Suruç

suruc_cadir

İlknur Üstün

Aralık 2014 sayısından…

Birbirine benzemez, birbirini tanımaz, bir hırka bir pantolon çıkıp gelmiş insanlar; kadınlar, erkekler. Kimliklerini, apoletlerini, aidiyetlerini saçmıyorlar ortalığa. Bir yanından tutma, paylaşma sorumluluğuyla, duygusuyla, bu zor zamanlara ancak birlikte ve böyle direnileceği inancıyla ordalar.

Suruç, çok kalabalık. Her yer insan. Meydanda daha çok erkekler, yerleşim yerlerinde kadınlar ve çocuklar. Çok insan var, hayal etmek zor, çok insan. Çadırlar, inşaatlar, sokaklar, yollar mesken olmuş insanlara. Kalabalığın yok ettiği değil, kendi kıldığı bir sahiplilik var Suruç’ta. Bunu daha çok belediyeye yaklaşır yaklaşmaz hissediyorum. Kapısında hep ordaymışsınız gibi karşılıyor, ağırlıyor, yardımcı oluyorlar. Çatışma bölgesinin sınırına gelmenin yarattığı gerginlikten bir nebze olsun uzaklaşabiliyorum.

Belediye binasında, gelene, oturana hal hatır soranlar, selam verenler… Milletin vekili, başkanı, desteğe geleni, personeli kim kimdir ayırt edilecek bir hava yok. “Vekil geldi toparlan, başkan geliyor ayağa kalk” seremonisinden azade. Mesele büyük, insanlar da büyük, hiyerarşinin küçüklüklerine takılmıyorlar. Takılsalar n’olacak, Belediye’de otururken gelip selam veren, hatırımızı soranlardan birinin HDP’nin Siverek, diğerinin Urfa milletvekili olduğunu muhabbet sırasında bilmiyoruz.

Suruç’ta geçirdiğim zaman, yeni öğrenmeler, tanıklıklar, tanışmalar demekti. Aynı zamanda çeşitli zamanlarda, çeşitli yerlerden tanıdık insanlarla karşılaşmaktı. Merkezden köylere, Suruç halkı hayatı da evini de paylaşmış. “Doğudan”ı, “Batıdan”ı yok, gelene açıyor kapısını. Bir sistem kurmuş Belediye. Bir kriz masası var. Suruç’ta bütünü gören, her bir ihtiyaç alanını tek tek belirleyen. Sistemin beyni, motor gücü daha çok kadınlar. Kendi ifadeleriyle, ilk günlerin karmaşasını yeni durumlar için hızla organize olarak baş edilebilir kılmaya çalışmışlar. Büyük iş başarmışlar, “başarmaktan” söz etmiyorlar, süren, eklenen zorluklara, yaklaşan kışın, devam eden çatışmaların daha da getireceklerine odaklanmış, çalışıyorlar. Arada yaptığımız muhabbetlerde anlattıkları küçük hikâyelere birlikte gülüyoruz. İnsanların ihtiyaçlarını tek tek tespit edip kaç kişi/kimler hangi çadırda kalacak belirlemişler, kayıtlarını yapmışlar. Plan, sabah erkenden insanları Belediye’nin hamamına götürmek, temiz giysileri verip sonra da hazırlanan çadırlara yerleştirmek. Plan da sistem de şahane, fakat sabah gittiklerinde, insanların geceden çadırlara gidip yerleştiğini görmüşler. “Heba oldu hamam planı” diyor, kadın arkadaş. Kurmayı planladıkları çamaşırhaneleri anlatıyor. Kadınlar örgütlü ve kararlı.

Belediye tarafından dört çadır kent kurulmuş. Beşincisinin kurulmasından Sevinç sorumlu. Sevinç’e yardıma gidiyoruz. Oraya vardığımızda henüz 25 çadır kurulmuş. Toplam 600 çadır olacak. Diğer çadırların daha kolay kurulduğunu, bunların farklı olduğunu anlatıyor Sevinç ve çadır kurmaya çalışan bir grup gönüllü. Kürdistan Parlamenterleri tarafından yollanmış bu çadırları kurmak için daha hassas ölçümler gerekiyormuş. Dolayısıyla kurulan 25 çadır da yanlış kurulmuş. Ekip lazım. İzmir’den, Dersim’den, Urfa’dan bir grup insan. Birbirine benzemez, birbirini tanımaz, bir hırka bir pantolon çıkıp gelmiş insanlar; kadınlar, erkekler. Kimliklerini, apoletlerini, aidiyetlerini saçmıyorlar ortalığa. Bir yanından tutma, paylaşma sorumluluğuyla, duygusuyla, bu zor zamanlara ancak birlikte ve böyle direnileceği inancıyla ordalar. Her yeni gelene birikmiş hikâyeler aktarılıyor. Olan da olmayan da ortada, yapılması gereken de. Baran, “birlikte konuşup kararlaştırıyor uyguluyoruz. Her yeni gelen gönüllü bunun bir parçası oluyor” diyor, işleyişi anlatırken. Lafın arasına Ankara’dan gelip çadırlara uğrayan bir vekilin talimat verircesine konuşmasının önünü hemen nasıl kestiklerini de sıkıştırıyor.

Ben de çadır kurulmasına yardım edeceklerdenim. Tam kolları sıvamışım, iri yarı uzun boylu Dersimli, “bu iş boy ister” diyor, arkadan seslenen kısa boylu Urfalı, “boy değil de hoplayıp zıplayabilecek, yani biraz daha genç olmak gerek” diyor. 30 saniye içinde hem kısa hem yaşlı olduğumu söylediler! Durum tespitleri, ihtiyaçlar vs.den sonra bir grup kadınla depoya gitmek üzere yola çıktık. Depo en iyisiydi. “Belin sağlam mı” dediler ama buna da aldıracak değildim.

Depo dedikleri yer, belediyenin araçlarının park ettiği garaj. Çok büyük. Bunun gibi başka depolar da varmış. Yardımlar için ayrılan depoda sadece toz ve basitçe yardım yığını yok. Bir memleket hikâyesi var. Gelen kolilerin, torbaların üzerindeki adresler, içinden çıkanlar, bunları tasnifleyenler… Lgbti hareketinden kadın hareketine, feministlere, partililerden anarşistlere, “bir hayrım dokunur mutlaka” deyip gelen ev kadınlarına yok, yok. Bir yedek giysi, çantasına bisküvi alan gelmiş. Memleketin her yanından. Bazıları Kobani’den ilk gelişler başladığında koşup gelmiş, o gün bugündür burada. Bazıları kısa süreli kalanlar; sürekli birileri geliyor birileri gidiyor. Bir tür nöbet gibi. Ama kimse “yabancı” kalmıyor…

Ortada tasniflenmiş çuvallardan bir tepe, çevresinde tasniflenmeyi bekleyen bunun on misli tepeler var. Her bir işi yapmak üzere belli aralıklarla konumlanmış küçük ekipler var; kadın, erkek, çocuk giysileri ayrı, nevresim yatak malzemeleri ayrı, montlar, kabanlar ayrı, ayakkabılar ayrı çuvallara koyuluyor. Çuvalların üzerine Türkçe, Kürtçe ne olduğu yazılıp ortadaki tepeye ekleniyor. Bu arada yeni yardım kamyonları geliyor, boşalıyor, her sabah tasniflenmiş çuvallar araçlara yüklenip ihtiyaca göre dağıtıma gidiyor.

Değişik yerlerden bir grup kadın depoya girince oradakilerin yönlendirmesiyle iki gruba ayrıldık. Böylece yığınların bir yanına da bizler yerleştik. Herkeste ağız maskesi var, bize de veriyorlar, tozdan korunmak için. Depoda, 10 yaşındaki çocuk, bizden daha eski olmanın birikimiyle neyi nasıl yapacağımızı anlatıyor. Biz de bir şey öğrenmek istediğimizde ona soruyoruz; adsız bir oyun oynuyoruz. Ülkenin her yerinden koliler, çuvallar var. Trakya taraflarında bir köy güzelleştirme derneğinden, Karadeniz’de bilmem ne bakkalına kadar saymakla bitmez çeşitlilikte yerden yardım paketi gelmiş. Açıyorsunuz çocuk giysileri ve içine sıkıştırılmış üç paket makarna çıkıyor.

Depoda bir düzen kurulmuş ve tecrübelerin yeni gelenlere aktarılmasıyla da tıkır tıkır işler hale gelmiş. Dışardan tek tek giysi yiyecek alımına izin verilmiyor. İnsanların ihtiyaçları bulundukları yerlerde belirleniyor, depodan buralara gönderiliyor. Fakat tüm bunlar büyük bir çaba, güç, daha fazla insan gerektiriyor. Suruç’ta bir şeyler yapan, yapma çabasında olan çoğu insanın yolu depolardan geçmiş. Burada çalışana ihtiyaç var ve daha da olacak gibi.

Soluklanma aralarında öğreniyorum bazılarının hikâyelerini, bazıları hep suskun. Mizgin’i ise bir kazak için geldiğinde tanıdım. Başında tülbendiyle, kot pantolonlu, mahcup bakışlı bir kadın. Kürtçe konuşuyor, Kobani’den üstündeki kazakla çıkıp gelmiş. Yıkayamıyor bile, ikincisi lazım. Tek tek talepler karşılanmıyor. Üç kadınız, Mizgin’i de ekibe katıyoruz, bir yandan paketleri açıp tasnifliyor, bir yandan da ona kazak bakıyoruz. Sohbet Kürtçe. Yarı anlayarak yarı diğerlerinin çevirisiyle katılıyorum muhabbete. Bu arada bulduklarımızı Mizgin’e gösteriyoruz, o her seferinde kaşlarını havaya kaldırıyor. Bir kaş kaldırmanın ardından arkadaşlardan biri Türkçe, “buna da bir şey beğendiremedik” dedi. Mizgin gülmeye başladı. Kısa bir sessizlik sonrasında hepimiz çok güldük. Bir dönem 5 yıl birlikte kaldığı insanlardan Türkçe öğrenmişti. İri cüssesine uygun bol kazağı da bulduk sonunda.

Suruç’ta, bir ortamdan diğerine, bir durumdan başkasına geçişler, hemencecik ve çok doğalmış gibi yaşanıyor. Belediye’de masa başından depoda giysi ayıklamaya, çadırlarda ihtiyaç tespitinden sınırdan Kobani’de ne olduğunu görmeye varan geçişler.

Arabalarla ulaştığımız iki sınır bölgesinde de çok çeşitli yerlerden insanlar var; yerli, yabancı televizyoncular, gazeteciler, siyasiler, Suruçlular, farklı şehirlerden gelenler. Biraz daha ilerleyip sınıra daha da yaklaşıyoruz. Mürşidpınar’da tepeye çıkıyoruz. “Tepeden savaşı seyretmek” diye anlatılan tepe. İki tepe var böyle, diğerinde canlı yayın ekipleri var. Bulunduğumuz yerde her şey mümkün; havan topu gelmesi, “yanlışlıkla” tepemize uçaktan bomba düşmesi… Ama kimse ayrılmıyor, belli aralıklarla gidip gelenler var. Dürbünler elden ele dolaşıyor. Silah sesleri, havaya yükselen dumanlar, bir öncekinden büyük patlamalar, uçak sesi, askerler, her patlamanın ardından hızla sınıra hareket eden tanklar… Çok büyük patlamanın ardından kopan alkışlar. Politikacıların siyasi yorumları. Benim kalbim boğazımda atıyor, oradakiler, nerelerin kimlerin elinde olduğunu, uçak sesiyle birlikte gelen patlamayla Amerika’nın IŞİD’i vurduğunu anlatıyor, gösteriyor.

Sürücüsüyle birlikte beş kadın geldik tepeye. Hemen öncesinde tanıdım Perihan ve Fehime’yi. Biri Siverek’ten, diğeri Van’dan iki kadın. Birinin kızı diğerinin oğluyla evli; dünürler. El ele tutuşup gelmişler, “insanlar bu haldeyken biz de bir şey yapalım, dedik” diyorlar. Belediye’den çıkmadan önce ikram edilen çayı Perihan, “hak etmedik daha” diye geri çevirince biz de durduk, kriz masasındaki arkadaş, “buradasınız ya!” diyene kadar. Aynı araçla geldik, aynı araçla döneceğiz tepeden. Ama akrabaları Kobani’de olan Fehime, tepeden ayrılmak istemiyor. Adeta çakıldı, kımıldamıyor bile. “Onlar da bizi seyrediyor, güç alıyorlar, yalnız olmadıklarını görüyorlar” diyor. Birbirinin varlığından güç almak, sadece orada olduğunu bilmek… Hiç boş kalmıyor tepe, seyretmek değil, buradayız demek…

İçinde siyasilerin de olduğu bir aracın kılavuzluğunda geldiğimiz tepeden yalnız dönmemizi istemediler; “Yolu şaşırıp yanlışlıkla Kobani’ye geçersiniz de…” Gerçek mi şaka mı bilemedik ama bir araç öncülüğünde döndük.

Sınırın hemen dibinde arabalardan oluşmuş büyük bir yığın, metal parlamasıyla dikkat çekiyor. Sorunca, Kobani’den gelenlere ait, devletin içeri sokmayıp orada beklettiği araçlar olduğunu söylüyorlar. IŞİD’in sınırdan bu araçları alıp götürdüğünü de ekliyorlar.

Şengal zor silinir izler bırakmış. Tepede yanıma sokulan Perihan “şimdi hemen burada bir anda IŞİD bizi kaçırabilir” diyor. Korkunun gerçeği aşan bir gücü olabiliyor bazen ama burada gerçek o kadar baş edilemez büyüklükteki. Bunu artık karikatürize eden, hepimizi güldüren hikâyelerle anlatıyorlar. Belki baş edilebilir kılan, ama daha çok düşmanıyla alay edebilen bir gücü dışa vurarak. Annesi her sabah Suruç’a gelip geç saatlere kadar çalışan Suna, korkuyor; “Ya seni IŞİD kaçırırsa.” Kızına, günlerdir hiç durmadan çalışmaktan perişan halini gösterip, “korkma, IŞİD beni böyle görürse korkar kaçar” diyor, Sevinç. Evet korkar kaçar, ama savaşa, ölüme, yok edilmeye direnmenin, hayata sarılmanın, dayanışmanın gücünden korkar, kaçar.

Ölümün, acının, yerinden yurdundan edilmenin, her türlü kaybın insanların üstüne bütün ağırlığıyla çöktüğü bir yerde, her şeye rağmen ve inadına sürer yaşam. İçinde umut veren, gelecek vadeden güzellikleri yaratarak. Suruç’a, hayatı yeniden kuran, sürdüren yanını da görerek bakmak…

Share Button