Zaman Yolcusu Kadınlar
“Müebbeden” Bir Susmanın Hikâyesi
Şükûfe Nihal’in Yaşamöyküsü Üzerine
[1896-24 Eylül 1973]
L. Gülden Treske
2008 yılında anaakım ulusal televizyon kanallarında yayımlanan bir ev tekstili markasının reklam filminde bir kadın, mutluluk içinde şarkılar söyleyerek evinin odalarını geziyor; perdelerini, çarşaflarını, örtülerini seviyor; havlu ve bornozları kokluyor:
“Monoton diyorlar hayatıma / Hadi oradan canım / Perdeme bakarım ben
Renklenir günüm hemen / Severim nevresimi / Deseni anlatır beni
Bakma ona göremezsin / Yatak örtüm duvak gibi / Evimde mutluyum ben
Yok hiçbir şeye değişmem / Evimde mutluyum ben
Havluları katlarım / Bornozları koklarım / Ruhuma yer açarım
Bak elimde tacım / Buraların sultanıyım / Taç bende taç bende
Evimde mutluyum ben…”
“Mutluluk” olarak tanımlanan bu ev içi hayata, Şükûfe Nihal, yetmiş sekiz yıl öncesinden, şiirleriyle isyan ediyor:
“Bu yumuşak yastıklar bana taştan da katı!
Kefen soğukluğu var beyaz örtülerimde.” [1]
Ölüyor Olsam Şarkıyı Dinlemeden Ölmezdim…
Pamuk Yıldız
Aynı sokaklarda yürüdük,
Muhtemelen aynı kitapçılara girdik çıktık, kitaplara baktık.
Aynı belediye başkanları yönetti şehrimizi.
…
O günlerde sık sık zulmün sonu var mı diye düşünürdüm ve sonuna kadar yaşadığımıza inanırdım. Şu günlerde zulmün sonu olmadığını görüyorum ve o günlerden bahsederken içten içe suçlanıyorum.
O günlerde bizi sildiklerine inanıyorlardı, özgür olduğumuzda biz de silindiğimize inandık. Sohbetlerde, günlük kaygılarda, tatil planlarında yoktuk. Bu duygularla yaşamın eteğine yapışıp içine girmeye çalışıyordum.
“Özgür” olduktan sanırım iki ay sonraydı. İnsan Hakları Derneği’nden aileler İstanbul’a, Sultan Ahmet Meydanı’na oturma eylemi için gidiyorlardı. Ben de onlarla gidecek ama onlarla dönmeyecek, İstanbul’da gezecektim. Didar Şensoy’u ilk ve son kez orada gördüm. Didar Abla birden “… Büyü de baban sana / Baskılar işkenceler alacak / Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak / Büyü de / Büyüyüp onyedine geldiğinde / Büyü de baban sana / İdamlar alacak…” diyordu. Meydanda bulunanlar – benim dışımda – ellerini kaldırarak eşlik ediyordu. Büyülendim, dondum, nefesimi tuttum, dinledim. O an vurulsam, şarkının sonuna kadar dinlemeden ölmezdim. Yok saydıkları beni anlatıyordu, Erdal’ı anlatıyordu, oğulları, kadınları anlatıyordu. Büyüyünce babasının işkenceler, idamlar almak zorunda kalacakları anlatıyordu.
Onlar bizi yok saymak istemişlerdi ama onların yok saymalarıyla yok olmuyorduk. Şimdilerde yok saydıklarının yok olamayacağı gibi…
“Bir Kere Daha Okusanıza…”
Şebnem İşigüzel
Geçtiğimiz yazdı: İstanbul’un göbeğinde saçlarımı kestirdim. Pek kötü oldu sormayın. Şimdi uzadı tekrar eskisi gibi. Ama ilk kestirdiğimde tuhaf bir acıyla aynaya bakıp gayri ihtiyari mırıldanmıştım: “Kestim kara saçlarımı ne olacak şimdi?”
İşte o anda bir tatlı sürpriz beni bekliyordu. Hemen arkamda manikür pedikür yaptıran hanımefendi şiirin devamını okudu. Şaşırmıştım. Öyle şaşırmıştım ki bunun saçlarımı kestirdiğim bir rüya olduğunu düşünmüştüm. Bu hafif şaşkınlıktan sonra kendime geldim. Gülten Akın’ın güzelim şiirinin devamının kendi halinde bir berber dükkânında okunacağını nasıl bilebilirdim? Saçlarımı kestirmiş olmam değil ama bunun gerçek olması çok daha güzeldi. “Günün hediyesi” dedim kendi kendime.
Hanımefendi emekli öğretmenmiş. Nar çiçeği rengi ojeler sürdürdü. Torunu gelecekmiş. “Ellerimi çiçeğe durmuş nar ağacı gibi görsün, çok hoşuna gidiyor” dedi. Sordum tabii “Siz de mi şairsiniz?” diye. Değilmiş. “Gülten Akın yazmış yazacağını! Onu okumak yetti bana” dedi. Bunu yolundan alıkoyulmuş gibi söylemedi. Mutlulukla, sevecenlikle söyledi. Özellikle dikkat ettim, sesinin tınısında kıskançlık yoktu. Onun hissettiği her şey bir kadın tarafından çoktan dillendirilmişti. Bunun huzurunu taşıyordu sadece.
Deli kız Gülten…
Pınar Selek
Sanki kuytu sokakların dibinden, kaldırımın alt köşesindeki kırık taştaki delikten geliyordu sesin kulağıma. Deli kız. Ayaklarından zincirlenmiş, mahsene kapatılmış, küçük kâğıtlara yazdığı şiirleri demirlerin arasından bırakan kız.
Rüzgâr o deli türküleri dört bir yana dağıttı ya, delirdik hepimiz. Delirdik, uslandık, şiir okuduk, yine delirdik. Onları dağıtan rüzgâra alıştık biz, çığlığını kuytulardan fırlatan deli kızın nerede olduğunu merak bile etmeden.
Sonra rüzgâr esti, rüzgâr esti, şarkısız, şiirsiz.
Delilik bitti.
Şiir bitti.
Tütün Kokan Ellerinden Öperim…(Zehra Kosova)
L. Gülden Treske
Zehra Kosova için…
[1910-18 Ağustos 2001]
Sandık, mezarlı, Samsunkari, Rumelikari, İskenderiyekari, tonga usûlü; tüm bunlar tütün denkleme işleri. Hepsi zahmetli ve ustalık gerektiriyor. Özellikle Samsunkari eski bir tütün denkleme tarzı olup, Ege tütünleri ve Bafra, Alaçam, Gerze ve Sinop tütünleri için kullanılıyor.
Tütünün kalite, boyut ve tav durumuna göre özel sandıkları var. Beceri ve deneyim isteyen Samsunkari denk için, çeşitli kalitede tütünlerden oluşan binlerce demet yapmak gerekiyor (Kosova, 1996: 59).1930’lu yıllarda Türkiye’de 30 bine yakın tütün işçisi var. Çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan, çok zor şartlarda, düşük ücretle çalışan geçici mevsimlik işçiler. Genellikle de Balkanlar’dan gelen göçmenler.
Zehra Kosova da bir tütün işçisi ve tütün yapma usûllerinin hepsini çok iyi biliyor. Bu yüzden bazen erkekler kadar saat ücreti alabiliyor.
Tütüncü bir ailenin çocuğu olan Kosova, 1910 yılında Kavala’da doğdu. 1924 yılında, mübadeleyle yerlerini yurtlarını bırakıp, ailece, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti topraklarına geldiler. Savaşlar nedeniyle yerinden yurdundan olan, tüm geçmişini denklere, balyalara paketleyen, ne ilk ve ne de son olacak bu kafilede Zehra, annesi, babası, ağabeyi, iki kız kardeşi, ablası ve eniştesi, yeğenleri ile bazı akrabaları da yer alıyordu.
Behice Boran [1910-1987]: “Taksim’e doğru yürüyecektik… Dinlene, dinlene…”
L. Gülden Treske
Behice Boran [1910-1987]:
“Taksim’e doğru yürüyecektik… Dinlene, dinlene…” [1]
Türkiye’nin Güneydoğu illerinde süregelen operasyon ve çatışmalar nedeniyle ilan edilen sokağa çıkma yasakları, şiddet ve ölümlere karşı çıkarak barış ve çözüm isteyen akademisyenler, 11 Ocak 2016 tarihinde “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” adıyla bir metin yayımladı. Bildiriye çok sayıda akademisyen imza attı. Fakat bu bildiri hükümet çevrelerince tepkiyle karşılandı ve imza atan akademisyenler hakkında soruşturma ve gözaltılar başlatıldı.
Ülkemizde çeşitli “ilk”lerin kadını olan Behice Boran, bu günden neredeyse yetmiş yıl önce, siyasi görüşleri nedeniyle akademik hayatla ilişiği kesilen ilk kadındı. Boran, İstanbul Darülfünun’unda felsefe eğitimi görmüş, Amerikalı bir hocasının desteğiyle Michigan Üniversitesi’nde Sosyoloji dalında doktora yapmıştı. Dönüşünde doçent olarak Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne atandı.
1945 yılında Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav’la birlikte DTCF’deki görevinden Milli Eğitim Bakanlığı emrine alındı. Ders vermeleri engellendi. DTCF’deki olaylar ve dekanlık yazısı üzerine, bakanlıkta Behice Boran hakkında soruşturma komisyonu kurulmuştu. Bakanlık, suçlamalarında ısrarlıydı. “Hükümetin umumi siyasetine aykırı” bir dergide [Görüşler] yazılar yazmıştı. Danıştay’a başvurdular. Danıştay, dergiye yazı yazmaktan başka bir suç olmadığı gerekçesiyle görevlerine iade kararı aldı. Bu karar bakanlığı çok kızdırmış ve karar Başbakanlığa bir şikâyet yazısıyla bildirilmişti. Bakanlık, Boran’ın siyasi görüşlerinin, öğrencilerin fikirleri için tehlike oluşturduğunda ısrarlıydı [2]. Boran, bu arada Türkiye Komünist Partisi’ne girerek “örgütlü bir komünist” olmuştu. Soruşturmalar, şikâyetler devam etti. Okuldan uzaklaştırılmalarına karşı yapılan gösterilerde olaylar çıktı, dersler iptal edildi. Önce idari kovuşturma yapıldı, arkasından da haklarında dava açıldı. Dava sonucu mahkûm oldularsa da, bir üst mahkemeye itiraz sonucu beraat ettiler. Ancak, kadroları iptal edilmişti ve üniversitedeki işlerine geri dönemediler. Akademik hayatla ilişkileri kesildi. O dönemde de, “komünistlik”le damgalanmış olmak hayatları altüst etmek için yeterliydi.
Jane Jacobs
Jane Jacobs (4 Mayıs 1916-25 Nisan 2006)
L. Gülden Treske
Jane Jacobs, Amerika’da, McCarthy döneminde, cadı avına çıkıldığı yıllarda kamuda çalıştığı için politik görüşleri hakkında iki kez sorguya çekildi. Sorguda, ideolojisi olmadığını, prensipleri ile hareket ettiğini, bir yurttaş olarak da ilk ve en önemli endişesinin, fikir ve görüşlerini tüm açıklığı ile ifade edip edemeyeceği olduğunu söyledi.
Son kitabı, Dark Age Ahead (Kara Günler Yakında, 2004) yayınlandığında, Jane Jacobs seksen sekiz yaşındaydı. Doksan yaşında felçten ölümüne iki yıl vardı. 1916 yılında, Amerika’da Pennsylvania, Scranton’da doğmuş, iki dünya savaşı ve yirminci yüzyılın bütün mühendislik ve teknoloji harikalarını görmüştü. Doğduğu şehri bırakıp Büyük Buhran yıllarında New York’a geldiğinde, iş arayan lise mezunu bir genç kadındı. Daha sonra bu yılları için, hayatımın en zor dönemi diyecekti. Farklı farklı işlerde çalıştı, dergilere yazılar yazdı. Okul yıllarında kötü bir öğrenciydi ve derslerini hiç sevmedi. New York’da bu kez kendi isteği ile Colombia Üniversitesi General Studies’den ilgisini çeken her konuda dersler aldı; antropoloji, kimya, coğrafya, siyaset bilimi, zooloji gibi dersler en favori dersleriydi ve notları hep yüksek oldu. Bir dönem kamuda çalıştı, aktivistliği ve sendika üyeliği yüzünden komünist avındaki McCarthy’lerce sorgulandı. Amiri tarafından, “tam bir arıza çıkarıcı” olarak tanımlanmıştı. Sırf Sibirya’yı merak ettiği için Sovyetler Birliği’ne gitmek istiyordu ama vize başvuruları reddedildi.
Zabel Hovhannesyan- Yesayan* (4 Şubat 1878-1943?)
L. Gülden Treske
Yüz yıl öncesinden seslenerek, insanlığın kara bir döneminden bize aktardıkları, nefret ve şiddet sarmalındaki bu günleri anlamamıza bir ışık olur mu?
Görüşmelerimiz kısa ve yetersiz kalıyordu. Zaptiye de hazır bulunuyor ve Türkçe konuşmaya mecbur ediliyorduk. Bazen hiç konuşmamayı tercih ediyorduk ve bakışlarımızı o haksızlığa uğratılmış, adaletsizliği tadarak canını feda etmeye maruz bırakılmış kardeşlerimize dokunduruyorduk şefkatle, acıyla ve samimiyetle. (Yesayan, 2014, s.136)
Bu yazılanları, belirli bir yaşın üzerindeki hepimiz bir yerlerden biliyoruz.
Onu görenler, teselli bulamayan kederiyle lal olmuş bu yavrucağın resmini artık kolay unutamayacaklar. Tüm bir ulusun çocukluğu onun gözlerinde ağlıyordu. (Yesayan, 2014, s.51)
Bu yazılanı ise, bu kez gençler de dahil hepimiz biliyoruz. Bu satırların yazıldığı 2015 Ağustosunda, neredeyse her gün, unutamayacağımız bir çocuk resmi sosyal medyaya düşüyor. Bu resimlerin bazıları ana akım medyada yer alabiliyor, bazıları ise ölümleriyle bile haber olamıyor.
Olympe de Gouges (7.5.1748 – 3.11.1793)
Gülden Treske
Eğer zamanda yolculuk diye bir şey varsa, Olympe de Gouges kesinlikle bu yolculardan biriydi. Bizim dehenüz görmediğimiz çok güzel bir gelecekten, 1700’lü yıllara döndü veinsanlık tarihinde “Aydınlanma” diye geçen ama kadınlarıaydınlatamayan bir dönemde sıkıştı kaldı. O zamanlar “insanlık” ve “insan hakları” sadece erkeklerden ve erkek haklarından oluşuyordu. Kendisi gibi bir kaç zaman yolcusu çağdaşı dışında, kimsenin talep etmediklerini istedi, dile getirdi. Tutkuyla yazdı. Eşitlik, adalet, kölelik, ölüm cezası, evlilik, boşanma, evlilik dışı ilişki, kadın hakları gibi konulardaki; zamanının çok ötesinde olan taleplerinikimse anlamadı. Ciddiye alınmadı, baskı gördü ve giyotin ile idam edilerek canını verdi.
“Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” demişti. Kürsüye çıkma hakkı tanımayan erkeklik, Olympe’ye darağacına çıkma hakkını tanımıştı.
Olympe, giyotin ile öldürüldüğünde 45 yaşındaydı.
Mary Anning (21.05.1799 – 09.03.1847)
Gülden Treske
İngiltere’de, 1800’lü yılların başları; yanında köpeği, elinde bir çekiçle resmedilmiş bir kadın. Darwin’e ilham veren, dünyanın doğal tarih seyrini etkileyen, Lyme Regis’te fakir mahallelerden bir marangozun, hiç formal eğitim görmemiş, değişik ve garip kızı. Uçurum yamaçlarında, elinde çekici ile fosil arayan, bulduğu fosillerle döneminin paleontologlarına, paleontoloji bilimine yol gösteren Mary Anning.
Anning ailesi, mensuplarının üniversiteye ya da orduya kabul edilmediği, ayrımcılığa uğramış bir mezhebe mensuptular. Evleri, bir köprünün üzerindeydi, fırtınalarda su basardı. O dönemin fakir yaşam şartlarında, ailenin on çocuğundan, bir tek Mary ve ağabeyi hayatta kalabilmişti. Mary de bebekken, yıldırım çarpmasından, doktorların deyimi ile “mucizevi” bir şekilde kurtulmuştu. Bir ağacın altında dikilen üç kadın, 15 aylık Mary de kucaklarında; ağaca düşen yıldırım üç kadını öldürmüş ama Mary hayatta kalmıştı. Çevresine göre, o güne kadar hastalıklı bir bebek olan Mary, daha sağlıklı bir bebek olmuştu. Olaydan yıllar sonra da Mary’nin araştırıcı merakı, bu gün ona bilim dünyasında değiştirilemez bir yer sağlayan pırıltılı özellikleri, bazıları tarafından bu tekinsiz “çarpılmaya” da bağlanmıştı.