Best-Seller’da Yeni Model: Just in time!
Aksu Bora
Grinin 50 Tonu, sevgililer gününde vizyona girdi. Fragmanı tıklanma rekorları kırmıştı zaten. Sırf bizde değil, ABD’de de. Avrupalılar seks mevzunda da hayranlıkta da daha cool’lar sanırım, sarkastik birkaç haberle yetindiler. Film üzerine bir şey söylemeyeyim, herhalde şu ana kadar Dakota Johnson’un berbat oyunculuğu, sevişme sahnelerindeki reklam estetiği, Jamie Dornan’ın Christian Grey için çok genç ve masum olduğu… üzerine binlerce şey okumuş ya da dinlemişsinizdir. Beni daha çok ilgilendiren, romanın üretim biçimi. Gelin seks dosyasına biraz ekonomi politik de ekleyelim…
Romans, çok satan romanlar içinde her zaman çok büyük bir yer tuttu; edebiyat okurlarının önemli bir bölümünün kadın olduğunu düşününce, bunun beklenebilir bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Çok satan romansın kraliçesi, uzun bir dönem, tartışmasız biçimde, Barbara Cartland’dı. 1920’lerin başından itibaren yazdığı yedi yüzün üzerindeki kitapla, kendisini bir seri üretimci olarak adlandırabiliriz herhalde. Ford’un T modeli gibi, yirminci yüz yıl boyunca devam eden, herhangi bir yazarın hayal bile edemeyeceği boyutta bir üretim. Ölümünden sonra yayınlananları da düşünürsek, tam yüz yıl, dile kolay! Ford’un bant sistemi gibi, Cartland’ın da üretimin çeşitli aşamalarında çalışanları vardı. İsimsiz yazarlar, diyalogcular, kalıpçılar, son ütücüler… Böylece, kadın kuşakları, Cartland fabrikasının altı ya da yedi kalıptan ibaret ürünlerini tüketebildiler. Cartland’ın en verimli dönemi 1970’lerdi; yılda ortalama beş kitap! 1970’lerin ikinci yarısıyla birlikte, romans türünün en önemli yayıncılarından biri olan Mills and Boon’la ortaklık kuran Harlequin yayınları, Cartland’ın çok tutan bu kalıplarını dizi isimlerine dönüştürdü (1) ve ABD başta olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde, pek çok dile çevrilen kitaplarını pazarladı. Bu, milyonlarca tüketici demekti. Ve yüzlerce yazar. Ve milyonlarca dolar. Önceleri İngiliz olmayan yazarlar istisna iken (mesela Nora Roberts’i “daha yeni bir Amerikalıyla sözleşme yaptık, dursun hele” diye reddetmişlerdi!) 1980’lerle birlikte çok sayıda Amerikalı kadın yazarla çalışmaya başladılar. Bugün romans piyasası, büyük ölçüde Amerikalı yazarların elinde. Bunun romanların içeriği üzerindeki etkileri başka bir yazının konusu olsun.
Farklı renklerde ve farklı kapaklarla – ama aynı logo ve boyutla basılan bu kitaplar, tıpkı fast food zincirlerinin yaptığı gibi, tüketiciye tam olarak neyle karşılaşacağını söylüyordu (2). O kadar ki, sayfa sayısı, kadınla erkeğin kaçıncı sayfada karşılaşacağı, gerilimin kaçıncı sayfada zirve yapıp ne zaman çözüleceği… belliydi. Sürprize yer yoktu: “Harlequin Heartwarming, sizin için öylesine önemli olan geleneksel değerlerle, yuva, aile, topluluk ve aşkla dolu içe dokunan ilişkilerle kalbinizi ısıtacak”… Ya da, “küçük kasabaları ve kovboyları seviyorsunuz! Harlequin American Romance, sıradan kadınların aşkı bulmalarının, bir ailenin ya da topluluğu parçası haline gelmelerinin, hatta belki de kendi ailelerini kurmaya başlamalarının iç ısıtıcı hikâyelerini anlatıyor…” İşletme literatüründe “ürün çeşitlendirmesi” denen şey. Hem markanın güvencesi altında, hem tüketicinin çeşitlenmiş talebine cevap verebilen geniş bir yelpaze. Ve elbette satış rakamlarının katlanarak büyümesi.
Bir markadan ve üründen söz ettiğimize göre, pazarlamadan da söz etmeliyiz. Harlequin dizileri kitapçılarda değil, büfelerde ve marketlerde satıldı. Firma bunu “kadınların bulunduğu her yer” diye çerçevelemişti. Her ay belirli bir sayıda ürün almayı garanti edenler için indirimli abonelik hizmeti de dahil olmak üzere, ciddi bir pazarlama-dağıtım stratejisi izlediler. Elbette talebi karşılayacak arzın da güvence altına alınması gerekiyordu, bu nedenle hem yazar sözleşmelerinde üretilecek ürün miktarına ilişkin maddeler yer aldı hem yazardan gelen dosyanın yayına hazırlanması işi bir seri üretim mantığı içinde örgütlendi. Böylece, Cartland’ın tek başına yürüttüğü ve bu nedenle çapı pek mütevazı kalan üretim organizasyonu, üretim ve iletişim teknolojilerinin verimli kullanımıyla, dev bir endüstri yarattı. Bu endüstri içinde yazar önemini hepten kaybetti (3). Tüketici, firmanın ürününü alıyordu, yazarın değil.
Fast food iyiydi hoştu ama çabuk da bıktırıyordu. Ford’un t modeli de ömrünü tamamlamamış mıydı nitekim? 1980’lerle birlikte, seri ve kitlesel üretim yerini hızla çok daha esnek, mümkün olduğunca düşük stoklu, piyasadaki dalgalanmalara karşı çok daha duyarlı bir arz yapısına bıraktı (Ford’dan Toyota’ya geçiş!)- Bizim romanslar da bundan sonra başka bir hale büründü. Artık bant sisteminin isimsiz üreticileri değil, kanlı canlı, güzel, genç (ya da daha iyisi, yaşından çok daha genç duran) kadınlar vardı karşımızda: Danielle Steel gibi. Özel hayatlarıyla, mutlu evlilikleriyle, köpekleriyle, yüzme havuzlu evleri ve kitap tanıtım turlarıyla, birer yıldızdılar. Danielle Steel’de bahsetmeye değecek pek bir şey yoktur-ne kitaplarında ne kendisinde ama bu kadınlardan ikisi, Maeve Binchy ve V.C. Andrews, hem yazdıklarıyla hem de kişilikleriyle son derece ilginç tiplerdir mesela. Mills and Boon’un salakça elinden kaçırdığı Nora Roberts da öyle. Bu kadınları ve yazdıklarını 1970’lerin Harlequin kitaplarından ayıran çok önemli bir şey vardı: Bant sisteminde değil, kişisel gustonun ve donanımın katıldığı bir yazarlık süreci içinde üretiliyorlardı. Yani, “ben edebiyat değilim, bir metayım” diye bağırmıyorlardı. Metaların meta değilmiş gibi yapmasının cool bulunduğu bir döneme de giriliyordu yavaştan.
Hazlar, beğeniler, “kişisel zevkler”, yaşam tarzları… Tüketiciler artık bir “kitle” değil, beğenileri çeşitlenmiş gruplardı- tıpkı televizyonların rating ölçümlerindeki gibi: A grubu, AB grubu… Romansa erotizmin girişi 1970’lerde olmuştu ama 1980’lerle birlikte, işin rengi değişti. Sinemada kameranın şöminedeki ateşe dönmesi çoktan gerilerde kalmıştı, onu yirmi yıllık bir gecikmeyle romans türü izledi. Ama arayı kapatması uzun sürmedi. Mills and Boon ilk kez bakire olmayan bir kadın kahraman çıkardığında nefesini tutup tüketicinin tepkisini beklemişti, bir şey olmadı. 1990’larla patlama yapan “chick-lit,” (4) gayet ayrıntılı sevişme sahneleriyle, sinemayı solladı. Bir yandan “girl power” dönemi gelmişti, kadınlar sadece çalışmak, kariyer sahibi olmakla yetinmek istemiyorlardı; bir yandan seks artık gündelik hayat içinde inanılmaz genişlikte bir yer kaplıyordu, romansın buna ayak uydurmaktan başka çaresi yoktu. Böylece, “aileye dönüş” ve “muhafazakârlaşma” çağının romansı, kahramanların yatağa atlamak için taş çatlasa ellinci sayfaya kadar bekleyebildikleri bir tür haline geldi. Haklarını yemeyelim, klasik tecrübeli erkek/masum kız klişesi tarihin çöplüğüne falan gitmiş değildi, bakire değilse bile, kız “daha önce böyle bir arzu yaşamamış” oluyordu mesela- tabii erkek de!
Seksin romansa girişi, tıpkı romantik aşk gibi, erotik olanın da kalıplarının hızla oluşmasına yol açtı. İlk seferin kaç paragraf süreceği, aşağı yukarı kaç sahneden oluşacağı, erkeğin gözlerindeki bakışın nasıl tarif edileceği… Barbara Cartland’ın “dudakları yukarı doğru kıvrılan” adamlarının yerine “arzuyla soluyan”lar geçmişti. Ama tıpkı romantik aşktaki kalıplar gibi (5) seks sahnelerinde de bir çeşitlenme oldu. Bizim Grinin Elli Tonu, bu çeşitlerden birini, bdsm erotizmini gösteriyor (6). Türünün başka örnekleri de var, mesela Lisa Valdez’in Türkçe’ye de çevrilen Patience’i gibi, Sylvia Day’in Crossfire dizisi gibi. Aslına bakarsanız, metnin okunabilirliği açısından, Grinin Elli Tonu bahsettiğim bu romanların çok gerisinde, hadi açık konuşalım, berbat bir metin. Ama milyonlarca kadın bu berbat metni okudu, filmine gitti, fan gruplar kuruldu (7). Bu kadın tüketicilerin romanda/filmde ne bulduklarını anlamak için herhalde etnografik bir çalışma yapmak gerekir, tahmin yürütmek çok zevkli olsa da.
İlk kitabını yayınlayan E.L.James neyi başardı da o kötü metin bu kadar çok okundu? E.L. James’in bir müstear olduğunu, romanı yazan Erika Leonard’ın bir televizyon yapımcısı olarak neyin satacağına ilişkin epeyce bilgisi olduğunu hatırlatayım. E.L. James, bir Twilight hayranı olarak, Stephenie Meyer’ın romanındaki karakterlerle yeni bir taslak yazıp “Master of the Universe” adıyla fanfiction (8) sitesine koymuştu önce. Bir tür “ön çalışma”. Hem metnin popülaritesini gördü hem de okurların eleştirilerini aldı- bunlar doğrultusunda metni yeniden yazdı, kendi web sitesinde e-kitap olarak yayınladı. Satış, talep üzerine yapılıyordu (sıfır stok, sıfır maliyet). Bu ön çalışmadan sonra, yayın haklarını Random House aldı ve 2012’de yayınladı. Kitap bir ay içinde çok satanlar listesinin başına oturmuştu.
Grinin Elli Tonu, ne kadar berbat bir kitap olursa olsun, içinden geçtiğimiz zamanı kavramakta önemli ipuçları sunuyor : Birincisi, arzu ve zevkle ilgili fikirlerimizi gösteren bir ayna işlevi görüyor. Fantezilerle ilgili olduğundan emin değilim, mütemadiyen bu vurgulansa da. Bir fanteziden bahsetmemiz gerekiyorsa, o eskinin eskisi, kokmuş fantezidir- aşkla ehlileştirilip aile babasına dönüştürülen adam! İkincisi, fantezilerin ancak ahlâksızca bir zenginlik içinde sunulduğunda kabul görebilmesini çok normal karşılamamız (kitaba yönelik eleştirilere fanların tepkisi bu minvalde: “BDSMciler çirkindir, öyle fantezi olmaz”!) hakkında düşünmeliyiz herhalde. Üçüncüsü, metaların üretimindeki örgütlenmenin çok satanları da kapsayacak biçimde genişlemiş olması, üzerinde durulmaya değer bir ipucu gibi görünüyor- okurun tüketiciye dönüşmesi eski bir hikâyeydi ama televizyonun rating ölçme tekniğinin metinlere de sirayet etmesi ancak bugünün teknolojisiyle mümkün olabildi. “Fikri haklar”ın kime ait olduğu kolay cevaplanamayacak bir soruya dönüştü böylece. Stephenie Meyer, yazılanın tamamen yeni ve farklı bir metin olduğuna ikna olmuş görünüyor ama pek çok yazar, fanfiction’a “düşmek”ten son derece rahatsız. “Evime izinsiz girip ev ahalisini dışarı atmaktan ne farkı var ki bunun” diyen de var.
Grinin Elli Tonu, şiddet fantezisi falan sebebiyle değil ama metalaşmanın vardığı ürkütücü noktayı göstermesi bakımından da konuşulmaya değer bir kitap. Üstelik seks hakkında değil, ehlileşme ve romantik aşk hakkında. Seks hakkında bir şeyler işitebilmek için bugün hala yer altı edebiyatına ihtiyacımız var korkarım!
(1) Bu başlıklar çok kısa zamanda Cartland’ın başını döndürecek sayıya ulaştı gerçi: Historical, Blaze, Romantic Suspense, Desire, Inspired…
(2) Türkçe’ye önce Gelişim Yayınlarının Beyaz Dizisi olarak çevrildi, sonra Beyaz Dizi çeşitlendi, sonra da Harlequin adıyla yayınlanmaya başlandı.
(3) Ama haklarını yemeyelim, yine de bazılarını ismen biliyorduk biz okurlar: Violet Winspear gibi, Janet Dailey gibi!..
(4) Chick-lit, “piliç edebiyatı” diye çevrilebilir sanırım. Genç, kentli, meslek sahibi kadınları için yazılmış hafif romanlar. Klasik örneği Bridget Jones’un Günlüğü’dür mesela, yahut Sophie Kinsella romanları.
(5) Delişmen kız/ciddi erkek, geçmişi karanlık erkek/masum kız… Harlequin bunları çoğaltmış görünüyor ama o kadar da değil.
(6) BDSM’cileri çileden çıkardı aslında, biri şöyle diyordu: “kızın fantezi sınırlarını genişletebilmesi için herifin onu helikopterle alması gerekti!”
(7) Türkiye’de de var en az bir grup
(8) Fanfiction, aslında epeyce eğlenceli bir site: beğendiğiniz bir romanın sonunu yeniden yazabiliyorsunuz mesela, ya da karakterlerden bir kaçını alıp yeni bir hikâye yaratabiliyorsunuz. Yeni diyaloglar ekleyebiliyor, sinir olduğunuz bir karakteri acılar içinde öldürebiliyorsunuz. Kendiniz yazabildiğiniz gibi, yazılmış olan bu alternatif versiyonlara eleştiri de yapabiliyorsunuz.