Çiçekli bir boşluk
Yıldız Ramazanoğlu
“Boğulmuyor musunuz bu şehirde” dedi Priştine’li arkadaşım Kadare. “Hiç boşluk yok. Benim şehrimde hangi yoldan giderseniz gidin bir süre sonra bir boşluğa çıkılır. Burada umutsuzca kuşatılmışsınız siz. Bu aman vermez şartlar altında nasıl fikir üretebilirsiniz ki. Bir de ne çok tadilat var evlerinizde. Gürültüden sürekli başım ağrıyor. Neden yerleşemiyor sizin halkınız bir türlü”.
Doktora için geldiği şehirden kaçma planlarına başlamıştı, her ne kadar buradaki karmaşayı çekici bulduysa da. Onu lise yıllarında içtiğimiz su ayrı gitmeyen biricik arkadaşımla, seninle tanıştırmak istedim. Kendine şehrin ücra bir yerinde bomboş bir hayat kurduğuna dair duyumlar aldığımı söylediğimde ne kadar heyecanlandı bilemezsin. On yıl sonra seninle ilk kez karşılaşacağımız günü beklerken benden çok heyecanlanıyordu. Yerini bulmak ne zor oldu. Hiç iz bırakmamıştın ama alış veriş yaptığın balıkçının bir sosyal paylaşım alanında yazdığı, bana da mucizevi bir yolla ulaşan nottan yola çıkarak sana gelebileceğimi bilemezdin. “Sahildeki taş eve tuhaf bir kadın yerleşti. Adı Ferzan. Bir şey araştırıyormuş, ne ola ki, hem teklifsiz ve rahat, hem dokunma yanarsın türünden”. Demek daima bir iz bırakır insan kaybolurken.
Sana yaklaştığımızda güneşin altındaki bir sandalyeye oturmuş bir tavuğun yürüyüşünü izliyordun. Kuyruğun kıvrımlı duruşu, tüylerin alacalı kahverengisi, başın hızla inip kalkması, tanelerin tutkuyla, sakin bir aceleyle toplanması, ayaklarını ileri atarken bütün vücudun bir çift çırpı bacağa dönüşmesi seni cezbediyordu anlaşılan. Ne az konuştun. Ben çok daha fazlasını anlamaya çalıştım etrafındaki haleye bakıp.
Zamanı ele geçirmenin yolu mekânı yatıştırmak olmalı. Mekânla barışık olmak zamanın önüne geçirebilir bizi, arkadan sürüklenmek yerine. Bedenimizdeki madde cevherini sakin bir yere yerleştirmekle zamanı dilediğimiz yerden başlatmak mümkün belki. İstediğimiz gibi bir yerde değildi maddemiz. Beden ve zaman arasındaki gerilimi azaltmış bir edayla, mutmain bir yüzle çatışmasız oturuyordun güneşe karşı. Bedenin her türlü gösteriden, iddiadan, temsilden arınması için çabalamak gerekir her şeyden önce. Cinsiyetten arınmak, sonra cinsiyeti hak edişle kazanmak mesela. Kadın olmak erkek olmak bir hak ediş meselesiydi. Farklılıkların sırrına tanımların esiri olmadan, algılanıp azalmadan ermek ne sevince şayan olurdu.
Ne aradığını bilmeyen bulduğunu tanıyamazdı. Yıllar önce üniversiteye yeni başlamış küçük bir kızken “Doğadan Mektup Var” programında yalnız yaşayan, teknolojiyle bankayla kredi kartlarıyla telefonla ve kariyerle bağlarını koparmış kızıl saçlı genç kadının yavaşlamış hayatını gördüğünde ‘yaz bunu bir yere’ demiştin aklına, dile gelmez bir doluluk hissiyle. Sen ne aradığını bildiğinden, evi görür görmez tanıdın. Bitmez, hiç fasıla vermez sanılan şehrin bittiği yerdeki bir Karadeniz köyünün burun kısmındaydı. Etrafında sulardan, ağaçlardan, bulutlardan oluşan geniş boşluklar, baloncuklar olan ateşin yapı. Terk edilmiş bir evdi burası. İnsanlara çaresiz yakınlıkta değil, çaresiz uzaklıkta değil. Tek ve biricik varoluşun olup olmadığının tecrübe edilebileceği safiyette bir taş yapı olarak görünüyordu. Demek gelmeden anneni arayıp uzunca bir seyahate çıkacağını bildirdin. Anneyi aramak yeter böyle durumlarda. İçinden sökülerek geldiğin ve giden parçası yüzünden bir daha bütün olamayan can dışında kimseye haber vermeye lüzum olmaz; hem ne çıkar ki diğerlerinden bir süre ayrı kalmaktan.
Ev terk edilmiş edilmesine ya sana kadar kısa sürelerle de olsa meczuplara yer (yar) olmuş belli ki. Kestane sobasını açıp baktın ki içi yarı yarıya yanmış odunlarla dolu. Çamaşır ipi gerili bir uçtan diğerine, saç kurutma makinası var bir köşede hem de çalışır vaziyette. Soğuk havalarda üşüyen kedileri tavukları ısıtmak ve kurutmak için olsa gerek. Duvara bir çiviyle asılmış demirbaşlardandı. Pencere kenarlarının geniş taşlarına çiçekleri dizivermiştin. Önce bir sardunya, bir kasa hüsnüyusuf, birkaç saksı fesleğen. Karyolayı getirmemiştin ama yatağını taşımıştın iyi ki, hem de kalındı yeterince. Güzel bir ibrişimle sırınmış yün yorgan almak istedin köylü kadınlardan, parasıyla ama. Biri getiriverdi çiçekli bir çarşafla kaplayıp, omzuna atmış bayırdan tırmanıyor, karşılık istemeden. Bir şeylerin karşılıksız verilmesi zamanı en çok parçalayan şey midir. Bu verme zamanlararası bir geçişkenliğe sebep olmuştu ve geçmiş ve şimdi arasındaki hatta gelecek önündeki perde kalkıvermişti gözlerinden sanki. Bütün tecrübeler bir tek tecrübeye akmış, mesele bir barınak bulup içinde düşünen kalple akletmeye kadar sadeleşmişti bir anda. Yorganı çıkaran kadının pembe yanaklarından, yaydığı tarife gelmez insanlık alevinden, kimbilir belki iki yana salınımındaki büyüden.
“Netcen burda, ne çalışması yapcan” dediğinde, bir şeyi araştırdığını, üniversitede hoca olduğunu söylemiştin bütün duruluğunu takınarak. Bazen de öğrenciyim diyordun soranlara. Öğrencisi olmak istedin bu sessizliğin.
“İyi madem, tasalanma, elimiz gözümüz üstünde, kimse ilişemez biz varken” demişti kadın.
“Arkamda sizler oldukça karada ölüm yok” dedin coşkuyla.Bir mutfak ve tuvalet vardı evciğin içinde, her ikisi de bir buçuk adam sığacak kadar. Kiralık ev ararken bıçkın ve korumacı bir balıkçının sana önerdiği bu ev karşına tesadüfen çıkmış olabilir mi? Yoksa yürekten çağrına karşılık, sahibi olmayan, dileyenin bir süre kalıp sonra geçip gittiği bu tuhaf mekanın cevap vermesi mi bu karşılaşma. Sen buraya geleli ne kadar olmuştu, işte bunu bilemiyorduk. Kadare seni ortancalara su içirirken bir süre izledi, sonra da “zamanın akıp gittiği bir yer değil burası, bizim geçip gideceğimiz bir yer, baksana Ferzan’a, başka bir alemde, dibine sızıyor gölgesi yayılmadan” dedi. Bir yılını doldurmuş olabilir miydin, öyle olmalı, arkadaki nar ağacını yapraktan çiçeğe, çiçekten meyveye izlemiş gibi duran dingin haline bakılırsa.
Saçlarından mahçuptun biraz. Kadare’ye hiç bakmadan gerektikçe aynanın karşısına geçip kesiverdiğinden söz ettin. Eğriye eğri. Önemi yoktu. Özgürlük dilediğini yapma değil, dilediğini dileme özgürlüğüydü. Tecrit diliyordun bir hürriyet alameti olarak. Annen baban ve kardeşinle çekilmiş resmini cam kenarında pervaza dayanmış görünce içim cız etmedi diyemem.
“Gündüz dikkatini neye veriyorsun” dedi Kadare bu ürkütücü yaşam hakkında duyduğu heyecana rağmen ikircikli düşünceler içinde devinerek.
“Günlük tutuyorum olanın ne olduğunu anlamanın, hakkını verebilmenin bir yolu olarak. Kurduğum cümleler yayınlanması gereken bir yazının açığını kapatmak ya da hiçbir fikrim olmayan konularda bir başkasının belleğini izleğini açıklamasını tekrarlamak, kabul etmek, onaylamak için olmadığından yorarak gelmiyor” derken yüzünün beyazlığı belirginleşmişti.
Yanına aldığın çok az sayıdaki kitaptan okuduğun cümlelere gelince, kokularıyla, benliğini kuşatan ses damlalarıyla doğrudan etine geçiyorlardı. İçe varması, kemiğe dayanması için aynı cümleleri defalarca okuyacak vaktin vardı. Bir işe yaramaları gerekmiyordu, kimseye bir şey aktarma peşinde değildin, bunun için telaşlanmaya lüzum yoktu artık. Akşam olmuyordu burada, bir onu özlüyordun belki. Gece inerdi buralara, akşam şehre aitti. Günbatımında çiçekleri sularken toprağın suyu emişinin sesini duyabilmek, birer birer ortaya çıkıp göğü donatan yıldızların yere düşme ihtimalini hissetmek. Gündüz güneşin de bir ömrü olduğunu, bağrında fırtınalar kopuşunu, galaksiler içinde bir nokta kadar kıymeti harbiyesi olmadığını ama bizim için yine de paha biçilmez oluşunu… İşte bunları fark etmiştin, kendi küçük bilgini üretirken. Bir hamlede ulaşmaya başlamıştın varoluşun ilk çıplak seslerine.
Sobayı siyaha boyadın. Bu ortama en yakışan renge. Üzerine bir tava koydun. Bir tava yeter doymaya. Bir de çorba tenceresi. Bu tavada her şey olurdu, börek bile. Sobadaki ateş türlü oyunlarla odayı zamanı ve kim olduğunu unutturmuş belli ki. Boy aynası olmaması boyunun kaç olabileceğini bilinemez kılar bir süre sonra. Bedenden hızla taştığını bilebiliyordun ama. Dile gelmez bir his denizi içindeydin. Çıtırtılar binlerce yıllık seslerdi. Filozofların, katillerin, fahişelerin, celladına aşık mazlum görünümlü sefillerin çarpışmasını andırıyordu.
“Peki hırpalanmıyor musun bu kesif yalnızlıktan” dedi Kadare. “Can güvenliğinden yana endişen yok mu, geceleri korkular sarmıyor mu”.
“Bir enerji yayıyorum evden dışarı. Zamanın ve mekanın bozuma uğratıldığı bu yerde bir boşluğa dönüşüyorum. Boşluk istemedin mi sen. Ben ilk kök kelimelere eklenen ve sözü mahveden, zamanı icat edip hepimizi mahkum eden takılardan, eklerden, zarf ve sıfatlardan arınıp saf seslere odaklanıyorum. Taş, su, tavuk, ateş, hava, toprak, yumurta diye konuştuğumda afallıyor insanlar, önce ürküyor sonra mesafeleri hızla aşıyorlar, bu da beni dokunulmaz kılıyor. Kadın yanıma saldırılmasını engelliyor. Bir çeşit efsunlanma gerçekleşiyor anlayacağın. Bilir misin nedir efsun, senin boşluğa açılan şehirlerinde var mıdır böyle gelenekler”.
“Varsa cesaretin hadi gel” diyen sessizliğinden de oluşuyordu sanırım efsunun.
Topladığın taşları dinliyordun geceleri. Taşın dilini çözen yaşamı da çözerdi. Taşın aktığını öğrenmek birden olmuştu. Bir anda kayganlığın ötesine geçmeyle gelen bilgiydi bu.
Gökyüzü bahçesini izleyebiliyordun yattığın yerden. Evin çinko çatısı yağmurun kendini delice duyurmasına sebep oluyordu. Bir damlanın sesini bile kaçırmak mümkün değildi. Hatta uyurken bile uyanıp bu gelişi selamlamak zorunda kalıyordun. Yerle gök arasında cereyan eden, açıklaması olan ama aslında hiçbir açıklaması olması mümkün olmayan baş döndürücü inişe rahmet denebilirdi ancak, rahmete saygılı davranmak gerekirdi. Böyle zamanlarda çamaşırı içeri sermek en iyisiydi. Güneşe sermek mikropları kırıyor ama renkleri solduruyordu öte yandan. Nimet külfet dengesi. İşte her an başımıza gelen şey. Bizi karar verme yorgunu yapan karmaşa. Renk mi mikrop mu denen içinden çıkılmaz yol ayrımı.
Balıkçı yaklaştı. Mezgitleri getirdi. Bugünün kısmeti bu kadar. Kalamazdık ama hayır. Balıkçı edepli bir merak içindeydi. ‘Kendimleyim, ilişmeyin’ mesajını almıştı evvel emirde ama bir kadın ve bir erkekten müteşekkil misafirler akraba mıydı acaba. Salı günü pazara gelir dalgınca dolaşır mıydı yine sırlarla dolu Ferzan hanım.
Seni gizlice süzüyordum; bu ev, bu boşluk, bu içerden hamle mümkün müydü ki. İmkansızı olağan kılmak olabilir miydi. Aslında her kadının her insanım diyenin bunu bir kez olsun denemesi mecburdu.
Peki ne olmuş. Kalbin tamamen kırılmıştı. Doktora tezinin tamamen sübjektif gerekçelerle reddedilmesi, gözden geçirip yeniden jüriye gelme mecburiyeti seni çok derin yaralamıştı. Yedi yaşında başlayıp kesintisiz sürdürdüğün, takılmadan ilerlettiğin dümdüz çaba parçalanmış bir anda elin kolun bağlanmış gibi kalakalmıştın. Kızıl saçlı kadının, yarışmadan çekilmiş berrak yüzüne dalıyor, hızla yol alıyor ve taze bir başlangıcın arifesinde olduğunu hissediyordun. Son on yılda o kadar çok okumuştun ki, zihninde kendi kelimelerinle çizilen izlere yer kalmamıştı sanki. Herkes bu dünyanın alt üst oluşlarına büyük bir açıklama getirmeye çalışmıştı; iyi güzel de nerede kendi açıklaman. Ne anlamıştın bu dünyadan. Başkalarının anladıklarını alt alta dizerek nereye kadar gidilebilir. Kim olduğunu bile düşünme fırsatı bulamamıştın bu akademya hengamesinde. Yarışmacı ve hırçın şehre bir mesafe koymanın, bütün bu çırpınışları buhardan bir siluete dönüştürmenin sonra da uzaktan bakmanın zamanıydı.
Kendine zamanla doğrusal değil helezonik ilişki kurulan bir taşra yaratmak istedin. Birkaç tavuk aldın pazardan ama doğrusu kediler kendiliğinden geldi. Dostlukları baki. Bir şey üretmeden durmak hakkını kullanacaktın. ‘Bu günlerde ne yapıyorsun, ne yazıyorsun, neler planlıyorsun, nerelere seyahat var yine’ diyenlere ferah bir gülümsemeyle ‘her sabah kalkıyorum, bu dünyada olmanın acılarına, kalbe sığmayan sevincine katlanıyorum, açıklaması olmayan sayısız şeye rağmen her şey net ve berrakmış gibi arsızca yaşıyorum ve kendi mucizemi tekrarlıyorum ya, daha ne istiyorsunuz’ diyecektin Montaigne gibi. Sürüklenme duygusundan kurtulmak istiyordun belli ki. Kadare hiç konuşmadan öylece oturuyordu dizinin dibinde. Baktığın yere bakmaya, neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Çakılların üzerine bir şilte atıp kalamaz mıyız bir gece” dedi fısıltıyla.
“Biz zamanla kaplıyız şimdi, ona uzaklaşmaya çalıştığı zamanı tekrar bulaştırmamız doğru mu sence” dedim kısık sesle.
Yamaçlara doğru yürüyordun seher vakti. Ezanın nohut toplayan kadınlara değerek kayboluşuna tanıklık ediyordun. Bir insanın dizlerinin üzerinde saatlerce nohut toplamasından daha hakiki ne olabilir.
Bisikletle gidiyordun her yere. Bisikletle gidemediğin yerlere gitmen gerekmiyordu zaten. Bir yerde olan her yerde olduğundan hayatı çözmek için uzaklara gitmen gerekmezdi. Kaçıp giden yetişilecek hiçbir şey yoktu. Uzaklaştığında bıraktığın boşluk hemen dolacak bile denemez, hiçbir boşluk bıraktığın yoktu zaten. Zıplayan bir top gibi zıpladığın her yerde enerjini, uçucu varlığını bıraktığına inanırdın ama. Bu da süpürgeyle ya da küçük bir çanla uzaklaştırılabilecek kadar dumansı bir hatıraydı, kalan ses ya da aura cazgır seslerle bastırılıp hızla silinip giderdi nasılsa.
Kadare şilteyi serip uyumuştu bile. Hüzünle gülümsüyordun davetsiz misafirin başucunda. Çiçekli bir yorgana benzeyen boşluğuna ben de girmek istedim bir ucundan ya nafile. Bırakmadı beni uzayıp giden gölgelerim.