Feminizmin Sınıfı Kadınlığın Kimliği
Gülnur Elçik
“Bu ülkeye ideolojilerden evvel onların eleştirileri geliyor.” diye bir sitem dinlemiştim yıllar önce. Sanırım bu haksızlıktan en çok nasibini alan, çoğu kez ekşi sözlük kıvamında “ortalamacı” bir dilin eleştirileriyle boğuşmak zorunda kalan hareket, feminizmdir.
“Küreselleşme, emperyalizm kavramlarını konuşmadan kadın hareketini konuşmanın gereksizliği”, “Kimlik siyasetlerinin sınıf çelişkilerinin üzerini örttüğü ve hala açıklayabilirlik değeri taşıyan tek yöntemin sınıf çözümlemesi olduğu”, “erkeklerin de kadınlar kadar özne olarak rol almadığı, özne-özne ilişkisinin gerçekleşmediği bir hareketin dışlayıcı olması itibariyle desteklenemezliği” gibi varsayımlar üzerine oturan siyasi bakışın temelinde feminizmin bir kimlik politikası olmasının eleştirisi bulunuyor. Fakat bu noktada bir kimlik siyaseti olarak feminizmin doğruluk düzeyinin tartışılmasından ziyade hayatı kategorik karşıtlıklar üzerinden algılama sorununun gündeme getirilmesi doğru gibi görünüyor. Çünkü bu kategorik düşünme keskinliği bir yandan her kimlik talebinin birbirine düşmanlıktan beslendiğini öne sürerken diğer yandan özgürlüğü yek bir projesi olan etkinlik hali olarak kurarak özgürleşmeci ideal ve pratiklerin kendi arasında çelişkili olduğu saptamasına yöneliyor. Neticede Feminizm, hiçbir özgürlük-eşitlik idealinin, temelindeki cinsiyetçiliği sorgulamadan ve katılımın eşit hareketinden faydalanmadan özgürleşemeyeceğini hatırlatan “anayol” (1) olarak makul özgürlük versiyonlarından da faydalanarak temeldeki çatlağı işaret ediyor.
Feminizmin bir kimlik siyaseti olmaklığıyla “dışlayıcılık” taşıdığı iddiası bir iktidar yoğunlaştırıcısı olarak devletin mazeretlerini hatırlatıyor. Kimliklerin öne çıkartılmasının “bizim grup hep haklıdır” psikolojisine girme eğilimini barındırdığı tespiti doğruluk taşıyor. Ancak deneyimlerimiz, kimlik siyasetlerinin “biz haklıyız” söylemine kapıldığı bir yana dursun, bu mücadelelerin kimlikleri çatışma potansiyeli olarak görenlerin “onlar haksızdır” kalıp yargısına karşı ortaya çıktığını gösteriyor. Dolayısıyla kimlik konusunun sınıf çelişkisinin üzerini örttüğü iddiasını da yine yukarıdaki tasnifçi/kategorik algıdan hareketle açıklamak mümkün görünüyor. Ayşe Kadıoğlu’nun dediği gibi “Kimlikler var! Onlar yokmuş gibi yaparak daha demokratik bir düzlemi muhafaza ettiğimizi iddia etmek, var olan durumu teslim etmemeye… tekabül ediyor.” Sonuçta, sınıf analizi üzerinde ısrar etmek, sınıfın koşullarını tartışmaya açsa da sınıfa dâhil olmanın nedenleri üzerine düşünmeyi sakatlayacaktır.
Leonore Davidoff “Sınıf ve Cinsiyet” kitabında bu iki kategoriden faydalanarak iktidar dinamiklerinin “özel” sayıp göz ardı edilmesine yol açtığı konuları, Özel-kamusal, ev-iş, kültür- doğa, bedensel- düşünsel gibi “sınıfsal ve cinsiyetçi” kategorilerin ortaya çıkışını açıklamaya çalışır. Engels de “kadının kurtuluşu insanlığın kurtuluşunun bir ölçüsü ve işareti olacaktır” derken bu ikisi arasındaki ilişkiye dikkat çekmiyor muydu?
Sonuç olarak tarihin, sınıflar arasında yarattığı eşitsizlikleri bu sınıfların da içinde, feminist literatürle konuşacak olursak “özel alanımızda”, cinsiyetçi bir politikayla inşa ettiği eşitsizliklerle temellendirdiğini görmek gerekiyor. Fakat sosyalizm burjuva tipi aileyi eleştirirken işçi ailesini biraz olsun kayırarak cinsiyetçilik muhasebesini eksik bırakmadı mı? Neticede sınıf kavramının açıklamakta yetersiz kaldığı eşitsizlikleri feminizmin gözlükleriyle fark edebildiğimizi söyleyebiliriz: kadın işçinin emeğinin erkek işçi ile aynı değerle karşılanmadığı tespiti sosyalizmin kadın hareketine yaptığı önemli bir hatırlatmaydı ama pek çok işçi kadının anneliği nedeniyle ilave bir işçiliğin muhatabı olduğunu haykıran feminizm oldu. Eşit ücret mücadelesinde önce kadınların kapıya konulması politik bir sorun olarak üstlenildi; tarlayı sürdükten sonra yemeği yetiştirmek zorunda olan köylü kadın ise devamında feminizmin üstlendiği bir dilin kıvraklığıyla ifadesini buldu. Araştırmalar ekonomik olarak güçlenen pek çok kadının da şiddete maruz kaldığını ve hatta bazı erkeklerin, eşlerinin kendilerinden fazla maaş almasını zimni bir şiddet gerekçesi olarak sunduklarını gösterdi. Dahası, kadına hizmetçilik eden kadınların “sınıfı” ya da -Filiz Kerestecioğlu’nun deyimiyle- kadının bir “evlilik işçisi” olarak sarfettiği emeğin politik ve ekonomik bir değere layık görülmemesi vb… sömürüler hangi sınıfsal analizin keşfi, hangi bütünün hareketiydi?
Darağacındaki üç fidanı hepimiz biliyorduk, peki ya onların büyük işkencelerden geçmiş, 68 kuşağının kadın liderlerinden biri olan arkadaşları Necla Ülkü Kuplin’i? Tarih, sevgilisi J.P. Sartre kadar ilgiye layık bir yazar olan S. Beauvoir’ın adını neden bu kadar geç anımsayabildi? Venezuela Ulusal Meclis Başkanı Ameliach, Kadın Kalkınma Bankası’nın Venezuela Kadın Hareketi ve Küresel Kadın Grevi’nin çalışmaları sonucunda kurulduğunu söylerken tarihin küçümsediği kadın hareketine vicdan azabını sunmuyor muydu? 6 çocuklu anneye bir siyasi işkence yöntemi olarak bekaret kontrolünü uygulayanlarını hesabını “yapacak daha önemli işleri olmadan” hangi ideolojik hareket sorabilirdi? Üniversite gençliğinin yüzde 69’unun “bakire olmayan birisiyle evlenmeyi” doğru bulmadığı (2) tespitindeki aciliyeti ya da bu yüzde 69’un homojen bir grup olarak İslamcılar(!), sağcılar olmadığını ve evet içinde sosyalist yoldaşlarımızın, liberal arkadaşlarımızın da bulunduğunu hangi ideoloji bilincimize dayadı? “Özürlü” çocuk doğurduğu için terk edilen, cinsel hormonları çok hızlı çalıştığı dönemde zihinsel engelli çocuklarının tacizine maruz kalan anneleri anlamak için o savunduğunuz “barışçı” söylem nerede kaldı? Hastanelerde refakatçilerin çoğunluğunun neden kadın olduğunu, karanlık sokakların erkekler için taşıdığı egzotik anlamın kadınların nezdinde neden tehlikeyi çağrıştırdığını, kocası savaşta ölen ve çalışma izni olmadığı için sefaletin bin bir türlüsünü çeken Afgan kadınlarını, Amerika’da kadınların on beş saniyede bir neden dayak yediğini, tüm dünyada kadınların %70’inin erkek partneri tarafından öldürülme gerekçelerini hangi sınıfsal ya da barışçı açıklamalar yanıtladı? Tarihin “bir bütüncü” anlayışları, transeksüellerin de düşünebildiğini, feminizm değilse neyin sayesinde keşfetti? (3) Kimlik siyasetlerinin giderek daha mikro bölünmelere yol açacağı iddiasından yola çıkarak feminizme yöneltilen eleştirilere feminizmin cevabı, işçinin de patronun da, sosyalistin de İslamcının da, Kürdün de Türkün de.. temelde kadın ve erkek olduğudur (4).
Feminizmin bir kadın hareketi olarak dışlayıcı olduğu iddiası kapsayıcılık ve dışlayıcılığı birbirinin zıddı iki durum olarak değerlendirme yanılgısına düşer. Bir hareketin belli bir kesimin pratiklerine dönüştürücü bir değer atfetmesi, diğer kesimleri dışladığı anlamına gelmez. Bilakis, özgürlüğün muhatapları arasında bir eşitlik yaratmak için, artık göstermek değil söylemek isteyen kadınların üstlendiği çağrıdır feminizm. Bunu yaparken erkeği kuşatan, onu belli erkeklik normlarının sınırında rüştünü ispat etmeye zorlayan koşullara da karşı çıkar. Sonuç olarak nasıl ki işçilerin özgürleşme mücadelelerini patronlarıyla birlikte yürütmesini bekleyemeyeceksek, toplumsal pratiklerin erkeklere verdiği önceliği de inkâr edemeyiz. Feminist hareket “yol arkadaşlığı” ile harekete güç katmayı sindirebilecek erkeklerin yoldaşlığına daha çok ihtiyaç duyuyor. Bay Flynn’ın Pekin Konferansı’nda Ortaklık kavramını önererek değişimin kadın-erkek ortaklığıyla gerçekleşeceği sözlerine cevap olarak, bir kadının söyleyecek çok çift lafı vardı:
“Güçlü bir ırmak daha zayıf akan bir ırmakla buluşunca ne olur? Kuşkusuz ki daha güçlü bir ırmak. Ama zayıf olanın yatağını değiştirir. Yatağınızda akmaya devam ediniz…”
Tarihin arenasında “nesnenin içine hapsedilmiş özneliğiyle” kadın, esasen bütünün erkekle özdeşleştirmesinin iddia edilen indirgemeci yöntemin kendisi olduğunu ortaya koyar. “Afaki Eleştiri” ise özne olmayı katılımla sınırlı tutarak sömürünün asıl yüklendiği anlamların rengini değiştirir. Oysa özne olmak “var olmak” değildir. Özne olmak “özne olarak var olmak”; öznenin bütün nitelik ve koşullarının harekete aynı derecede etki edebilme imkanının gerçekleşebilmesidir. Kadınların kamusal alandaki görünürlüğünün, siyasal hayattaki temsilinin ve özel alanda geri bırakılmışlığının tesadüfi bir anlam taşımadığını göz önünde bulundurduğumuzda, kadınlar üzerinde yaratılan bu baskının tam da “kadın erkek ‘ayrımına’ gitmeye gerek yok, önemli olan insandır” gibi tespitlerle kurulduğunu hatırlamalıyız.
Feminizmin “bütün”ü, hiçbir kimliğin ötekini eritmediği bir entegrasyonun idealidir. Bütün için yanmayı göze aldıkları devrimler, zaferleri kutlarken onların adını ağzına almadıysa, bütünden konuşmanın çoğulun ağzıyla konuşma totalitarizminden kurtulamayacağını artık kabul etmek gerekiyor. Ayşe Gül Altınay yazılarının birinde Stella Ovadia’nın Kadın Günleri’ndeki konuşması sırasında erkeklere uzunca bir süre söz vermemesinden nasıl utanç duyduklarını, bu “aşırılığı” yapmasına bir anlam veremediklerini anlatır. Stella’nın bu tavrının kadın sözüne taşıdığı öncelikle, erkeği geriletmeye değil kadını eşitlemeye yönelik bir girişim olduğunu anlamaları ancak Türkiye’deki yekpare siyasi geleneğin dışına çıkmaları ile mümkün olabilmiştir sanırım. “Bütün” diyerek konuşulması imkânsız bir soyutluk yarattığımızı, parçaların kendi hatlarını belli etmeye yönelik taleplerini örten bir çatı inşa ettiğimizi bilmeden barışın dilinin “kocamandan” geçtiğine biz de inanmıştık. Kaçımız sırayı bozmaktan korkup ezberi tekrarlamadık ki!
Ama Betül Tarıman’ın dediği gibi:
“atları ovaya saldım atlar
çocuklar ve kelimeleri
merakımı çıldırtan her uçurumda
mucizesini doğuran bir kadın var…”(5)
(1) “Anayol” kavramını fark etmemi sağlayan sevgilime, Tekoş’a teşekkür ederim
(2) Metropol Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin yaptığı araştırmaya (Ekim 2006) ilişkin ayrıntılı bilgi Neşet Toku’nun “Üniversite gençliğinin dine bakışı çok mu vahim?” başlıklı yazısından okunabilir. http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=445548
(3) Daha ilginci Serap Akçura’nın geçen hafta Radikal İki’deki yazısını okuyan bazı arkadaşlarımın “sınıf” mantığından” hareketle, Akçura’nın “düşünen bir transeksüel” ol-abilme-sini onun “zengin çocuğu olduğu” tahmini ile açıklamaya çalışmasıydı. İşte feminizmin başka bir güzelliğine varıyoruz! Feminizmi bir “konken hareketi” olmakla suçlayanların gözlerini kadın örgütlerindeki toplantılara katılanların çeşitliliğine çevirmeleri gerek.
(4) Burada kastedilen kadınlığın “Heteroseksüel” bir kadınlıkla sınırlı olmadığını, “kendini kadın olarak hisseden” tüm kimlikleri koşulsuz kapsadığını eklemek istiyorum.
(5) Bu “mucizenin” tamamını okumak isteyenler için. betül tarıman, atlar kadınlar ve rivayet, üç nokta nisan-haziran, 2006