımlı bir biçimde onun söylediklerini onaylar, iddacı ama tehditkar olmayan bir tarzda davranırsınız. Sonra bir bakarsınız etrafınızdaki tonlarca insan sizin gibi davranmaya başlamış. Dolayısıyla işyerinde duygusal zeka söyleminin etkilerinden biri de karşılıklı duygusal etkileşimlerin standartlaşmasıdır.
Bu kavramın doğurduğu bir başka sonuç ise belirli ölçütlerden hareketle insanlar arasında hiyerarşiler yaratılması ve bazı insanların dışlanmasıdır. Zorlu koşullarda yetişmiş bir insanı düşünelim. Ailesi ona hep kötü davranmış olsun. Bu insan duygusal açıdan muhtemelen fazla tepkisel ve öfkelidir. Ve bu duygusal tarz bugün işyerlerinde hem mesleki açıdan hem de insani açıdan bir yetersizlik olarak tanımlandığı için kişi de dışlanacaktır. Bu büyük bir sorun.
Guernica: Dışlanması muhtemel insanlar arasında Afro-Amerikalı grupları anıyorsunuz mesela?
Eva Illouz: Ken Loach’un Ladybird Ladybird diye bir filmi vardır. Yaşanmış bir hikâyeden hareketle çekilen son derece çarpıcı bir filmdir. Üç ya da dört tane küçük çocuğu olan bir kadın vardır. Bu kadın çok yoksuldur ve çalışmak zorundadır. Kendisi işteyken çocuklarının güvende olduğundan emin olmak için evin kapısını onların üzerine kilitleyip öyle işe gider. Sonra bir gün evde yangın çıkar. Çocuklardan biri yaralanır ya da ölür tam hatırlamıyorum. Devlet kurumları çocukları anneden alırlar çünkü onu yetersiz addederler. Bu kadının halini düşünebiliyor musunuz? Hayatı çocukları etrafında dönüyor, onların karnını doyurabilmek için insanlık dışı bir maaşla çalışmak zorunda kalıyor ve sonra da yetersiz olarak damgalanıyor. Ardından kadın mahkemeye çıkarıldığında yargıç onu azarlıyor, herkes kadından iyice iğreniyor. Ve kadın çığlık atmaya başlıyor. Gayet normal bir tepki bu. Duygusal açıdan normal olan bir insanın haksız yere suçlandığında yapacağı şey budur. Gelgelelim kadının çığlık atması onu daha da kötü bir duruma sokuyor. Attığı çığlık sahiden de yetersiz olduğu yönündeki kanıyı güçlendiriyor zira iyi bir anne sakin kalmalı ve tipik orta-sınıf İngiliz değeri olan kendini kontrol etmeyi başarmalıdır, bunu yapamıyorsa o kişi zaten iyi bir anne değildir. Bu örnek nasıl bir duygusal tarza sahip olduğunuzun mahkeme gibi kurumsal mecralarda belli sonuçları olduğunu gösteriyor. Bazı insanlar kendilerini duygusal olarak yönetmeyi diğerlerinden daha iyi beceriyorlar ve etraflarında bir tür güvenilirlik havası yaratıyorlar.
Ben insanlara duygusal tarzlarına göre daha güvenilir ya da daha otoriter gibi sıfatlar yakıştırılmasına karşıyım.
Guernica: Başka ülkelerde de duygusal tarzların standartlaştırılmasına tanık oluyor musunuz peki? Mesela İsrail’de?
Eva Illouz: Kesinlikle evet. Bu İsrail’in çok çarpıcı bir özelliğidir. İsrail’de ordunun hâkimiyeti çok kuvvetli olduğundan dolayı sterotiplerin aksine orada duygusal tarzlar bir hayli kısıtlandırılmıştır. Her ne kadar kamuoyuna malolmuş figürler konuşmalarında pek kendilerini kısıtlama gereği duymasalar da genellikle mesleki açıdan yeterliliğinizi ispatlamaya kalktığınızda İsrail’in Amerika’ya çok benzediğini görüyorsunuz: duygularınızı kontrol altında tutmanız gerekiyor, öfkenizi dizginlemeniz ve belli sorunlar ya da meseleler hakkında konuşurken kontrolü elden bırakmamanız bekleniyor, dolayısıyla İsrail’de bireylerin bireyselliklerini ortaya koymaları pek mümkün olmuyor. Örneğin Orta Doğu kökenli Yahudi gruplarının duygusal tarzları Doğu Avrupa kökenlilerinkinden oldukça farklı ve bu gruplardan ilkinin güvenilirlik izlenimi yaratması çok daha zor oluyor.
Sol siyasetin duyarlılıkları daha ziyade ezilenlere yönelik bir merhamet duygusuyla karakterize olur. Sağ siyaset ise insanların başlarına gelenlerin sorumluluğunu almaları ve kendi kendilerine yetmeleri gerektiği fikri üzerinden ilerler.
Guernica: Bütün çalışmalarınızı bir araya getirip baktığımda kendimi adeta bir döngünün içinde gibi hissettim. Mutluluğu aramayı saplantı haline getirmemem gerektiğini, bunun pek de sağlıklı bir tavır olmadığını söyledim kendi kendime. Ama sonra kendime telkinde bulunurken bile terapi dilini kullandığımı fark ettim. Sizin de zaman zaman bu eleştirel perspektifinizden sıyrılmayı istediğiniz durumlar oluyor mu?
Eva Illouz: Özellikle birini bir konuda yargılamaya kalktığımda sıklıkla kapana kısılmış gibi hissediyorum. Mesela biri beni çok ama çok sarsan bir şey yapmış oluyor. Kendi kendimize bu insanın çıldırmış olabileceğini söyleyerek işin içinden çıkabiliyoruz. Burada çıldırmak derken akli dengesi bozuk şizofrenleri ya da psikotik insanları kastetmiyorum. Ama insanlar bizim onlardan olmasını ya da yapmasını beklediğimiz şeylerden uzak davrandıklarında çoğumuz onların çıldırdığı yönünde bir açıklamaya sığınıyoruz. İnsanları ahlaken yargılamanın aptalca olduğu söylendi hep. Biz de kendimizi onları psikolojik kategoriler ekseninde yargılamak zorunda hissediyoruz.
Yakın bir arkadaşımız düzenli bir ilişki yaşayamıyorsa ya da sabit bir işi yoksa bunun kendi suçu olduğu yönündeki fikre çok kolay teslim oluyoruz. Kendimize başkalarıyla iyi geçinmenin, düzenli bir ilişki yürütmenin, sabit bir iş bulmanın sosyolojik olarak zor olduğunu söylememiz lazım hâlbuki. Etrafınızdaki insanların hayatında sürekli tekrar eden örüntülerle karşılaştığınızda bunun kendileri yüzünden olduğu yönündeki psikolojik açıklamalara başvurmaya direnmek zorlaşıyor. İşte tam da bu tavır kolektif açıdan baktığımızda son derece tehlikeli bir şey.
En azından benim için sağ ve sol siyasetler sorumluluk meselesini ele alışlarında birbirlerinden bir hayli farklılaşıyorlar. Sol kendi irademiz dışındaki koşulların içine atıldığımız konusunda daha ısrarcıdır, sorumluluğun sizde olmadığını ve yardıma ihtiyacınız olduğunu teslim eder. Sol siyasetin duyarlılıkları daha ziyade ezilenlere yönelik bir merhamet duygusuyla karakterize olur. Sağ siyaset ise insanların başlarına gelenlerin sorumluluğunu almaları ve kendi kendilerine yetmeleri fikri üzerinden ilerler; zor bir durumdalarsa bunun içinden kendi başlarına çıkmaları gerektiğini böylelikle de karakterlerinin daha sağlam biçimleneceğini düşünürler.
Kendimi kapana kısılmış gibi hissettiğim durumlar, insanların başlarına gelenlerin kendi sorumlulukları olduğu yönünde psikolojik açıklamaların son derece gaddarca olduğunun ve onları böylesi bir sorumluluk duygusu altında daha da ezmeyi getirdiğinin farkında olmamdan kaynaklanıyor. Çünkü diğer yandan da daha kişisel düşünmeye kalktığımda, Stoacıların da zamanında söyledikleri gibi, dünyayı değilse bile kendimizi değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Tereddüt ettiğim ve beni arada bırakan düşünceler tam da bunlar oluyor. Bir taraftan bireyselci bir bakış açısına teslim olmak ve insanlara çok fazla sorumluluk yüklemek istemiyorum ama diğer taraftan da kendi duygularımızı ve yaşamımızı değiştirmenin dünyayı değiştirmekten çok daha kolay olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Guernica: Yani bir yerde bu sizin seçiminiz oluyor. “Seçme ekolojisi” dediğiniz şey böyle bir şey mi?
Eva Illouz: Aslında bu kavramı şimdi yazdığım kitapta yeni yeni oluşturuyorum. Kavramı, çevresel faktörlerin seçimlerimizi nasıl belirlediği üzerinden tanımlamaya çalışıyorum: reklamlar seçimlerimizi kısıtlayan mekanizmalar olarak iş görüyorlar örneğin, ya da kiminle evlenip kiminle evlenmeyeceğinize dair ortalıkta belli başlı kurallar işliyor. Ve evet haklısınız; bu bahsettiklerimin kendi bireysel seçimlerimiz ya da yapıp etmelerimiz olduğu hissine kapılıyoruz, hâlbuki bunlar çevremizde hüküm süren görünmez sınırlandırmaların birer sonucu oluyor. Doğru söylüyorsunuz. Mesele tam da bu aslında. Örneğin kitabımda seçme ekolojisindeki dönüşümün sonuçlarını “bağlılık fobisi” kavramı aracılığıyla açıklamaya çalışıyorum. Belki kitap çıktıktan sonra bunun üzerine tekrar konuşabiliriz.
Kaynak: Guernica Magazine