“Kadının yazısız tarihi bir mücadele tarihidir!”
Kampüsün Cadılarıyla Röportaj
Işıl Kurnaz
“Ben yürümüyorum Füsun, cadde yürüyor
Bir cadı olduğumu burdan anlıyorum”
Didem Madak,Büyümüş Çocuk Şiiri
Bir süredir kampüslerde bir ses duyuluyor. Sesini çıkarırken aynı anda dişlerini ve tırnaklarını da gösteren; cinsiyet kodlarını alaşağı ederken, makbul kadınlığı cadılığa tahvil eden; bilinç yükseltme çalışmalarını kamusallaştırırken, o kamusal mekânı kadın sözüyle sil baştan yaratan ve sesleri çoğalan, seslerini çoğaltan kadınlar onlar, yani Kampüs Cadıları…
Onlar, ses çıkarıyorlar. Sonra sesleri yankılanıyor…Hem alternatif gündem yaratıyorlar, hem de gösterişsiz ama haklı bir kavgaya tutuşuyorlar. Mertliği, erkeklere bırakmayacak kadar inatçılar. Yeşilçam’dan çalalım: “Güzel oldukları kadar cüretkârlar” da yani!
Evet, kampüsün cadılarına kulak verdik bu sefer. Süpürgeyi ortalığın tozunu almak için değil, biraz da tozu dumana katmak için elimize alalım diye. Ya süpürgeye binip gökyüzüne uçalım, ya süpürgeden inip onu, ismi lazım değillerin kafasına geçiriverelim diye. Biraz da Bandista’nın şarkısını mırıldandık bu arada; diyordu ki: “Ne sokakta/ ne meydanda/ ne kampüste/ ne yolda/ özgürlük içinde/ özgürlük seninle özgürlük/ özgürlük sen nerdeysen orada!”
Cadılığı deşmekle başlamak istiyorum biraz. Cadılık, sanırım ne sadece cadılarla ilgili ne de mitolojiyle. İtalyan feminist Silvia Federici [1], cadılığın anlamının tüm kadınlara doğru nasıl genişlediğini anlatıyor meselâ: Kâfir kadın, şifacı kadın, ebe kadın, itaatsiz kadın, tek başına yaşamaya cüret eden kadın, efendinin yemeğine zehir katan ve kölelerin isyanına ilham veren büyücü kadın… Bu kadınların hepsi topyekûn cadı olup çıkıyor. Verili olanın makbul olduğu bu yerde, nasıl oldu da kötücül anlamlarıyla yüklü “cadılık” hâlini tersine çevirebilmeyi, onu asıl taşıyıcısı olan kadınlarla tekrar ortak edebilmeyi başardınız?
Bizler üniversiteli genç kadınlar olarak bir araya geldiğimizde ismimizin ne olacağına dair uzunca kafa yorduk. Kadının özgürleşme mücadelesinin tarihine baktık ve orada “cadılar”la tanıştık. Ortaçağ’da kilise monarşisinin erkek egemen politikalarına direnen kadınların; ebe, doktor, eczacı, isyankâr, laf dinlemeyen, başkaldıran kadınların, “cadı”, “büyücü” gibi sıfatlarla yakıldığı, katledildiği bir dönem var. Laf söz dinlemeyen, öğretilmiş kadınlık rollerini kabul etmeyen, başkaldıran, isyan eden kadınlarla bütünleşmiş bir sıfattır “cadılık”…
Bizler de “kampüslerde nasıl örgütleneceğiz?” diye düşünürken; onların, bizim kampüs içerisinde yapmak istediklerimizle birebir uyuştuğunu gördük. Cadılık yapacağız dedik ve ismimizin de “Kampüs Cadıları” olmasına karar verdik.
Derdimiz cadılığı sempatikleştirmek değil, onu gerçek anlamına yeniden kavuşturmak. Erkek egemenliğine direnen kadınlar her çağda yaşamaya devam ediyorlar. Bizler yakamadıkları cadıların torunlarıyız…
Feminizm dendiğinde, Pınar Selek’in bir ifadesini hatırlıyorum hep: “Egemenlik ve şiddet kültürüyle uzlaşmayan, özgürlüğü ve mutluluğu birlikte arayan, birlikte düşünen, birlikte el veren, ayrı ayrı ama birbirine baka baka değişen cadıların büyülü yolu…” Cadı avları, her kadın katliamında olduğu gibi, mitolojik bir hikâye gibi, hakikati kaybettirilerek mitleştiriliyor biraz da. Kadına karşı savaş, sadece gözle görülür ve dokunulabilir bir yerden vurmuyor bizi, duyu organlarıyla anlaşılamayacak şekilde sezgisel bir hücum ve saldırıya da maruz kalıyoruz. Gücümüzün elimizden alınmasından bahsetmek bir yana, gücümüzün olmadığına inandırılışımız da bundan. Tüm bu eril ve militarist gürültünün, bağırış çağırışın içinde, cadıların büyülü yolunu kurmak sizce mümkün mü? Kampüste, üniversitede kadınlar nasıl “ayrı ayrı ama birbirine baka baka değişen” cadılar olabilir? Bunun yolu yordamı var mıdır?
Elbette mümkün, neden olmasın?! Bence genç kadınların feminist harekete bu kadar yoğun bir şekilde katıldığı başka bir dönem olmamıştır. Bunda da en büyük etken üniversitelerdeki kadın dayanışmasını yükselten, oradaki sahte özgürlüğü delip geçen kadınların örgütlenme çalışmaları… Sadece Kampüs Cadıları’ndan bahsetmiyorum elbette… Bizimle birlikte hemen hemen aynı dönem üniversitelerde mücadele eden genç kadın topluluklarından, örgütlerinden de bahsediyorum. Üniversitelerde kadın çalışmalarının yoğunlaşmasıyla birlikte, üstü örtük olan erkek egemenlik de su yüzüne çıktı. Kadınlar artık susmuyor, alttan almıyor ve kız kardeşlerinin dayanışmasının farkında…
Üniversitede kadınlar üzerinde, öğretilmiş çaresizliğin ve tacizci erkek akademisyenleri, öğrencileri, güvenlikçileri koruyan yönetim sisteminin muazzam bir basıncı var. Dolayısıyla yaşadığı herhangi bir sorunda birlikte mücadele edebileceği, ona inanan ve destekçisi olan kadınların olduğunu hissetmek; kendisinin de birçok kadının hayatına dokunabileceği mekanizmalar olması kadınlardaki özgüvenin açığa çıkmasında önemli bir etken. Böyle böyle birbirimizin hayatlarına dokunarak değişeceğiz, bu sistemi de değiştireceğiz.
Kampüsler, erilliğin, devletin ve militarizmin yuvalandığı, kendi sözlerini “akademik” ve “kariyerist” kılıflarla kurdukları için matah zannedildiği yerler biraz da. Bu yüzden cadıların kampüste olmasının, sembolik değil, dönüştürücü, yıkıcı ve kurucu bir gücü de var her şeyden önce. Kampüste neler yaşadığınızı merak ediyorum bu yüzden… Kampüste cadı olmanın ev içinde, sokakta, eylemde var olmaktan nasıl bir farkı var? Bunların ayrıştığı ve kesiştiği noktalar neler?
Eğitim sisteminin her aşamasında var olan cinsiyetçilik, eğitimin en yüksek aşamasında kendini meşrulaştıran bir akademik kılıfa giriyor. Kadınlar da üniversitelerde bilimsel çalışmalar, sosyal ve kültürel etkinliklerde aktif roller oynayabileceğini, özgürce hareket edebileceğini düşünüyor; ama bu sahte özgürlük; bir akademisyen not karşılığı sizi taciz ettiğinde, erkek arkadaşlarınızın şiddetine veya tacizine maruz kaldığınızda, topluluklarda bir kadın olarak varlığınızı kabul ettiremediğinizde, yurtlardaki kadın erkek ayrımcılıklarında, fırsat eşitsizlikleri yaşandığında hızla bitiyor. Bir süre seni oyalıyor ve uyutuyor. Yaşadığımız en büyük zorluk yıllardır uyutulduğumuz o sahte masalların devamlılığını sağlayan üniversitelerde, gerçekliğin farkına varmak, uyanmak…
Kapitalizmin, kadınları ekonomik özgürlük ve kariyer hayallerine sıkıştırdığı yer üniversiteler. Burası, ataerkinin kadını ikincilleştiren politikalarından bağımsızlaşmıyor. Yani bir erkekle aynı fırsatları tanımıyor. Kapitalizm ve ataerki üniversitelerde işbirliğiyle çalışıyor. Evlerde ve iş yerlerinde olduğu gibi…
Tabii ki tüm bunlara göğüs germek, mücadele etmek çok zor… Bazen bu sistemi korumak için en önce kadınlar karşınızda duruyor… Ama kadın dayanışmasının başaramayacağı bir şey olduğuna inanmıyoruz. Bunca taciz, şiddet ve cinayetlere artık sessiz kalmak pek de mümkün görünmüyor. Üstelik çoğunluğu genç kadınlara yönelik bu saldırıların yarısı kampüslerde, yurtlarda ve üniversite çevrelerinde gerçekleşirken…
Bizler tüm bu cinsiyetçiliğe, her yerden her biçimde ses çıkarmaya çalışıyoruz. Tuvaletlerin temizlenmemesine tepki olarak içinde pet, peçete bulunan dayanışma kutuları yaparken, bir yandan toplumsal cinsiyet derslerinin her bölümde zorunlu olması için kampanya yapıyoruz. Kültürel etkinlikler ve bilinç yükseltme çalışmaları yaparken, tacize şiddete karşı özsavunma yapıyoruz.
Evde, iş yerinde, sokakta olan kadınlardan bir farkımız elbette yok. Sadece ezilme ortamlarımız, şekillerimiz biraz farklı… Ama bu fark çoğu zaman mücadelenin rengini ayırabiliyor. Bu yüzden bu çalışmayı kampüs özeline çektik. Fakat genel kadın mücadelesi içerisinde de konumlanıyoruz.
Silvia Federici, “cadılık suçu”nun, ihanet ve “terör” suçlarıyla benzerlik gösterdiğine değiniyor. Öğrencilik, devlet gözünde başlı başına bir makul şüphelilik iken, buna hem kadınlığı ekliyorsunuz, hem de cadılığı. Bunun diğer muhalif hareketlerden ayrıştığı, zorlaştığı ve -bana göre- daha neşeli ve eğlenceli olduğu ama bir o kadar da tehditlere daha çok açık olduğu da aşikâr. Bir mekânla sınırlandırılmış yerde mücadele etmeniz, bu “kampüs” mekânının gittikçe daha fazla izlenen, takip edilen, güvenlik kalkanlarıyla örülü bir yer olması, hem kolektif olarak hem de kişisel görünürlüğünüzün çok daha fazla olması buna zemin hazırlıyor. Tüm bunlara rağmen cadılığın süpürgesini elinizden düşürmediğinizi görüyorum. Bu sürekli kendini yenileyen inat ve inancın kaynağı nedir?
Açıkcası üniversitenin güvenlik politikalarıyla mücadele etmek bizim için daha kolay. Kadın çalışmasının da verdiği bir meşruiyet var çünkü… Üniversitelerde artan soruşturma furyaları bizi de vuruyor elbette. Ama en büyük tehdit erkeklerden ve erkek hocalardan geliyor. En son bu özsavunma olayından sonra, sosyal medya hesaplarımızdan çok fazla tehdit aldık, ama korkmuyoruz. Çünkü bir kadın olarak sokakta yürürken bile hep öldürülme, taciz ve tehdit riski altında yaşıyoruz. Bizi ayakta tutan kadın dayanışmamız. Elbette birçok üniversitede bize destek olan kadın hocalarımız da var. İnanç, inatçılık ve cesaretimizin arkasında yatan bunlar. Gençliğin dinamizmini ve cesaretini, kadınlığın iradesi ve inatçılığıyla birleştirdik. Büyülü bir şey gerçekten…
Görüyorum da hiçbir “tek şey”den ibaret değilsiniz. Teşhirden ya da özsavunmadan ibaret değilsiniz. Aynı anda “kadınları hedefe koyan zihniyeti cadı kazanlarımızda yok edeceğiz, sindireceğiz” [2] de diyorsunuz, “yollular, yolsuzları yenecek” [3] diyerek genel ahlakı da neşeyle deşiyorsunuz. “Barışa ses ver” [4] diyecek kadar güçlü ve cesur, kalbinde Suruç’u, Ankara katliamını, Kader Ortakaya’yı [5] taşıyacak kadar azimli, inatçı, politik ve cüretkârsınız. [6] Peki, bunların hepsini yaparken, bir yolunuz, yordamınız var mı? Her birine yetişmek, hepsi için söz üretmek, gündemin değişkenliğine ve hızına aldırış etmeden, içinden kadın geçen her şeyi enerjiyle görünür kılmaya çalışmak için ne yapmak gerekiyor?
Elbette bir yolumuz var. Kampüs Cadıları’nı ilk kurduğumuz zamanlarda onun rengini, tarzını, üslubunu oluştururken çok fazla tartışma yürüttük, okumalar yaptık. İki yıl süren toplantılar ve çalışmalar sonucunda bir konferans gerçekleştirdik. 28 Şubat’ta Boğaziçi Üniversitesi’nde üniversite yönetiminin polisle işbirliği hâlinde engellemeleri yüzünden tam olarak yapamadığımız bu konferansta, 22 üniversiteden ve 13 ilden katılım sağlayan 200’e yakın üniversiteli genç kadın buluştu. Konferans, Kampüs Cadıları’nın kuruluş konferansı niteliği taşıyacaktı. Belirli konular üzerinden tartışma başlıkları belirlemiştik ve onlar tartışılınca, bir sonuç metni olarak manifestomuzu kabul edecektik. Fakat tartışmamıza fırsat vermediler.
Bizim yöntemimiz hep birlikte tartışıp, her kadının rengini, kendinden bir şeyleri örgüte katabilmesini sağlayarak kadın örgütümüzü bu şekilde kurmak. Ama biz tüm engellere rağmen, feminizme, üniversitelere, alternatif eğitim sistemine, ekolojik mücadeleye, militarizme ve daha bir çok konuya dair bakış açımızı ortaklaştırdığımız bir “Cadılığın Manifestosu” metni ortaya çıkardık. Artık o bizim rotamız.
Kader ise, bizim için yolumuza ışık tutan bir cadı artık. Bu manifestoda da, Kampüs Cadıları’nda da çok emeği vardır. Onun cesareti bizim tutunduğumuz bir dal. Bu yüzden “Ölüm değil direniştir Kader’imiz” ana sloganlarımızdan biri oldu.
Türkiye’nin politik ortamına bir kadın olarak müdahale etmek çok fazla emek istiyor. Bu emeği biraz daha fazla harcayacak bir de koordinasyonumuz var. Konferansımıza katılan 200 kadınla birlikte seçtiğimiz ve her üniversiteyi temsilen bir kadın arkadaşımızın katıldığı Türkiye Cadı Koordinasyonu’yla, tüm üniversitelerin birbiriyle iletişim hâlinde olmasını sağlıyoruz. Bu da herkese yalnız olmadığını, umudu tükendiğinde yanına koşacak kız kardeşleri olduğunu hatırlatıyor. Tüm bunlar bizim büyülü yollarımız!
Savaşlar, sadece dışarıyı kuşatan dışsal bir savaş değil, kadınların iç seslerini bastıran, bedenlerini ve otonomilerini ellerinden alan, onları bir de iç savaşa hapseden süreğen bir kanama hâli biraz da. Daha kötüsü, hedef tahtasına sadece kadınların konulduğu savaşlara, moda tabiriyle “alışmaya” mecbur ediliyoruz. Bu yolla olan bitenin, yıkımın acının, can kaybının ve katliamın “savaş” olarak tarif edilmeye “layık” olmadığı, olağan bir saldırı güruhuyla karşı karşıya da bırakılıyoruz. Özsavunmaya [7] geçmek istiyorum bu yüzden, biraz da özsavunma atölyelerine. Aksu Bora, “Genç kadınların önceki kuşaklardan öğrendikleri derslerden biri de bu olabilir: Savunmada kalarak gidilebilecek yer çok sınırlı!” [8] diyor. Sahiden de çoğu zaman pasif savunmanın, sürekli bir teyakkuz gerektiren daraltıcı ve sınırlandırıcı noktasına hapsoluyoruz. Peki ya özsavunma?! Nasıl tariflediğinizi ve anlamlandırdığınızı biraz anlatır mısınız?
Biz özsavunmayı pasif ve atak özsavunma olarak iki bölümde ele alıyoruz. Pasif savunma; daha çok özgüven mekanizmalarını hayata geçiren, sürekli baskı altında kaldığımız günlük hayat içerisinde, nefes almamızı sağlayabilecek bir savunma. Sürekli medya ve hükümet sözcüleri tarafından aşağılanan bir cinsiyet olarak, kapitalizmin bedenini metalaştırdığı, emeğini tahakküm altına aldığı bir işçi kadın olarak, patriyarkanın ev içi emeğinizi ve bütün hayatınızı tahakküm altına aldığı bir kadın olarak nefes almak ne mümkün?! Bu yüzden tüm bu psikolojik şiddet ve tacizle yaşamak için muazzam bir güç ve irade gerekiyor. Kadınlarda bastırılmış olan duyguyu ön plana çıkarmak için pasif savunma yöntemleri var. Bilinç yükseltme çalışmaları, kız kardeşlik dayanışması ve hep söylediğimiz gibi örgütlenmek… Bunlar delinmez bir zırh gibi hayatımızı kuşatır, özgüven mekanizmalarımızı güçlendirir ve erkek dünyada daha özgür yaşamak için mücadele ederiz. Atak savunma ise; savunma sanatları ve daha fazla spor ile ilgilenmek. Genel olarak spor yapmak bile vücudu fiziksel ve ruhsal anlamda çok dinç tutan bir faaliyet. Atak savunma atölyeleriyle, kadınların anlık saldırılara cevap verebilecek konuma gelmesi sağlanıyor. Pasif savunma sizi sokakta ya da evde yaşayacağınız anlık şiddet ve tacize karşı koruyamaz. Birçok ilde başlattığımız özsavunma atölyelerinin hayat kurtaracak boyutta önemli olduğunu düşünüyoruz. Sokakta yürürken bile kendinize güveniniz artıyor bu atölyeler sayesinde…
Özsavunma, pasif bir savunma yetmediği için, kadınlar her açıdan nefessiz ve sessiz kılındığı için de çok kıymetli. Wendo [Kadının Yolu], kadınlar için geliştirilmiş bir mücadele sanatı örneğin. “Seni ilgilendiren senin gücün, karşındakinin değil!” şiarıyla gelişiyor. Peki, sizce, ilk adımı karşımızdakinin gücünden korkmadan, kendimizden başlatmak, kendi gücümüze odaklanmak nasıl mümkün? Bunun sonuçları, kazanımları nedir?
Bahsettiğimiz gibi pasif ve atak savunmanın bir bütün hâlinde gerçekleştirilmesiyle mümkün. Bizler bunu yapmaya çalışıyoruz. Bunu yapabilirseniz eğer artık hiçbir şeyden korkmuyorsunuz. Bugün yolda yürürken bile tehdit altında yaşıyoruz; her an öldürülmememiz için, tacize uğramamamız için hiçbir sebep yok. Bizi koruyan bir güvenlik ya da hukuk sistemi de yok. Aksine onlar erkeği koruyup kolluyor. Dolayısıyla korkacağımız bir şey kalmıyor. Kendimizi savunmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Bunu uyguladığımızda ise, özsavunma hayat kurtarır! Dünyanın bütün kadınları birleşin, kahkahalarınızdan başka kaybedecek bir şeyiniz yok!
Özsavunmayı bir meşru müdafaa olarak kurmaya ve yerleştirmeye çalışırken, siz atölyelerde neler yaşıyorsunuz? Bir özsavunma deneyimi nasıl örgütleniyor? Sonucunda ne oluyor?
Şöyle söyleyebilirim; bizim için özsavunma kadın için onca eziyete katlandıktan sonra, kadının “tak etti” dediği yerde başlıyor. Çilem ve Nevin özsavunmanın bizim için bir fotoğrafı oldular. Açıkcası onlardan da güç alıyoruz.
Özsavunma, ağlak ve acılı bir mağduriyetten beslenmeden, hem bir nevi çıkış kapısı hem de gamlı, çilekeş, cefakâr, çaresiz kadın yerine elinde cadı süpürgesiyle, politik doğruculuğa hapsolmayan, dalgacı, neşeli, saldırgan ve savaşçı bir kadın figürünü imliyor. “Feminizm tehlikeli bir şeydir.” diyen erkek akılları daha da korkutacak, tekinsiz bir hâl. Kalıpları alaşağı ettiği için de çok kıymetli. Sizce kadınlar için nasıl ümit oluyor bu özsavunma? Erkek egemen dilde daha “tekinsiz” ve “tehlikeli” addedilmek – addedilecek olmak gündelik hayatımızda nerede duruyor?
Erkekler endişeli… Onların haksız tahrik indirimi alabildiği ipe sapa gelmez olaylarla kadınları katlettikleri, taciz ettikleri gibi kadınlar da onlar için aynısını yapacak zannediyorlar. Erkek iktidarları sarsılmaya başlayınca ciddi bir panikleme yaşadılar. Ankara’daki öz savunma olayında erkekleri gözlemledik. Çok ciddi bir endişe hâkimdi. Ya bu kadınlar her şeyin farkına varırsa…! Bu kadar güçlü kadınlar bizim etrafımızdaki kadınlara da örnek olursa…! Çok fazla provoke ettiler bu yüzden o olayı… Korksunlar elbette! Çünkü egemenliklerini sarsmak için cadılar geliyor ama paniklemesinler, çünkü bu kadınlar egemenlik değil eşitlik istiyor.
Özsavunma, kampüste bir marjinalleştirme ve kriminalizasyon sürecini de beraberinde getiriyor mu? Güvenlik çemberi kampüslerde genişledikçe genişlerken, en son Ankara DTCF’deki özsavunma örneğini [9] de düşünürsek, dar alanlar daha da daralıyor mu? Yoksa dar alanlar genişliyor da yıllanmış ve çürümüş eril zihniyette yarıklar ve çatlaklar mı açılıyor?
Evet, bu süreç bir ötekileşmeyi ve yalnızlaşmayı da beraberinde getiriyor. Okul yönetimi, polis sizi sürekli teşhir ediyor. Toplumsal rollere uymadığınız için, cadılık yaptığınız için ortamlardan dışlanabiliyorsunuz. Dolayısıyla birçok kadın aramıza gelirken tüm bunlara maruz kalmak ve bunlara göğüs germek zorunda kalıyor. Bir kere çıktınız mı, bir daha öylesi ortamlara dönmek değil, o ortamları değiştirmek istiyorsunuz. Ama çok fazla kadın artık bize destek oluyor ve yanımızda duruyor, dolayısıyla artık bizim alanlarımız onca engellemelere rağmen genişliyor. Bu da o erkekleri çok rahatsız ediyor. Bugün özsavunma olayının tartışılıyor olması bile o çürümüş zihniyette açılmış bir yarık değil midir?!
Sizin için kampüs nasıl bir yer? Her kamusal alan gibi, burada da erkekler daha konforluyken, orayı kadınların kılabilmenin ihtimali nedir, nasıl mümkündür?
Kampüsler ve yurtlar bütünüyle, fiziksel ve içerik olarak erkeklere göre tasarlanmış yerler. Meselâ, kampüs ışıklandırması bile erkeklerin kadınları taciz edebileceği öngörülmeden yapılmıştır. Yurtların girişleri aynı şekilde tenha yerlerde, taciz ve şiddet olaylarına çok açık. Eğitim içerik olarak cinsiyetçi, bir de bunu süreklileştiren erkek hocalar ve erkek öğrenciler var. Onlara da varlığımızı kabul ettirene kadar büyük zorluklar yaşıyoruz. Kampüsler ve yurtlar kamusal alanlar olduğu kadar, bizim dört ile yedi yıl arasında yaşadığımız evlerimiz de olduğu için özel alan da oluyor. Daha doğrusu kamusal ve özel alan ayrımı ortadan kalkıyor. Aile içerisinde tanımlanan her rol kendini kampüs içerisinde devam ettirdiği için özel alan, kendine özgü başka ezme biçimleri olduğu için de kamusal alan. Hem içerisi hem dışarısı… Derdimiz kampüste ne kadar kadın okuyorsa, hepsine ulaşabilmek… Bunu çok önemsiyoruz. Çünkü kadınların dayanışmaya ihtiyacı var. İstanbul Üniversitesi’nde iki yıl önce erkek arkadaşı tarafından öldürülen Özge arkadaşımızın arkasından kendimizi çok eleştirmiştik. Eğer Özge’ye ulaşabilmiş olsaydık defalarca savcılık ve polise şikâyet ettiği bu adamdan koruyabilirdik onu… Bu yüzden kadınların olduğu her alana sirayet etmeye çalışıyoruz. Meselâ, tuvaletlerde yaptığımız hijyen kutuları ile çok fazla kadına ulaşabiliyoruz.
Kampüsler ancak kadınların da kendini özgürce ifade edebildikleri alanlar olursa, yaşanılabilir olacak. Bu bir varoluş meselesi bizim için…
İlk adımı kendimizden başlatmanın yollarını sormuştum. İlk adım, hepimizin, onların yakamadığı cadıların torunları olduğumuzu keşfetmemizden geçiyor olabilir mi, ne dersiniz? Bir de, cadı süpürgesiyle nasıl uçulur?
İlk adım kadının ikinci cins, erkeğin egemen olduğu bu sistemin ebedi ve ezeli olmadığını anlamamızdan geçiyor. Kadının yazısız tarihi bir mücadele tarihidir. Bunun üstünü örtüp bizlere erkeklerin savaşlarını, yaşadıklarını tarih olarak anlatıyorlar. Oysa Amazonlar, Cadılar, Sufragetler… Bizim tarihimiz bunlar. O zaman yenilgi bizim alnımızın yazısı değil, bunu anlayacağız.
Cadı süpürgesiyle uçulur mu bilmiyoruz ama çok güzel özsavunma yapılabilir ☺
NOTLAR
[1] SilviaFederici, Caliban ve Cadı Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, Otonom Yayınları.
[2] Bkz.: https://www.youtube.com/watch?v=0–PtevYBwU
[3] Kampüs Cadıları’nın pankartlarından…
[4] Bkz.: https://www.youtube.com/watch?v=l9zilcaYAUs
[5] Bkz.: https://www.youtube.com/watch?v=usffxMUN41I
[6] Sloganlarından: “Cadılığın inadı cüretiyle birleşiyor/ kadınlar kampüslerde özgürlüğe yürüyor!”
[7] Bkz.: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/507352/Kampus_Cadilari__Olmemek_ icin_ dovuyoruz.html
[8] Aksu Bora, Funda Şenol Cantek, “Akacak Mecra Bulmak: 5 Harfliler.com ve Reçel Blog.com”, “İradenin İyimserliği” içinde.
[9] Bkz.: https://www.facebook.com/KampusCadilari/videos