Sanat
Mustang filmine dair bir feminist okuma denemesi: Feminist filme sızan erkek bakışı
Ülkü Özakın
Bu yıl Fransa adına Oscar adayı olan ve Karadeniz’in bir köyünde geçen Mustang filminin artı ve eksilerini, feminist açıdan ele alan bir yazı yazmaya çalışacağım. Öncelikle ben filmi aşağıda paylaşacağım sorunlu noktalara rağmen genel olarak beğenenlerdenim. Çocuk yaşta, görücü usulüyle yapılan zoraki evlilikler, hala bu ülkede en büyük sorunlardan. Bu konuyu, genç kadınların ağzından, filmin ana teması olarak sunan bir filme çok ihtiyaç vardı.
Bir düşünelim, 1990’lardan önce çocuk olan hangimiz, ilkokul biterken sokaklardaki koşmaların “artık büyüdün kızım” sözleriyle sona ermesindeki şoku yaşamamıştır. (Böyle diyorum çünkü artık çocuklar mahalle aralarında sokakta oynama durumunu bile yaşayamıyor.) Cinsiyet farkını hiç önemsemez sandığım babamın anneme, bana iletmesi için söylediği “sen söyle, artık genç kız oluyor, bisiklete şortla binmesin bundan sonra” sözlerinin, bedenin özgürlüğünden, bedenin utancına geçişin zamanının geldiğini bildirmesini, o kırılmayı unutmak kolay değil. Mustang filmini izlemek bana o zamanları yeniden yaşattı. Erkeklerin bakışlarındaki tehdit edicilik, eskaza birinin hoşuna gidersen, istemeye gelmeyi düşünebileceğini, kendi ailen için geçerli olmasa da böyle bir gerçeğin olduğunu bilmek kız çocukları için önceki yılların çocukluğa ait coşkusunu nasıl da yok eder, tekrar hatırladım. Bir yandan ailelerin çocuklarını kötülüklerden korumaya çalışması da anlaşılmaz değil. Cinsiyet farkı konusu kolay çözülecek bir konu olmaktan hala çok uzak. Bu film o kırılma dönemine, kızların bakış açısından, her tür özgürlüğün ayrımcı biçimde kısıtlanması olarak bakıyor.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Aklımızda Kalanlar…
Melike Ölker
Bu yıl 14. kez düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 12-20 Mart tarihleri arasında İstanbul’da sinemaseverlerle buluştu. Bu yıl “Kadın Dayanışması Yaşatır” temasıyla yola çıkan festivalde birbirinden başarılı yapımlar gösterildi. Dünyanın pek çok ülkesinden gelen filmlerle seyircisine keyifli bir festival yaşatan Filmmor, kadınların yaptığı iyi sinemayı bir kez daha hatırlatıp, bizlere sunmaya devam ediyor. Aynı zamanda festival bu yıl toplu gösterimlerini, geçtiğimiz Ekim ayında aramızdan ayrılan feminist sinemanın ustalarından Belçikalı yönetmen Chantal Akerman filmlerine ayırdı ve bunun yanı sıra da; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Kadın Sineması başlığı altında Ürdün’den Fas’a, Mısır’dan İran’a uzanan bir coğrafyadan filmlerle de bizleri buluşturdu.
İstanbul, Hatay, Adana, Bodrum, Mardin, İzmir ve Van olmak üzere yedi şehirde sinemaseverlere 14. kez merhaba diyen Filmmor’un İstanbul’daki gösterimleri oldukça verimli ve keyifli geçti; tüm bu yaşananlar, tüm bu zorlu günlere rağmen bir nebze olsun nefes almamızı sağladı. Birbirinden başarılı, farklı, keyifli; kimi hüzünlü kimi komik kimi çarpıcı bu 66 filmin hepsi de kadın sinemasının ustalıklı işleri olarak hafızalarımıza kazındı. Ben de naçizane bizleri hepsi birbirinden değerli bu filmlerle buluşturan Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden akıllarda kalan birkaç kısa filmi sizler için kısaca yorumlamaya çalıştım.
Nice festivallere, nice özgür günlere, özgürce sanat yapabilmeye…
Dûr e… (Uzak mı…)
“Turnam gidersen aktaşa / Karlı dağlar aşa aşa / Hem kavime hem kardaşa / Turnam yâre selam söyle…”
2003-2013 yılları arasında Mezopotamya Dans Kolektifi’nde dansçı ve koreograf olarak yer alan Leyla Toprak, Kobanê direnişinin her daim hatırlanmasını sağlama amacıyla yola çıkarak Kobanê’de direnen YPJ’li kadınların başkaldırı ve mücadelelerini Dûr e… adlı bu kısa belgeseliyle ölümsüzleştiriyor. Hafızalara kazınması, vicdanları deşmesi gerektiğine inandığım bu belgesel, kamerasını IŞİD’e karşı dünya çapında yankılanan bir mücadele veren ve bu mücadeleyi hâlâ sürdüren ama her savaşın sonucunda olduğu gibi hayalet bir şehire dönüşen Kobanê’nin yıkıntıları arasında günlük yaşamlarını da sürdürmeye çalışan YPJ’li kadınların neler yaptıklarına, nasıl hissettiklerine samimi bir cevap sunuyor. Savaşın içinde, savaşa paralel gündelik yaşamlarına seyirciyi misafir eden kadınların dile getirdiği hikâyelerinin yanında şehre çöken gecede beyaz elbisesiyle yıkıntılar arasında, kendisine ayrılan küçücük bir alanda dans eden bir kadın beliriyor kadrajda. Karanlığı yalnızca beyaz elbisesi ve bir fener ışığıyla aydınlatan bu anlatımla bölgedeki ölenlerin ve kalanların maneviyatlarına, ruhlarına sürreal bir anlatım katmak istediğini belirten Toprak, bu yıl Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Mor Kamera Umut Veren Kadın Sinemacı Ödülü’nü aldı. Seyircilere ve sinema tarihine çok değerli, unutulması imkânsız bir belge bırakan Toprak, birbirinden farklı iki zaman dilimi kullanarak anlatıyor Kobâne’yi: Görüşmelerle doldurulan bir gündüz, fenerlerle aydınlatılan ve bekçiler dışında kimsenin bulunmadığı bir gece.
Ölüyor Olsam Şarkıyı Dinlemeden Ölmezdim…
Pamuk Yıldız
Aynı sokaklarda yürüdük,
Muhtemelen aynı kitapçılara girdik çıktık, kitaplara baktık.
Aynı belediye başkanları yönetti şehrimizi.
…
O günlerde sık sık zulmün sonu var mı diye düşünürdüm ve sonuna kadar yaşadığımıza inanırdım. Şu günlerde zulmün sonu olmadığını görüyorum ve o günlerden bahsederken içten içe suçlanıyorum.
O günlerde bizi sildiklerine inanıyorlardı, özgür olduğumuzda biz de silindiğimize inandık. Sohbetlerde, günlük kaygılarda, tatil planlarında yoktuk. Bu duygularla yaşamın eteğine yapışıp içine girmeye çalışıyordum.
“Özgür” olduktan sanırım iki ay sonraydı. İnsan Hakları Derneği’nden aileler İstanbul’a, Sultan Ahmet Meydanı’na oturma eylemi için gidiyorlardı. Ben de onlarla gidecek ama onlarla dönmeyecek, İstanbul’da gezecektim. Didar Şensoy’u ilk ve son kez orada gördüm. Didar Abla birden “… Büyü de baban sana / Baskılar işkenceler alacak / Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak / Büyü de / Büyüyüp onyedine geldiğinde / Büyü de baban sana / İdamlar alacak…” diyordu. Meydanda bulunanlar – benim dışımda – ellerini kaldırarak eşlik ediyordu. Büyülendim, dondum, nefesimi tuttum, dinledim. O an vurulsam, şarkının sonuna kadar dinlemeden ölmezdim. Yok saydıkları beni anlatıyordu, Erdal’ı anlatıyordu, oğulları, kadınları anlatıyordu. Büyüyünce babasının işkenceler, idamlar almak zorunda kalacakları anlatıyordu.
Onlar bizi yok saymak istemişlerdi ama onların yok saymalarıyla yok olmuyorduk. Şimdilerde yok saydıklarının yok olamayacağı gibi…
“Bir Kere Daha Okusanıza…”
Şebnem İşigüzel
Geçtiğimiz yazdı: İstanbul’un göbeğinde saçlarımı kestirdim. Pek kötü oldu sormayın. Şimdi uzadı tekrar eskisi gibi. Ama ilk kestirdiğimde tuhaf bir acıyla aynaya bakıp gayri ihtiyari mırıldanmıştım: “Kestim kara saçlarımı ne olacak şimdi?”
İşte o anda bir tatlı sürpriz beni bekliyordu. Hemen arkamda manikür pedikür yaptıran hanımefendi şiirin devamını okudu. Şaşırmıştım. Öyle şaşırmıştım ki bunun saçlarımı kestirdiğim bir rüya olduğunu düşünmüştüm. Bu hafif şaşkınlıktan sonra kendime geldim. Gülten Akın’ın güzelim şiirinin devamının kendi halinde bir berber dükkânında okunacağını nasıl bilebilirdim? Saçlarımı kestirmiş olmam değil ama bunun gerçek olması çok daha güzeldi. “Günün hediyesi” dedim kendi kendime.
Hanımefendi emekli öğretmenmiş. Nar çiçeği rengi ojeler sürdürdü. Torunu gelecekmiş. “Ellerimi çiçeğe durmuş nar ağacı gibi görsün, çok hoşuna gidiyor” dedi. Sordum tabii “Siz de mi şairsiniz?” diye. Değilmiş. “Gülten Akın yazmış yazacağını! Onu okumak yetti bana” dedi. Bunu yolundan alıkoyulmuş gibi söylemedi. Mutlulukla, sevecenlikle söyledi. Özellikle dikkat ettim, sesinin tınısında kıskançlık yoktu. Onun hissettiği her şey bir kadın tarafından çoktan dillendirilmişti. Bunun huzurunu taşıyordu sadece.
Deli kız Gülten…
Pınar Selek
Sanki kuytu sokakların dibinden, kaldırımın alt köşesindeki kırık taştaki delikten geliyordu sesin kulağıma. Deli kız. Ayaklarından zincirlenmiş, mahsene kapatılmış, küçük kâğıtlara yazdığı şiirleri demirlerin arasından bırakan kız.
Rüzgâr o deli türküleri dört bir yana dağıttı ya, delirdik hepimiz. Delirdik, uslandık, şiir okuduk, yine delirdik. Onları dağıtan rüzgâra alıştık biz, çığlığını kuytulardan fırlatan deli kızın nerede olduğunu merak bile etmeden.
Sonra rüzgâr esti, rüzgâr esti, şarkısız, şiirsiz.
Delilik bitti.
Şiir bitti.
Dünyada Diren! Filmine Dair Feminist Tartışmalar
Ülkü Özakın
Diren!/Suffragette filmi bu akşam özel gösterimle Türkiye’de ilk kez gösterilecek. Birkaç ay önce 59. Londra Film Festivali’nin açılış filmi olarak seçilen filmde, kadınların oy hakkı için mücadele eden sufrajet hareketinin lideri Emmeline Pankhurst’u canlandıran Meryl Streep, gösterim öncesi yapılan basın toplantısında filmin ve kendi açıklamalarının yarattığı tartışmalar hakkında konuştu. Streep, bir süre önce -hem de tam filmin tanıtımı sırasında- bir söyleşide “Feminist misiniz?” sorusunu olumsuz yanıtlayarak büyük hayâl kırıklığı yaratmıştı. “Hayır, hayır, hayır, bir feminist değil, o bir hümanist.” Time Out dergisine verdiği söyleşide, Streep, tam olarak şöyle diyor: “Ben bir hümanistim, hoş ve tatlı bir dengeden yanayım.” Alaya alınmamak ve söylediklerine itibar edilmesi için feminist olmadığını söylemek çok tanıdık değil mi? Streep, Londra Film Festivali açılışındaki basın toplantısında, daha önceki bu söyleşide kendisini “feminist” olarak nitelemeye yanaşmamasıyla ilgili soruya şöyle yanıt verdi: “Bu filmde bir ifade geçiyor; “Laf değil, iş!” diye… Benim için de aynı ifade söz konusu. Yaşamımda yaptıklarım, bir insan olarak ne olduğumu gösterir. Onunla uğraşın, sözcüklerle değil!” Streep daha sonra sinema endüstrisinin hâlâ erkeklerin egemenliğinde olmasının öfke uyandırdığını söylerken, karar alma süreçlerine daha fazla kadının dahil edilmesi çağrısında da bulundu.
Tabular, Korkular ve Kadınlar
Senem Donatan
Zehra İpşiroğlu’nun son kitabı ”Tabular, Korkular ve Kadınlar” Temmuz 2015’te E Yayınlarından çıktı. Ilık bir Eylül günü kitap üzerine söyleşi yapmak için, Eylem Ejder’le birlikte Zehra Hoca’nın evine gittik. Zehra Hoca sadece kitabının oluşum sürecini ve içeriğini değil, hayata ve toplumsal cinsiyete dair meraklarını, sorularını da paylaştı bizimle. Biz ona soru sormak için gitmiştik, ama bir anda kendimizi Zehra Hoca’nın hayata sorduğu sorulara yanıt ararken bulduk. Sohbet sohbeti açtı, muhabbet koyulaştı. Eylem sağ olsun, bu uzun ve keyifli muhabbetin ses kaydını iki günde çözümledi ama benim bu sohbeti kısaltmam, yazıyı derleyip toparlamam iki ayı buldu. Bu gecikmeden dolayı Zehra İpşiroğlu ve Eylem Ejder’den özür dilerim. Sizlere de keyifli okumalar dilerim. Umarım bizim sohbetten aldığımız tadı, siz de okurken duyumsarsınız.
S.D.: Her çalışmanın, kitabın bir oluşum hikâyesi vardır. ”Tabular, Korkular, Kadınlar” kitabının oluşum hikayesini bize anlatır mısınız? Böyle bir kitap hazırlama fikri nasıl ortaya çıktı? Çalışma süreciniz nasıl şekillendi?
Z.İ.: Bunun öncesi var tabii. Öncesi; benim toplumsal cinsiyet üzerine çalışmaya, araştırmaya başlamamla ilgili. Ben bu konuyla ilgilenmeye geç başladım diyebilirim. Aslında içinde büyüdüğüm toplumsal kesimden dolayı kadın olarak ezilmediğimi düşünüyordum, ve bazı şeyleri çok fazla sorgulamak aklımdan geçmiyordu. Ama zaman içinde kendimi, kendi yaşamımı sorgulamaya başladım. Bu bir süreçti tabii.
Cazın İsyankâr Kelebeği: Nica
Özlem Gülçiçek
Konforlu ve “normal” hayatını bırakıp, bilinmezliklere ve “tuhaf” zamanlara giden “Tuhaf” bir kadın… Macera delisi bir sorumsuz mu, kendini bulmaya çalışan isyankâr bir güzellik mi? Güneş solarken, şarabımı yudumlayıp, aklımı yumuşatıp, Round Midnight dinliyorum. Nica’yı bulmaya çalışıyorum piyanonun dalgalarında. Uzaktan gülümsüyor, “Unutma, sadece bir tane hayat var, aklını umudunla harmanlayıp yolunu bul,” diyor.
Duyduğun işaretleri duymaya çalışıyorum Nica. Hepimizin mutluluğu bambaşka ihtimallerde… Karışık ve birbirine bağlı bu ilişkileri anlamakta zorlanıyorum. Ne kadar şanslı ve güçlü olduğunu düşünüyorum. Sonra Bill Evans, Round Midnight çalarken şansı abartma diyor zarif elleriyle. Scott LaFaro’yu özlüyoruz. Ella’dan, Dexter’dan, Miles’dan, Art Pepper’dan, Keith Jarrett’tan dinliyorum Round Midnight’ı. Sonra Sonny Rollins’in Round Midnight’ında aradığım özgürlüğü ve özeni buluyorum. Hayat çok zor Minik, ama iyi ki bu güzel insanlar elimizden tutuyor…
Best-Seller’da Yeni Model: Just in time!
Aksu Bora
Grinin 50 Tonu, sevgililer gününde vizyona girdi. Fragmanı tıklanma rekorları kırmıştı zaten. Sırf bizde değil, ABD’de de. Avrupalılar seks mevzunda da hayranlıkta da daha cool’lar sanırım, sarkastik birkaç haberle yetindiler. Film üzerine bir şey söylemeyeyim, herhalde şu ana kadar Dakota Johnson’un berbat oyunculuğu, sevişme sahnelerindeki reklam estetiği, Jamie Dornan’ın Christian Grey için çok genç ve masum olduğu… üzerine binlerce şey okumuş ya da dinlemişsinizdir. Beni daha çok ilgilendiren, romanın üretim biçimi. Gelin seks dosyasına biraz ekonomi politik de ekleyelim…
Romans, çok satan romanlar içinde her zaman çok büyük bir yer tuttu; edebiyat okurlarının önemli bir bölümünün kadın olduğunu düşününce, bunun beklenebilir bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Çok satan romansın kraliçesi, uzun bir dönem, tartışmasız biçimde, Barbara Cartland’dı. 1920’lerin başından itibaren yazdığı yedi yüzün üzerindeki kitapla, kendisini bir seri üretimci olarak adlandırabiliriz herhalde. Ford’un T modeli gibi, yirminci yüz yıl boyunca devam eden, herhangi bir yazarın hayal bile edemeyeceği boyutta bir üretim. Ölümünden sonra yayınlananları da düşünürsek, tam yüz yıl, dile kolay! Ford’un bant sistemi gibi, Cartland’ın da üretimin çeşitli aşamalarında çalışanları vardı. İsimsiz yazarlar, diyalogcular, kalıpçılar, son ütücüler… Böylece, kadın kuşakları, Cartland fabrikasının altı ya da yedi kalıptan ibaret ürünlerini tüketebildiler. Cartland’ın en verimli dönemi 1970’lerdi; yılda ortalama beş kitap! 1970’lerin ikinci yarısıyla birlikte, romans türünün en önemli yayıncılarından biri olan Mills and Boon’la ortaklık kuran Harlequin yayınları, Cartland’ın çok tutan bu kalıplarını dizi isimlerine dönüştürdü (1) ve ABD başta olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde, pek çok dile çevrilen kitaplarını pazarladı. Bu, milyonlarca tüketici demekti. Ve yüzlerce yazar. Ve milyonlarca dolar. Önceleri İngiliz olmayan yazarlar istisna iken (mesela Nora Roberts’i “daha yeni bir Amerikalıyla sözleşme yaptık, dursun hele” diye reddetmişlerdi!) 1980’lerle birlikte çok sayıda Amerikalı kadın yazarla çalışmaya başladılar. Bugün romans piyasası, büyük ölçüde Amerikalı yazarların elinde. Bunun romanların içeriği üzerindeki etkileri başka bir yazının konusu olsun.
Farklı renklerde ve farklı kapaklarla – ama aynı logo ve boyutla basılan bu kitaplar, tıpkı fast food zincirlerinin yaptığı gibi, tüketiciye tam olarak neyle karşılaşacağını söylüyordu (2). O kadar ki, sayfa sayısı, kadınla erkeğin kaçıncı sayfada karşılaşacağı, gerilimin kaçıncı sayfada zirve yapıp ne zaman çözüleceği… belliydi. Sürprize yer yoktu: “Harlequin Heartwarming, sizin için öylesine önemli olan geleneksel değerlerle, yuva, aile, topluluk ve aşkla dolu içe dokunan ilişkilerle kalbinizi ısıtacak”… Ya da, “küçük kasabaları ve kovboyları seviyorsunuz! Harlequin American Romance, sıradan kadınların aşkı bulmalarının, bir ailenin ya da topluluğu parçası haline gelmelerinin, hatta belki de kendi ailelerini kurmaya başlamalarının iç ısıtıcı hikâyelerini anlatıyor…” İşletme literatüründe “ürün çeşitlendirmesi” denen şey. Hem markanın güvencesi altında, hem tüketicinin çeşitlenmiş talebine cevap verebilen geniş bir yelpaze. Ve elbette satış rakamlarının katlanarak büyümesi.
Aquellare: Müzikle Konuşan Kolombiyalı Cadılar
Pınar Selek
Aquallare, Baskça bir kelime. Cadılar Birliği demek. Fransa’da cadılığı feministlik olarak algılayan, bu işi de pek seven Kolombiyalı kadınlar 2010’da, daha dört sene önce, birleşmişler ve o tehlikeli işi yapmışlar: Örgüt kurmuşlar.
Büyük altüst oluşlar yaşayan hiçbir ülkede, hiçbir coğrafyada, sosyal mücadeleler yerel kalamıyor. İnsanlar dört bir yana dağılıyor çünkü. Sürgünler, kaçanlar, gidenler bohçalarında ülkelerinin gözyaşlarını, şarkılarını, ihtiyaçlarını, siyasi gündemini de taşıyorlar. Gidip orda burada örgütler kuruyorlar. Dayanışma örgütleri. Uzaktan devrim örgütleme örgütleri. Lojistik örgütleri.
Ya da köprüler kuran, ağlar ören örgütler… Fransa’daki Kolombiyalı feministlerin örgütü Aquellare bunlardan biri.