Vişneli Kamusallık…

paws

Değiştirmeyi istemiyorsak reçel bile kaynatmam ben!

Nilgün Toker, Emine Ayhan, Hazal Halavut, Aksu Bora

Okuyacağınız tartışma, haftalara yayılmış, hastalıklar, yolculuklar, ev taşımaları aşmış, şahsi dertlere sapıp zıplayıp dönmüş, dolayısıyla çok kesintili, uzun sıçrayışlı, hatta belki de çok “şahsi” bir tartışma. Ona tartışma değil de sohbet demeliyiz. Baştan bir tür “jam session” gibi tasarlamıştık, fakat hesaba katmadığımız şey, bu sessionların canlı icra edildikleriydi – aradan şunca zaman geçtikten sonra, ister istemez biraz şekle şemale sokulması, ayıklanması, “anlaşılır” kılınması gerekti. Dileriz ki bu haliyle bile sohbete katılanlara verdiği esini verir, belki yeni sohbetlere vesile olur.

Başlarken tek kuralımız vardı: Düşünür ismi zikretmeyecektik, sanatçılar serbestti. Buna sadık kaldık… Hemen hemen!
İyi okumalar…

Aksu: 20. yüzyıl düşüncesi içinde biçimlenmiş insanlar olarak 21. yüzyıl durumlarını kavramakta bazen zorlanıyoruz gibi geliyor bana. Özellikle politik olana, politiğin dönüşümüne ilişkin. Bir taraftan dallanıp budaklanan bir biyopolitika alanı var, bir taraftan kamusallık kavrayışımızı pek az sorguluyoruz… Bir özgürlük alanı ve politikanın kabı olarak düşündüğümüz kamusallık (bilemiyorum, artık buna bir “alan” demek ne kadar doğrudur) şimdi, 2014 yılında, nasıl bir biçim almakta ve özgürlükten şimdi biz ne anlıyoruz? Özellikle feminist bir problematik içinde, “kadınların kamusal alana katılımı” yahut “temsil” gibi meseleleri yirminci yüzyılda konuştuğumuz gibi konuşabilir miyiz?

Nilgün: Soruyu genişletelim: Bir eşitlik alanı olarak tahayyül edilegelen kamusal alan kavramının sorunlu hale gelmesi bizzat bu modern eşitlik kavramının hem özgürlükle bağı kopartılmış bir kavram olması ve hem de ve bu nedenle aslında her türden belirleme ve sınırlamayı meşrulaştıran bir kabuk hale gelmesi olabilir mi?

Aksu: Al, eli yükseltiyorum o vakit: Özgürlüğün kişisel bir mesele olarak düşünülür hale gelmesinin kamusallığın tuhaflaşmasındaki payı nedir?

Nilgün: Dahası, özgürlüğün tarif edilmiş bir sınırda ya da hadi senin terimini kullanayım, bir “kap”ta serbest dolaşım haline gelmesi, kamusallığın normatif bir çerçeveye işaret eden bir kavram haline dönüşmesine de yol açtı.

Aksu: Nilgün’üm, aslında ben seni sinir etmeyi göze alarak, özgürleştirici eylemin siyaset dışı bir imkânının olup olmadığını, kamusallık tartışmasını siyasetten ayırmanın mümkün olup olmadığını merak ediyorum. Vişneye buradan gelmiştik, hatırla. Senin evinde bütün bir gün tartışarak, dedikodu yaparak, vişne reçeli kaynatarak, uyuklayarak zaman geçirsek, bu her birimiz ve hepimiz için ne anlama gelir? Özgürlük tahayyülümüzle bu anlam arasında bir ilişki yok mudur? Bahis konusu gün, Emine neredeyse hiç birimizin tanımadığı biri olarak oradaydı, seninle biz yüz yıllık arkadaştık; diğerleriyle de her ikimizin de farklı farklı ilişkilerimiz vardı… Yani diyeceğim, bunu bir “arkadaş buluşması” olarak görmemek için yeter sebep vardı aslında. Peki, bizim o gün yaşadığımız şey neydi?

Bu, cevaplaman için bir soru değil, sadece başa dönüp kendi sorumu tamamlamak istedim.

Kaldığımız yerden devam edelim mi, hani eli yükselte yükselte arşa vardırdık da “Emine?” dedik- ama akıllı Emine zarif bir bilek hareketiyle yana çekildi. Sanki oradan gitsek iyi olur gibi- senin yerel siyaset / temsil problemleri üzerine söylediklerine giremez miyiz mesela?

Nilgün: Önce şu vişneli muhabbet… Bir dostlar toplantısı değildi ama ortak bir işe birlikte girişecek ve belki de bir yoldaşlık kuracak insanlar toplantısıydı. Kurduk mu o yoldaşlığı, herkes için bilmem ama benim için o gün orada olanlar Emine dışında zaten bir yoldaşlık içinde olduklarımdı, Emine de o gündür bugündür yoldaştır!

Ama anladım; ne nedeni, ne tarzı politik olmayan bir toplanma, bir arada olma haline “politik” diyecek miyiz? Eli yükselterek başlıyorum. Bir dünya kuran her biraradalık politiktir. Galiba buradaki mühim kelime, kurma… Asla inşa etmeden bahsetmiyorum, yani bir constitution değil, foundation.

Aksu: Ha haa, foundation ile fond of arasında bir connection var mıdır ki, buradan geri aşka bağlanıp romantik feminizm şeysi kursak?!

Peki, bu construction çağında (hem inşaat hem de hem de söke söke bir hal olduğumuz construct’lar anlamında!) bize anlatabilir misin foundation ile construction arasında ne fark var?

Nilgün: Aslında şu bizim evdeki vişneli kamusallık meselesini sen anlatınca fark ettim ki gerçekten düşünmeye değer. Birbirinden farklı (her birimizin aralarda okuduğu kitapları hatırlatırım) ilgileri de olan, tarzları çeşitli bir grup kadın bir şeye müdahale etsek mi, nasıl ederiz diye toplanmadılar mı aslında? Benim şu ana kadar düşünmediğim ama sen deyince fark ettiğim bir fark var bu toplanışta. Böyle bir müdahale, iş için toplananlar belli bir sıfatı olan erkeklerin de işin içinde olduğu bir toplaşma olsaydı ya da siyasi bir yapı içinde olan şahsiyetler (hepsi kadın da olabilir), muhtemelen önce işi halledip, sonra yemek yiyip dağılan, esasen biraz daha çerçeveli bir toplantı olurdu.

Galiba işin içine özel alana atılan faaliyetlerin de paylaşılması girince rengi değişiyor ve daha dönüştürücü bir biraradalık oluyor. Çünkü artık orada olan bir konu üzerine karar verici bir toplantıdan başka bir şey, bir yaşamı paylaşma etkinliği. Bu etkinlik, o etkinliğe katılanlar arasında daha önceden var olmayan yeni bir bağ kuruyor, öyle değil mi?

İşte “kurma” dediğim bu. Kurma bir etkinliğe katılanların o etkinliğe katılma aracılığıyla bir yeni’yi açığa vurmalarıdır. Oysa inşa etme, bir tasarım ve bu tasarıma göre biçimlendirme etkinliğidir. Önceden hiç bir tasarımın olmadığı bir deneyimi paylaşma ve bu deneyimde yeni bir dünya açığa vurmadır kurma.

Hazal: Vişneli gün üzerine tüm bunları okuyunca yazmadan edemeyeceğim, bir Çehov öyküsü mü bu anlattığınız kuzum?

Bu aşırı sıcak yaz gecesine yerleştirdim o günü ister istemez. Vişne kaynatma ve patates kızartma ve köpeklerin içeri – dışarı dolanışı, ortamda sessiz ve uyku mahmuru bir kadın, diğer kadınlar alışık ve tanıdık salınımlarını yerine getirirken onları izleyen.

Emine: Diğer taraftan, sözün kamusallık esprisi doğrultusunda uğradığı şeyleşme, eyleme eşlik eden, hiç olmazsa çağrıştıran bir şeydense eylemsizliği telafi eden bir performans haline gelişi ve kanıya batarak ayrımsızlaşması, önemsizleşmesi, güç iddiasını kaybederek kanaatlerin dolaşım ve görünürlük mekânı olarak kamusalda bir lakırdılar çokluğu içinde kaybolması.

Hazal: Hiç durmam hemen meylederim hikâyeye Emine. Edebiyat o yok-yer’i işaretleyebilen ender bir şey değil mi? Affection / duyum ve politika arasındaki o yer benim de en temel sıkıntım galiba. Bunların su geçirmeyen bölmeler gibi olması tam çılgınlık bir yandan. Vatandaş olmanın dışında politik bir alan, söz, eylem hayal edemiyor olmak, ille devletin vatandaşı değil, bir kamusala “katılan” olma dışında bir politik varoluşun mümkün olmaması, söyleyebilen, eyleyebilen özne olma halinin bu katılıma kitlenmesi. Başlangıç noktasında böyle bir esaret varken, kamusala dair hangi özgürlük talebi gerçekten özgürlükle ilgili? Kamusal bir özgürlük talebinde bulunmak ancak özgürlüğün ne olduğunu düşünmemekle mümkün. Ama diğer yandan bu çılgınlığa “katılmamak” mümkün mü? Yaşadığımız her şey bu kadar hayatiyken, gerçekten ölüm – kalım meselesiyken, gerçekten var olma – olmama meselesiyken, sürekli acil müdahalelere mecbur kalırken bu çılgınlığın “dışı” var mı? Ana – akım’dan, her şeyin ana – akımından bu çılgınlığı hiç bir şekilde tanımamayı, farkında olmamayı, katılmanın kendisini hiç sorgulamadan ve tüm gücünü buna dayandırarak mütemadi bir “katılan” olmayı anlıyorum. Ana – akımlaşmayan bir politika ya da ana – akım olmayan bir feminizm bu temel çelişkinin farkında olacak ve bu çelişkiye rağmen nasıl “katılabileceğinin” yollarını mı arayacak öyleyse? Hatta belki bu arayışın kendisi mi politika?
Emine’nin dediği, affection / duyum ve politikanın iki ayrı düzlem oluşu ve ama bunları buluşturacak bir dilin gerekliliği. Bu tırnak içinde kullana kullana yıprattığım ve ama basiretsizlikten yine tırnağa sığınacağım “katılma” hali tek meşruiyetini su katılmamış bir akıldan aldığı için, duyuş ve seziş başka bir politikanın tek mümkünleri gibi geliyor bana da.

Emine: Hazal, ne kadar iyi ifade etmişsin. Şimdi ben de kafamdakileri beceriksizce de olsa anlatmaya çalışayım. Kamusal’ı politikanın asal mekânı olarak düşünen çizgide, politika, sanırım, sivil toplumun (yurttaşların) iradesi ile siyasi otoriteninki arasında kamusal alanda cereyan eden bir çekişme veya a(nta)gonizma etkinliği olarak kurgulanıyor. Buna göre, devlet yasal ve kurumsal etkinliğiyle bu alanı “siyasal” olarak yönetirken, yani onu deliksiz siyasal gövdesi kılmaya çalışırken (Leviathan alegorisi), burayı politik içeriğinden ve potansiyelinden soyutlamak durumunda. Sivil toplum ise, devletin bu farazi alanı yutma eğilimine karşı bir tür güvence gibi tasarlanıyor. Yani devlete sivil bir yumurtadan çıktığını hatırlatıyor, bunu yaparken de haklara ve hukuka gönderme yapıyor, ortak bir konuşma ve uzlaşma zemini olarak. Devletin müdahaleleri ölçüsünde daralan ve genişleyen bir alan olarak tahayyül ediliyor kamusal (yani bu faraziyede kamusal = politik) alan. Bu alana sivil katılım arttıkça, alanın genişlediği, politik bağlarımızın güçlendiği ve devlet üzerindeki manevralama, yaptırım gücümüzün arttığı telakki ediliyor yönetilenler olarak.

Ve fakat bu soyut alanın (kamusal) içinde bir de özel alan var (matruşka bebek), çalışmanın ve yaşamsal faaliyetlerin yer aldığı bir alan olarak, burası devletin siyasal – yasal müdahalesine karşı hukuken güvencelenmiş bir alan; yani ideal olarak öyle olmalı. Ama bu kamusal – özel alan ayrımı bir taraftan yurttaşların bireysel özgürlüklerini güvenceye alırken, bir taraftan da devletin kamusal alanı politikadan ve politik ifadelendirme potansiyelinden arındırmak için işlevselleştirdiği bir ayrım olarak karşımıza çıkıyor. Aslında, bütün bu kamusal = politik kurgusunda, her bir edimin ve siyasi kavramın anlamı ve değeri devlet ve sivil toplum ayrımı doğrultusunda çatallanıyor. Bu liberal devlet – sivil toplum kurgusu dahilinde, iyi yönetilme istemiyle hareket eden, canavarın / devletin her an boşalmaya meyyal zincirlerini elinde tutma mücadelesiyle tanımlı bir sivil politika hattı var. Devletle ilişki çok amorflaşabiliyor bu hatta ya da politik mücadeleyi buradan götüren öznelerin amacının ve özgürlükle ilişkilerinin ne olduğu çoğu kez muğlâk geliyor bana. Bu bir. Çok indirgedim belki ama böyle anlatıyorum ki, bir yanlışım varsa düzeltin ve belki böylece daha belirgin bir zemin olur.

Önceden yazdıklarınıza dair bir şey söylemeden önce dedim biraz anlatayım ne anladığımı, yoksa onları es geçmiş değilim. Bir de, bugün ortak olan’a, kamusal mekânlara yönelik bir mücadele var ki, atıfta bulunduğu varsayım burasıymış gibi geliyor. Yani sönüp giden, kaybedilmiş bir liberal demokrasi özlemi; Wendy özgürlük politikası olarak sol’un son dönemde buraya kaymasını sol melankoli çerçevesinde değerlendiriyordu ki haklı. İşte burada hem liberal değer ve kavramlarla hem de devletle ilişki amorflaşıyor derken, bu melankolik amorfluğu kastediyorum. Devletten ne isteniyor ve devletten haklar istenirken, devletin kendisini duymasını, görmesini isterken bu politika, özgürlük tahayyülünden nasıl bir geri çekilmeyle tanım kazanıyor? Ya da ekonomik gerçekliğin siyasa boyutunu, yani yönetimsellik boyutunu nasıl görmezden geliyor ısrarla?

Kafamdaki sezgilere göre kabaca tanımladığım bu birinci politika hattında iletişim, hakikat, enformasyon, görünürlük, adalet, bilgi, vs. bir ton boyut var.

Nilgün: Gerçekten yorgunum ama… Şu merkezi problemimize, vişneli kamusallık meselesine geri dönüyorum. Bazen sorduğumuz sorunun kendisi tüm yanıtlardan daha büyük bir ufka sahip olabiliyor. Bu nedenle Aksu, kamusal alana bağlı bir siyasallık tanımı dışında bir siyasallık arıyorsak, belli ki sadece bir biçim, tarz farklılaşması değil, siyasal olanın tarifi bakımından bir farklılaşma arıyoruz. Aslında kadınların “özel olan politiktir” sloganını atışından beri siyasal olanı farklı tarif etme çabası var. Ama senin, bizim Çehov öyküsüne referansla bana düşündürdüğün şey, özel olanın politik olması değil, bir ortaklaşma deneyiminin, kamusallık teriminin içerdiği ortaklaşma deneyiminden farklı olması.

Kamusallık kavramı, eşitler arası bir ortaklık ilişkisi olarak ve özgürlük de bu kamusallık içinde olma gücü olarak tanımlandığına göre, galiba senin sorunla önümüze koyduğumuz mesele özgürlüğü tam da bu kamusallıktan çıkararak tarif edersek siyasallığı da başka türlü tarif edebilir miyiz meselesi.

Şimdi bu siyasal eylemi, kamusal alana katılımda, dolayısıyla karar verme süreçlerine katılımda, yani aslında ‘temsil’de tarif etmekten vazgeçmeyi, belki de temsile indirgenmeyen bir siyasal eylemliliği aramayı gerektiriyor. Ben şu katılım muhabbeti için şu cümleleri yazmıştım. İşe yarar mı?

Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, esasta toplumsal ve kamusal görünürlük ve tanınma mücadelesiyse, bu mücadelenin olmazsa olmaz yönelimlerinden biri katılım, daha doğrusu politik katılım hakkıdır. Çünkü katılım, doğrudan yurttaş olarak kabul edilmenin niteliğidir. Bu nedenle yurttaş olmanın göstergelerini nerede arıyorsak, katılım koşullarını da orada tanımlamalıyız.

Kadınlar, sadece eşit sayılanlarla aynılaşarak onların içine girmeyi katılım olarak tanımlamıyor, tersine farklar arası eşitliği temel problem olarak ilan ediyorlarsa, katılım farkın görünür kılınma gücünde aranmalıdır. Bu, katılım meselesinin kadınlar için aynı zamanda katılım alanının niteliklerini tarif etme meselesi olduğu anlamına gelir. Katılım, sadece bir yönetme etkinliğine, başkaları için karar verme süreçlerine mi katılımdır? Yoksa katılımdan anladığımız ortak yaşamı bir arada örgütleme, sürdürme etkinliğinde var olma mücadelesi midir? Başka deyişle katılım, kendi kanaatimizi başka/farklı kanaatlerle eşit muhataplık ilişkisine sokabilme gücü müdür? O halde katılım mücadelesi öncelikle katılım alanının erkek egemen tariflerden ve yapılardan özgürleştirilmesi, yeni ve farklılıkları içeren bir katılım alanı, politik alan tarifini ve mücadelesini gerektirmektedir.

Aksu: Kendimi Erol Taş gibi hissettim be! Bir Amerikan Erol Taş’ı: Ayaklarından birbirlerine zincirlenmiş köleler susuzluk, açlık ve yorgunluktan bitap ilerlerler, biri sendeler, bizimki bu anı bekliyordur, çıkarır kırbacı, şrraaakkk!!

Tam da dediğin gibi, “kişisel olan politiktir”den başka bir yerden yürümeye çalışıyorum ve bir yandan da sinsice buna yeniden dönmeyi umuyorum. Çünkü kişisel olanın politik olduğu önermesi son derece devrimci bir içerik taşımakla birlikte, “kişisel”in dünyamızı nasıl işgal ettiğini düşündüğümüzde, bu önermeyi öylece söyleyip geçmenin artık mümkün olmadığını görüyoruz. Kişisel olan sadece politik değil, mesela bütün o kişisel gelişim yavelerinin de konusu olan bir şey. Gençlik, güzellik, sağlık ve seksapel. Feminizm bize bütün bu hikâyenin politik anlamını gösterdi ama daha az yaptığı bir şey var, o da kişiselin ortaklık içinde var olabilen bir şey olduğunu vurgulamak. Haksız da değil tabii, her türlü cemaatin kadınlar için tahakküm ilişkileri biçiminde işlediğini düşündüğümüzde, “bi çekilin, kendi kararlarımı verebilirim” demek çok önemli hale geliyor. Ve fakat, kendi kararlarını verebilme hakkıyla özgürlük arasındaki bağ kopalı çok zaman oldu.

Özgürlüğü ancak işte o ortaklık deneyimi içinde var edebiliyoruz; senin de dediğin gibi, kurma eylemi içinde. Sen diyorsun ki, bir dünya kurmak, her durumda politiktir. Ben de böyle düşünmek istiyorum. Bir yandan da politikayı bir iktidar ilişkileri ağı, müzakereler ve direnişlerle örülen bir ağ olarak düşünmek, bunu zorlaştırıyor. Sanki bu politika tarifinde hayati bir şey eksik: Birlikte özgürleşme arzusu. Bütün romantik laflarımın sebebi bu; bir savaş alanıysa politika, ya direneceksin ya kabul edeceksin. Genellikle bu ikisinin arasında bir şeyler yapıp müzakere edeceksin. Bütün bunları yaparken, tıpkı akıl gibi, beden de, duygular da senin ya da kimle cebelleşiyorsan onun araçlarına dönüşecek.

Emine bize kamusal alanla sivil toplum arasındaki farktan söz etmişti, bilmiyorum aklındaki bağlantı buna benzer bir şey miydi ama benim baştan kamusalı politikanın kabı değil de politikayı sadece kamusallık biçimlerinden biri olarak düşünebilir miyiz şeklindeki acayip sorum, böyle bir yerden çıkmıştı. Biz birlikte eylerken, vişne kaynatırken, taciz ağı fikrini geliştirirken, sırtımızı güneşe verip kadın koalisyonu toplantısıyla ilgili çerçeve kurmaya çalışırken… hem bildik anlamda feminist politika alanındaydık ve hem de o kadar bildik olmayan bir şey yapıyorduk; o sırada orada olanlarla sınırlı kalmayacak bir dünya yaratmak…
O sırada orada olmayanları temsil ettiğimizden böyle değildi, onları davet edeceğimiz bir alan açmakta olduğumuzdan öyleydi. Hatırla, kimlerle nasıl bağlantı kuracağımızı konuşurken, temsilcilerin değil, bizzat orada olmasını istediğimiz kadınların adlarını andık.

Böyle olunca, “fark” fikrinden uzaklaşmış olduk- farklılıkların temsilcilerinin katılımından değil, farklılığın eyleme halinde ortaya çıkmasına izin verecek, kendini onunla yoğurmaya, biçimlendirmeye gönüllü bir ortaklıktan söz etmeye başladık…

Bana bu fark meselesi çok sıkıntılı geliyor uzun bir zamandır. Bir tür hiper realizm var, ondan olabilir. Karşılaşmalar hep temsili farklardan başka farklar ortaya çıkarıyor, belki bunu bildiğimden. Eşitliği farklılıklar arasında varsaydığımız bir ahlaki ilkeymiş gibi görmekten hiç bir zaman hoşlanmadım- bir yandan yalan geldi, bir yandan ahlaktan suçluluk duygusuna ve vicdan meselelerine kayıvermenin çok kolay olduğunu düşündüm. Yani aslında, kamusallığın bir özgürlük alanı olarak var olması, farklılıkların böyle temsili katılımıyla değil, eylem içinde ortaya çıkıp gelişecek farklılıklara kucak açabilmesiyle mümkün olabilir ancak.

Bunun için de farklılıkların yeşerebileceği eylem ve ilişki biçimleri gerekir. Borges’in o nefis hayvanlar âlemi kategorilerindeki gibi: İmparatora ait olanlar, eğitimliler, denizkızları… Ancak o zaman o acayip “kesişimsellik” kavramının işaret ettiği kabız politikadan başka bir şey hayal edebilir hale geliriz (sınıf, cinsiyet, ırk, etnisite… aaaaayhhh!!)

Bunları yazdıktan sonra, aklıma yirminci yüzyıl başından bazı harika kadınlar geldi, feminizme haksızlık ettim biraz galiba. Çünkü onlar tam da insanın varoluşuna ilişkin meselelere girmişlerdi; erkeklerin yarattığı dünya ile kadınların yaratabileceği dünyayı karşılaştırırken, tabii ki birlikte yaşamaya ilişkin ütopyaları vardı. Bu kadınlar arasında lezbiyen ilişkilerin, çok derin dostlukların, birlikte yaşam deneyimlerinin bir daha görülmeyecek kadar sık yaşanması da buna işaret ediyor sanırım. ‘70’ler feminizminin hiç beceremediği bir şekilde birbirini sarıp sarmalama (ben ‘70’ler feminizmine hiç sempati duyamıyorum galiba!).

Nilgün: Hah işte Aksum, benim kadın bilincine sahip olmamı nasıl sağladığın da açığa çıktı böylece (Battaniye de bunun parçası unutmayalım).

Ben epey önce, “kişisel olan politiktir” sloganını, sadece özel alana ittirilen niteliklerin de bir varoluş tarzına işaret etmek bakımından politik alana dahil oldukları şeklinde değil, ama aynı zamanda belirlenmemiş, bir yerleştirmenin ifadesi olmayan bir “özel” olana sahip olma, yani kişi olma hakkı olarak da okunması gerektiğini senden öğrendim galiba.

Kişi olma meselesini özellikle modern kamusallık tanımı, tamamen hukuksal bir hak öznesi olmaya indirgemişti. Bence şimdi değiştirmemiz gereken şey bu işte, hak özneliğine indirgenmeyen, yani hukukun tanımasına indirgenmeyen, bir “kendi” olma özgürlüğü olarak okuyalım. Bu galiba sadece belirlenmemişlik değil aynı zamanda kendi belirlenimlerini yaratabilme, kendisine bir dünya kurma özgürlüğü. Evet, karar verme, yargıda bulunma ama kurulmuş dünyanın karar mekanizmasına katılma anlamında değil, değiştirme, yıkma vb. kurulu olanın dışından konuşma ve hatta dışında olduğunu, olacağını ilan etme özgürlüğü. Ne dersin?

Emine: Hocam, aslında sizden farklı olarak, politikaya veya politik mücadeleye aktif katılımı olmayan biri olarak büyük laflar etmekten ziyadesiyle çekiniyorum, biraz bu yüzden de sessiz kalıyorum çünkü bu düzlemden olası konuşmamla bir yabancılık içerisindeyim. Edebiyata huzursuz kaçış belki bu yüzden.

Gene de derdimi anlatmaya çalışayım: Politikanın kamusallıkla eşitlenmesinin baştan bir eşitsizlik kabulü içerdiğini düşünüyorum. Şöyle ki, kamusal alan bir görünürlük ve işitilirlik mekânı ise, yani bir çeşit theatrum ise, izleyicilerin ve oyuncuların bulunduğu, her durumda bu alanın dışında kalanlar olacağı bellidir. Buraya geçim derdinden, dolayısıyla vakit sıkıntısından ötürü katılamayanlar, sesi duyulmayanlar, karanlıktakiler, aşağıdakiler (düşünür zikretmiyorum:)). Yani Atina demokrasisinin görünmeyen yüzleri. Bir diğer sorun da şu, burada işitilmenin ve görülmenin, görünürlüğe, tanınırlığa, vs. taşınmanın bazı kaçınılmaz kuralları olacak. Kamusalda yer tuttuğu varsayılan ideal seyirci kitlesinin anlama kiplerine uygun bir dile dökülmesi gerekecek, orada sesini duyurmaya aday olan deneyimlerin, yani bir vasata indirgenmesi ve bu süreçte ister istemez temsili bir dile kayması gerekecek. Sonra da, ardı arkası kesilmeyen, her biri diğerine sesini duyurmaya çalışan bir konuşmacılar kalabalığının yakarışları, görülme nidaları, “siz bizi neden görmüyorsunuz”lar, vs. sadece bu duyurma esprisinin anlamını tam olarak çözemiyorum.

Hegemonik bir bağlamda, gerçek bir – aradalığa bel verecek konuşmanın imkânsızlığını ve iletişim bağlamının içerdiği şiddeti Kafka “Dönüşüm”de çok güzel anlatıyor. Gregor hâlâ oda kapısının diğer yanından ona seslenmekte, ona odadan çıkmasını, işe gitmesini söylemekte olan ailesine ve müdürüne derdini anlatmaya çalıştığını zannederken, onlar bir hayvan sesinden başka bir şey duymazlar. Halbuki Gregor her zamankinden daha anlamlı cümleler kurduğunu düşünmektedir o sırada. Gene de odadan çıkmaya, dışarıdakilerin yanına gitmeye çalışır; çünkü hâlâ onlara bir şeyler anlatabileceğini düşünmektedir. Çıkar ve konuşmaya başlar ama karşısındakilerin tek gördüğü radikal bir ötekiden, bir Hayvandan ibarettir. Ardından, onu yine odaya sokmaya çalışacaklardır şiddetle. Üstelik Gregor’u anlamadıkları ve ortada anlaşılacak bir şey olmadığını düşündükleri gibi, Gregor’un da onları kesinlikle anlamadığını düşünmektedirler. (Ondan kurtulmaları gerektiğini söyleyen kız kardeşe dönerek) “Bizi anlayabilseydi eğer”, diye yineledi baba (ve kızının düşüncesine katılarak) “o zaman onunla belki de uzlaşabilirdik. Ama bu durumda…” hepimizin de bildiği gibi, Gregor’u öldürmezler ama aslında öldürürler, ona sonuna kadar müdahale edilen bir özel alana tıkıp ve yemek verip, sessizliğe, anlam-sızlığa ve ölüme terk ederek. Peki, Gregor ne yapabilir? Ancak çalışırken ve aileyi, patronları, toplumu memnun ederek insan kalabilen Gregor?

Nilgün: Emine işte tam da bu nedenle eşitlik kavramını yeniden tarif etmeli. Kamusallık herkesin olduğu alan ise, tam da bu herkesin içine dahil olamama krizi –haklısın, aynı zamanda bir görünmezlik krizi. Ama bu krizi belki bu “herkes” denen şekilsiz yığının içine katılmayla değil de ya da katılımı dahil olmada değil de herkesin kendi ortaklığını diğerine benzetmeden ve kaynaşmadan taşıyabileceği bir çoğulluk arayışına yönelişle aşsak. Şöyle diyorum: Bence siyaset, siyasal alana katılma gücüne sahip olanlar arası ilişkide her türlü dinamiğini kaybetmiş, olsa olsa bir kodları belli oyun etkinliği olur. (Hani şu satranç benzetmesinin uygunluğundan bahsediyorum.). Oysa siyasal dinamizm ve belki siyasetin kendisi tam da bu güce sahip olmayanların, dolayısıyla hukuksal olarak eşit ama özgür olmak bakımından denk olmayanların, özgürlüğe, dolayısıyla kendi olma gücüne sahip olma etkinliği olarak tanımlasak. Böylece siyaset kamusal alanda gerçekleşen bir oyun değil hem kendini dolayısıyla hem de kendine ait dünyayı kurma etkinliği olsa…

O zaman belki diğerleri tarafından kabul edilme, görünürlük meselesi şu soyut “herkes tarafından tanınmak” olarak değil, görünmek istediklerimize karar verme gücünde tanımlanır. Ha?

Aksu: Bence şu “kendi olma hakkı” mevzuna girmek lazım- yoksa kamusal alanın bir tür sahne / er meydanı olmayabileceğini hayal etmek zor. Nitekim bildiğim kadarıyla alternatif kamusallıklar ile ilgili teorik çabalarda da böyle bir düğüm noktası var. Yani, Gregor Samsa’nın meselesi kendi olmak mıydı (böcekken mi kendiydi?!), işitilmek miydi?

Nilgün: Gregor Samsa’nın kendiliğini arayışının bile imkânsız olduğu bir toplumsal karanlığı tasvir ettiğini düşünüyorum Kafka’nın. Oysa benim demek istediğim, tam da senin dediğin gibi kamusallık sahnesinde kendi oyunumuzu oynayabilme gücü. Kamusal alanı sadece bir soyut eşitlikler ağı olarak değil, herkesin kendi oyununa sahip olabileceği, bu nedenle de aslında çatışmalı (conflict’den bahsediyorum, karşıtlıktan değil) bir alan olarak tanısak ve Marx’a bir selam versek… (Marx yasaklı olmayan filozoftur, onun her tür yasaktan muafiyeti var!) Derdim kamusal sahneye bireysel giriş değil, tam tersine farklı ortaklıkların, yani farklı biraradalıkların sahnesi olarak kamusallığı tarif etmek. Ama bu biraradalıkları da kendiliğinden, hazır kimlikler olarak değil, kurulmuş iradi bağlar, yani bir tiyatro grubu gibi bağlar şeklinde tasavvur etmek istiyorum. Çünkü kendi olma, bu kendiliği bir tanıyan olmadığı sürece solipsist bir kendine kapalılıktır ki tam anlamıyla a-politik bir kendilik tasavvurudur. Tüm bireyci yaklaşımlara (varoluşçu bireyciler de dahil) egemen olan benliği bir tür monolitik bütünlük olarak görmeden de özgürleşen, ama kendi olma hakkını, kendisini görünür kılacaklarına ve tanınma biçimine karar verme hakkı olarak da okuyabilen bir zemin arıyorum.

Aksu: Bu söylediklerin, ismi lazım olmayan kişilerin bahsettiği “çokluk” gibi tınlıyor. Öyle mi?

Nilgün: Hadi artık en azından bir Arendt diyelim. Evet, tam da onun bahsettiği çoğulluk ve çokluk…

Aksu: Ben biliyordum işin buraya geleceğini!

Peki, o zaman, ateistler şunu da cevaplasın: Kamusalın ışığı dışında kalan böceklerin durumu ne olacak? Onları ışığa mı çekeceğiz? Ki onları ışığa çektiğimizde hiç bir zaman kendilerinden ibaret kalamıyorlar.

Düğünde oynayan başörtülü kadınla ilgili yorumları gördünüz mü? “Türbanına sıçayım” şeklinde özetlenebilecek bir şey. Politikanın burnumuzun dibinde bitmesi. Her şey bir işaret, bir sembol, başka bir şeyin temsili.

Nilgün: Oysa ki ne güzeldi… Başka dünyaya ait olduğu iddia edilen bir dansı bir başka dünyanın içine sokuvermişti…

Aksu: Değil mi? Ama yanlış yerdeydi, temsil ettiği şeyle yaptığı şey uymuyordu- kendisi bilmese ya da istemese de, temsilciydi o. Hepimiz gibi.

Nilgün: Galiba şu temsil meselesine yüklenmek lazım. Temsillerin değil, gerçek kişinin, yani agent’ın arzusunun, isteğinin, yargısının, beğenisinin, iradesinin görünürlüğü… Toplumu küçültmek lazım bunun için, siteye dönmek lazım, biliyorum.

Aksu: Koskoca Platon’un bi bildiği vardı heralda!

Nilgün: Sana Sokrates lazım, bırak özel alanı, kamuya bak desin! De… Aristoteles haklıdır, ahlakın ve sorumluluğun iki ayrı türü vardır ve bu ikisi arasındaki bağ da karakterdir!

Aksu: Ahh, tabii ya, “karakter aşınması” ha?

Hazal: Vişneli gününüzde yoktum. Ama bütün bu anlattıklarınızdan sonra vişneli gününüz bende var. Bir hayal olarak, bir imge olarak var. Çehov okurken duyduğum, sezdiğim şeyle sizin vişneli muhabbetinizden bende kalan hissin birbirine bu kadar benzemesi, bu iki içinde olmadığım dünyanın benim için ve benim içimde bir dünya kurabilmelerinden. İçinde olmadığım bir dünya benim dünyama nasıl sızabiliyor? Bir davetle mi? Orada, sadece orada bulunanlar tarafından kurulan bir şey, nasıl benimle de ilgili bir şey olabiliyor? Bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir evde, birkaç kadının yaz sıcağında bir öğlen sonrası vişne kaynatırken birlikte kurdukları şey nasıl benim için de bir dünya kurabiliyor? Açılmasıyla galiba. Bir romanın, bir hikâyenin okura açıldığı gibi. Yani ille tarif edilmiş bir alan ve o alana bir özne olarak katılımım ya da o alanda temsil edilmiş olmam gerekmiyor orada o gün kurulan dünyanın benim kendimi ve dünyayı duyuşumda bir tecrübeye dönüşmesi için. Aksu Hoca’nın en başta sorduğu soruya dönersem, peki neydi sizin orada yaşadığınız? Bir yaşamı paylaşma etkinliği ve o etkinliğe katılanlar için bir yeni’yi kurma, yeni bir dünyayı açığa vurma demişti Nilgün Hoca. Bunun neden politik olduğunu ve politik olanın ne olduğuna dair başka türlü bir ihtimal yarattığını şöyle anlıyorum: O etkinliğe katılmamış olsam da orada açığa çıkan yeni beni ve başkalarını kendine katabilme potansiyeline sahip. Tabii ki benim irademle, isteğimle, hevesimle. Ama esas mesele o yeni’nin bir başkasına açılması ve o bir başkasının da bir alana, gruba, toplama değil o yeni’ye yaklaşma isteği. Daha önce özgürlükle ilgili söylediğim, özgürlük talep etmenin ancak özgürlüğün ne olduğunu hiç düşünmeden mümkün olabiliyor olması bunla ilgiliydi sanırım. Verili, kurulu, tasarlanmış ve yönetilebilir olana dair ve bunların alanındaki mücadeleler, verilmemiş, henüz kurulmamış, tasarlanmamış ve yönetilemez olan aranmadığı için ana akımlaşmıyor mu? Özgürlüksüz özgürlük, eşitliksiz eşitlik, adaletsiz adalet talepleri kamusalı ve politik olanı yapan. Oysa sizinki bir biraradalığın açıverdiği o yeni, gündeliğin içinde bir tür yırtılma gibi. Yırtılan şeyin deneyimi o günkü dünyayı kuran. Yırtılan şeyin ne olduğu, altından neyin çıktığı, gözünü yırtığa dikersen ardında neler görülebileceği, bu arayış da o kurduğunuz dünyayı bana ve başkalarına açan. Benim azıcık da olsa umutlu olmamı sağlayan tek şey bu yırtılma anları galiba. Ama en büyük umutsuzluk da o yırtıkların ne kolay kapanabildiğini, gözünü yırtıktan çektiğin anda kendini kapattığını görmek. Hangi birlikteliklerin, nasıl biraradalıkların bu yırtılmaları yaratabildiğini düşünüyoruz galiba bir yandan. Dünya diye verdikleri şeyin kumaşında bir anda açıverdiğimiz o yırtık, bir şeyin yırtıldığına dair bir duyuşun, sezginin, hissin tecrübesi gibi geliyor bana. Bir şey oluyor anda. Ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bir şey olduğunu biliyoruz. Kendi olma özgürlüğü, kendine bir dünya kurabilme özgürlüğü, o yırtılma sesinin peşinden gidebilme iradesi de sanki. Anı zamana taşımak. Kamusalın, politikanın kabı ya da örtüsü, belki kumaşı olarak birlikte açtığımız o yırtığa yama yapmasına, onu kapamasına izin vermemek. Kişisel olanın gerçekten politik olduğu an yırtığına ve yırttığına sahip çıkma iradesi oluyor galiba bu durumda.

O kadar uçtum ki alçalamıyorum şu an. Biraz durayım, bakayım, zevkine mi kaptırıp gitmişim yine.

Aksu: Yırt ki güzel sinen görünsün / Kamusalı dağıt şanın yürüsün / Sahip çık yırtığına / Özgürlük bayrağına!

Nilgün: Hazal sanırım peşinde olduğumuz şey son iki cümlende saklı: “Kamusalın, politikanın kabı ya da örtüsü, belki kumaşı olarak birlikte açtığımız o yırtığa yama yapmasına, onu kapamasına izin vermemek. Kişisel olanın gerçekten politik olduğu an yırtığına ve yırttığına sahip çıkma iradesi oluyor galiba bu durumda.”

O halde bizim aradığımız politika, herkesi bir birlik olmaktan çıkaracak bir politika… Sanırım tam bu noktada söylemek lazım. Siyasal olan uzlaşma ediminde, yani hukukta değil, uzlaşmamada, yani eylemde açığa çıkar. Başka türlü dönüştürücü ve devrimci olacağı kanısında değilim. Tıpkı artık demokrasiden anladığımız şeyin, ancak devlete devletlik yaptırmama gücünü isteme olarak tanımlanması gerektiği gibi.

Senin terimine geri döneyim, her bir yırtık devrimci bir andır. İşte mesele, yine senin terimine dönüyorum, bu anı zamana, dolayısıyla tarihe sokmak…

Emine: Aslında, Flaubert diyor ya hani, “politikadan anladığım tek şey ayaklanmadır” diye, sanırım ben de o kafadayım. Ama öyle bir ayaklanma ki, evlere dönüşümüz hiç olmasın, gerçekten gemileri yakalım. Aksu Hoca’nın şu sözleri hislerimi açıklıyor aslında: “bir savaş alanıysa politika, ya direneceksin ya kabul edeceksin. Genellikle bu ikisinin arasında bir şeyler yapıp müzakere edeceksin. Bütün bunları yaparken, tıpkı akıl gibi, beden de, duygular da senin ya da kimle cebelleşiyorsan onun araçlarına dönüşecek.”

Şimdi düşünüyorum, Aksu Hoca’nın dediği şu ışığa çekme meselesini, ışığa çekince ışığın kendi işleyişi gereği geriye kalan artık karanlık parçaları. Karanlıktakiler var, yeterince dil varlığı olamayanlar (ve bu yüzden sözüm ona temsil edilmesi gerektiği düşünülenler, tüm bu oyunlara bakıp küfrü basanlar), meram onları hâlihazırdaki politik alana bir çatlak olarak, bir yırtık olarak eklemlemek olsun ama bu dâhil etme ve politik alanı bu genişletme oyununda gene de bir bakiye kalıyor, kalmak zorunda.

Mesela kafamdaki şu aslında, aptalca gelebilir ama soruyorum yani almak zorunda değiliz, Kürtler siyasal bir grup olarak Türkiye politik alanına bir çatlak olarak dahil olmaya çalışıyor, tekçi yapının belirlediği alanı genişletmek gibi bir saikle. Bir yandan legal siyasetin dilini temsilciler vasıtasıyla daha iyi kullanmayı öğrenirken, bir yandan da modern hayatın önemli alanlarında da temsilci özneleri (akademisyenler, entelektüeller, sanatçılar, vs.) yerlerini alıyor. Bir taraftan daha iyi konuşmayı öğrenmiş, okumuş temsilciler bunlar ama bir yandan da kendini hâlâ taşla ifade eden (evet, bu da sonuna kadar geçerli bir ifade aracıysa eğer) daha aşağıdaki bir çoğunluk var. Kürt siyasal hareketini diri tutan tabaka bu ama legal siyasetin diline tercüme edildiklerinde ne yiyip ne içtikleri, ne hissettikleri eksik kalmıyor mu? Meseleyi sadece Kürtlerin politik alana dahli bağlamında değerlendirdiğimizde bir şey eksik kalmıyor mu? Ya da fazla gelmiyor mu? Hangi Kürtler dahil oluyor, hangileri olmuyor? Ve bir bakıyoruz ki, o birleştirici temsili çatı birden ortadan ikiye ayrılıyor, ışığa çıkanlar ve çıkmayanlar. Yani kendini taşla, haykırışla, küfürle ifade edenler ne olacak? Makbul bir politik dil varlığı haline gelemeyenler, bunun olanaklarına sahip olamayanlar, pazarlığa sabrı olmayanlar, masalara oturmak istemeyenler? Bu sadece Kürt hareketi için geçerli değil elbette.

Devleti yönetemez hale getirmek, krize sürüklemek ile daha iyi yönetmesini sağlamak iştiyakındaki iki politika ayırt edebiliyorum. İlki devletle net bir sınır çekmiş, ikincisi gözünü devletten alamıyor, ona tutulmuş, kabullenmiş, sürekli ertelenen bir oyunu oynuyor. İlki ödünsüz bir özgürlük arzusuyla dolu. Ve gerçekten iyi bir hayatın bedelinin ağır olacağının farkında, ikincisi canlı kalma süresini uzatmaya adayken özgür bir hayatın anlamını çoktan unutmuş. Geçenlerde Marcos’un konuşması kafama dank ettirdi: “Müzakere etmek ve savaşmak arasında kalmamıştık, ikilemimiz ölmek ve yaşamak arasında gerçekleşiyordu,” diyordu. “Yaşamı kurmayı seçtik, ama bunu bir savaşın ortasında yapmak zorundaydık.” Devletlerin bunca şiddetli olduğu, sermaye koşullarının hepimizi dört yandan zincirlediği bu çağda, “bir yaşam kurmak,” yani özgürlüğü gerçekleştirme yolunda kurucu bir adım atmak gerçekten ölme – öldürülme ilişkisinden ne kadar azade olabilir? Marcos’un konuşmasında melankolik solun ölüm saplantısından farklı bir şey var; o da, bu koşullarda gerçek bir hayat kurmanın, hayatın değerini belirlemenin, devletlere ve savundukları tüm sermaye ve iktidar düzenine sonuna kadar direnmek anlamına gelmesi. Burada yüceltilen ölüm değil, hayat: “Yaşam için ölüm zorunludur ve bu yüzden yaşamak için, ölüyoruz.” Şimdi çektiğim zorluk şu, biliyorum basit bir çalışanım, kimse için, kendim için bile bir kurtuluş olamam ve özgürlükten dem vurmak bana ayıptır ama onun nasıl bir şey olduğunu düşleyebiliyorum. Ve bu yaşadığımızın tam zıttı bir şey olmalı. Ben özgürlüksüzlüğü iyi tarif edebilirim, belki de bunu yapmam gerek, onu dürüstçe aklımla kavramam gerek (Kafka bunu yapmıştı, o yüzden bana iyi geliyor; çünkü benim gibi). Lafı çok uzattım biliyorum, çok duygusal da gelebilir ama özgürlükle politikayı ilişkilendirmek için, hayatın ve ölümün değerini, devletlerin ve hâkim sınıfların tam tersi biçimde tanımlayabiliyor ve edimselleştirebiliyor olmamız gerekmez mi? En azından konuşup düşünürken daha ödünsüz olabilmemiz, madem özgür değiliz, en azından adından taviz vermememiz.

İşte çıplak hayata indirgendiğimiz bu koşullarda politikanın hayat ve ölümün değerini yeniden değerlendirmekle çok alakalı olduğunu düşünmeye başladım.
Marcos’un konuşması şurada: Toplumsal Dayanışma Ağı

Nilgün: Devleti yönetemez kılma derken de gözünü devlete dikmeyi değil, onun kontrol edemediği alanlarını çoğaltmayı kastediyordum…

Marcos’a gelince, özgürlüğü özgürsüzlük bilincinden yakalamıyor muyuz zaten, tıpkı yaşamı ölümlülük bilincinden yakaladığımız gibi. Değeri veren olumsuzlamanın bilinci değil mi?

Aksu: Nigel Thrift diye bir adamın kitabını okuyorum şu sıra –iradenin pek de varsaydığımız gibi doğrusal hareket eden bir şey olmadığı hakkında konuşuyor- o doğrusal olmayan mesafe içinde nelerin olup bittiği hakkında. Bunu aklımda tuttuğumda, ışık ve karanlığın hem taş atmakta ama hem de güzelce anlatmakta bulunabileceğini seziyorum. Biliyorsunuz, Fransız feministler işte o güzelce anlatmadaki karanlığın peşine düşmüşlerdi dile düşüp boğulduklarında. Fakat şimdi, Emine’nin söylediklerine baktığımda, karanlığa girmenin psikanalizden daha iyi yolları olabileceğini de seziyorum.

Nilgün: Galiba belirsizliğe değil de belirlenimsizliğe açılan kapıyı arıyoruz da bunu Platoncu ışık – karanlık metaforlarıyla ararsak mecburen “gerçek”in dilsizliğine gelir ve dile gelemeyeni görünür kılma gibi benim a-politik bulduğum politikanın estetizasyonuna düşeriz… Ben iradenin belirsizlikte, karanlıkta değil mümkünde, imkânda kurucu olacağı kanısında olduğumdan, istemede, yargıda bulunmada, eleştiride ısrarcıyım.

Aksu: Platon dendiğinde sinirin kalkıyor, fark etmediğimizi sanma!

Peki, bu “isteme”nin dolambaçlı yolları hakkında bir şey söyleyecek misin bize? Mesela diyelim hepimizi saran bir korku ikliminde (ozon tabakası delindi diye, teröristler memlekette yuvalandı diye, deli dana hastalığından… bir sürü şeyden korkabiliriz) istemenin hedefi güvenlik olabilir. Aynalı gözlükleriyle her şeye hâkim olduğu izlenimi veren birine kendimizi teslim etmek isteyebiliriz, bunu yapabiliriz. Diyeceğim, bütün bu kamusallık, istemin ortaya çıkmasıyla özgürleşme hikâyesi bizi yeniden akla güven noktasına getirmiyor mu? Ki güvenilmezliği yüz yıldır kanıtlanıp durmuş olan şey. Biliyorum, tartışmayı on adım geri çekmiş oldum bunu sorarak ama oraya dönmezsek geldiğimiz düğümü çözemeyecekmişiz gibi.

Nilgün: Yok… Tam o cümleyi yazıp gönder tuşuna bastığımda, AKP köşk aday merasimi salonunu gördüm ve dedim ki, isteme, olan bitene karşı kendini konumlarsa aslında a-politiktir, yani ihtiyaçlar, serbestlikler vb. Oysa biz nerdeyse yüzyıllardır şu ülkede gün yüzü görmemiş, miktarı şu ya da bu olmuş insanlar, tüm bu güç oyunları, tahakküm tarzları içinde özgürlüğün imkânı düşünün gerçekleşme yollarını arayıp duruyoruz. Diyelim ki isteme bir şimdi’ye gömüldüğünde dönüştürücü değildir ama gelecekse yönelimi, yani ihtiyaçlar değil insani istemeden bahsediyorum, (bütün aydınlanmanın ilkesinin özgürlük olduğunu söylediği ve esasen insanı ahlaksal ve politik varlık kılan şey olduğunu söylediği) veri olana, dolayısıyla doğayı ve doğallığı aşmayı mümkün kılan istemeden. Necessity ve willing arasındaki farktayım yani. Willing iradenin kendisini gerçekleştirmek üzere eyleme geçmediği durumda yoktur; oysa ihtiyaçlar doyurulsa da doyurulmasa da vardır. Eylemsiz var olmayan istemedir muradımız…

Aksu: Olduğumuz değil de olabileceğimiz şey… İşte beni düğüm eden de burası. Olabileceğimiz şeyin, muhtemel olanın, geleceğin iyi olduğuna dair inancımız bu kadar sarsılmışken biz umut ilkesini hâlâ orada arayabilir miyiz?

Nilgün: Valla ya gideceğimiz yer akla güvende temellenen bir umuttur ki bu epey sarsıldı… Ya da geleceğin bir kategori olarak ortadan kalktığı bir dünyada, yani yönelim olarak ortadan kalktığı bir dünyada bu kategoriyi yeniden tarihe sokma isteğinde temellenen ve bu isteğin temelde bir değiştirme iradesini açığa çıkaracağıdır umut… Geleceğin daha iyi olacağına daha iyiyi istemezsek güvenemeyiz tabii ki…

Aksu: Haha haaaa… Yıllar önce “Leninist feminist” lafını yediğimde bunun o kadar da kötü bir şey olmadığını düşünmüştüm. Oraya doğru pupa yelken gidiyor muyuz ne?

Nilgün: Biz devrimci teoride kalalım, devrim yapanların da bir bildiği vardı herhalde!

Aksu: Bütün bu affective konuşmanın sonunu Lenin’e bağlayalım, tam olsun!

Nilgün: Ayrıca değiştirmeyi istemiyorsak reçel bile kaynatmam ben! Vişne bahçesi bir ortam, konuştuğumuz şeyi hayatın içinden kılan bir ortam ama her koşulda ne konuştuğumuz ve ne istediğimiz esastır.

Benim itirazım olmaz da gençler tir tir titrer diye korkarım… Onlar için Lenin öcü bizim için ne olursa olsun devrim yapmış biriydi…

Aksu: Bizimkilerde titreyecek göz yok bence!

Ve fakat, vişne bahçesi ortamının “kendi olma hakkı”nın imkânı olarak nasıl bir anlam taşıdığını konuşmalıyız bence. Başta sorduğum soru, buna ilişkindi: Kamusalı da bir özgürlük alanı olarak tasavvur ederken aslında hep bunu düşünmez miyiz; kendi olma hakkı ve imkânı. Özgürlük esasen budur çünkü olabileceğin şey olma. Kamusallık temsil üzerinden kurulduğunda, olduğun şey öyle bir gerçekliğe dönüşüyor ki, olabileceğin şeyin arzusuna, hayaline bile yer kalmıyor. Platoncu ışık / karanlık ikilisi aklıma bundan gelmişti. O kadar fazla ışık var ve bu ışık kendini o kadar haklı görüyor ki, karanlıktakinin duyulması ancak ışığa çıkarak oluyor. Arendt’in bahsettiği “kamusalın aydınlığı”nın içimde yarattığı sıkıntı sanırım hep böyle bir şey oldu (aslında Leninizmin sıkıntısı da bu değil midir: Temsil!)

Neyse, bilmiyorum ne kadar anlatabildim, bu karmakarışık lafları ortaya atabilme güveni de sanırım “kendi olma hakkı”mla ilişkili ve vişne bahçesiyle!

Çünkü bir şeyin temsilcisi olarak eylemekle değişime ve olabileceğin şey olmaya açık biri olarak eylemek arasında çok büyük fark var.

Emine: Ben Lenin’i çok derinlikli bulurum hocam, üstadımızdır, doğruyu söyleyenden neden korkayım:) Akıl ve politika falan deyince nedense aklım irrasyonel şiddet meselesine kayıyor ama bir kısa devre olarak değil ha. Bir araç olmayan, bir çeşit doğrudan demo-krasi edimi olarak irrasyonel şiddet, kendini aklileştirmeyen, gerekçelendirme ihtiyacı duymayan, bir tasarıya yönelmeyen bir şiddet. Şu an bu tartışmayı açma kapasitesine sahip olmamakla beraber (okumalarım çok keyfi düzeyde, hâlbuki önemli bir konu), burada politikanın ve özgürlükçü politik dilin çeperlerini belirleyen bir şey var. Aşağıdakilerin irrasyonel şiddeti meselesine gelindiğinde, kamusal politikalarımız sapır sapır dökülüyor. Bu şiddetin sembolik örnekleri de var, mesela Sabahattin Ali’de, Turgut Uyar’da, Edip’te. Orada adaletten ve özgürlükten bir reflection için olsun geri durmama tavrı var. Bir taraftan da, kurucu – rasyonel – araçsal bir şiddet ediminin (devrimci şiddet dersek) tekrar yasa – kurmaya başlayacağına ve yönetenin / hakim sınıfın pragmatik ve örtük şiddetini meşrulaştırmaya eninde sonunda hizmet edecek olduğuna ilişkin bir farkındalık. Ama irrasyonel şiddette bir ertelenmemişlik, bir ödünsüzlük var ki Marcoslar misal bunun iyi bir örneğini sergiliyor. Memlekette şiddetten geri kalana baktığımızda, devletle ne idüğü belirsiz bir müzakereye, dönemlik taktiklere, akli beklentilere feda edilmiş, orta sınıf politikası ile hemen şimdi adalet, özgürlük, kendi olma arzusu arasında bulandırılmış bir şeyler. Kamusalın aydınlığı, aklı, dili her durumda hegemoniktir, kurumları, yerleri, ilişkiselliği şiddet içerir. Ama irrasyonel şiddet edimlerinde (ister kişisel ister gruplu) hem direniş = hayat sergilenir, hem de hâlihazırdaki düzenin aklı boşa çıkartılır. Yani güzeldir, vişne bahçeme dalarsan ben de sana dalarım, özgürlük benim fıtratımda var gibilerden, hem çok politik hem çok poetik.

Tüm bu nedenlerle irrasyonel şiddete gidiyor kafam. Çoğunluk eşitsiz koşullarda yaşıyor ama bir de bilginin, bilgililik kategorilerinin hâkim işleyişi var ki, bu eşitsizliğin bırakın ifadesini, duyumunu bile yasak ediyor. Çoğunluğun eşitsizliği dibine kadar yaşadığı yetmiyormuş gibi, bir de bilgisizlik kategorine atılan duyumsama can veriyor. Bu bakımdan, politik olanı genişleyip daralan bir alan olarak düşünmek yerine, tek bir dünya kavrayabilmeli, bu dünyaya şekil veren nomos’la çatışması içinde düşünebilmeliyiz özgürlükçü eşitlikçi eylemi. Bu açıdan politiklik kategorisini, formel yapılardan çıkarıp duyumsamanın dünyevi bütünlüğüne, hayata doğru yaymak önemli geliyor. Bilgi ve söz hiyeraşileri, nomos’u bütünlüklü, çatlaksız bir şey gibi algılatmaya hizmet ederken, onu tutarsız bir yapı olarak ifşa edebilmeli, ondaki bu tutarsızlığı, bu gayri – mükemmeliyeti sonuna kadar götürebilmeliyiz sözde ve eylemde.

İrrasyonel şiddet ile nomos-karşıtı edebiyat’ları bu açıdan bir yoldaşlık içinde görüyorum ve seviyorum.

Ay mesela Murathan Mungan’ın “Çocuklar ve Büyükleri” seçkisinde Dino Buzzati’nin “Yumurta” diye bir hikâyesi var, işte onu diyorum. Turgut abinin dizesi gibi, kedinin tırnakları gibi bir doğrudanlık var irrasyonel şiddette ama dediğim gibi mesai yapmam lazım, bunu konuşmaya almayınız.

hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum
kahrol, kahrol!
diyorum

Nilgün: Ah yine Emine buldu başlığı: Kuyruğuma basma, tırmalarım!

İyi de Arendt için kamusalı ortadan kaldıracak şey tam da temsiller alanı haline gelmesi değil mi? Kadın ısrarla temsilin bir tarif etme, yerleştirme olduğunu ve bu nedenle yeni’yi ortadan kaldırdığını söylemiyor mu? Bak geçen gün şu dans eden kadın, nasıl yepyeni bir şeydi. O dünyaya ait olmayan olarak tarif edilmiş olanı nasıl parçaladı aslında. Sonuçta ne olursa olsun ben bu parçalamaların, ne demişti Hazal, yırtıkların, sistem acele yapıştırsa, yamasa da iz bıraktığını, önemli olanın da bu olduğunu, giderek yamalı bohçaya dönüşmüş bir sistemin kendisine hiç bir şeyin değmediği bir sistemden kendi olma hakkımız bakımından fena bir şey olmayacağı kanısındayım. Mesela Gezi de aslında bu değil midir? Anlamı, referansı, şu nefret ettiğim arayışla “ruhu” tarif edilmeye çalışılan ama her tarifte mutlaka ona sığmayan bir yerin farkındalığı nedeniyle “ama” dedirttiren ve esas olarak en kıymetli yanı gerçekleşmiş olması olan bir deneyim değil miydi? Biz de vişneli muhabbeti aynı etkisiyle yeniden yakalayamayabiliriz ama bu kez şeftalili olanı gerçekleşir belki de ya da kayısılı!

Emine: Evet, kedili şeyleri çok severim. Nina ona beşeri yaklaşımımda ve beşeri sevgimde nasıl bir şiddet olduğunu tırnaklarıyla gösterdi bana. Bir kere öğrenilmiyor iktidar ilişkisi kurmamak, gerektiğinde de gösterir her zaman, doğrudan irrasyonel şiddet, evet bir kedi gibi, (ama her kedide de yoktur bu, benim Ninuşum ödünsüz ve eyvallahsız bir özgür ruhtur) politikayı düşünürken doğada özgürlüğe bakalım diyorum, esin alalım, değer katıştıralım diyorum çünkü devletin toplumu unutturmuş özgürlüğü, toplum durumu adı altında en aşağılık bir ‘doğal’ duruma sürüklüyor bizi, sonra kızıyorsunuz hocam.

Nilgün: Doğada özgürlük yoktur, çünkü yabancılaşma yoktur! Marx haklıdır, özgürlük isteği her şey olması gerektiği gibi olduğunda değil, tam tersinde açığa çıkar. Çünkü her şeyin olması gerektiği gibi kendiliğinden, bozulmamış, olumsuzlanmamış olduğu yerde özgürlük bir istek değil olsa olsa veri, hazır bir niteliktir. Oysa benim anladığım özgürlük bir nitelik değil, bir güç, bir irade… Yani özgürlüğü isteme, kendin olmayı belirlemeyi, kendini kendi istemine göre kurma gücü… Başörtüsüyle, geleneksel bir düğünde “yeni” bir dansı yapmaktan geri durmama…

Biz de bir ortaklık peşindeyiz ama kendi istediğimiz gibi kurduğumuz; kurulmuş olanın içine de katılmak istemiyoruz, onu idare de etmek istemiyoruz. Öyle tözsel aklı temsil de etmek istemiyoruz. Kendi kurduğumuz ve açığa çıkardığımız, paylaşacaklarımızı da seçtiğimiz bir ortak duyu olarak aklın peşindeyiz…

 

Share Button