Nesnelliğin Ağırlığını Tanımaya Bir Çağrı
Aksu Bora
Özne-Yapı Gerilimi, Gülnur Acar Savran’ın Beden, Emek, Tarih kitabından iki yıl sonra yayınladığı bir derleme. İlki, münhasıran feminist teorinin içinden, onun kavramlarıyla, onun soru(n)larıyla cebelleşiyordu, ikincisinin odağı Marksizm ve maddecilik. Feminizme dair sadece bir yazıda, “yeni toplumsal hareketler” üzerine olanda bir tartışma var. Ama kitap, dünyayı değiştirmeye çalışan herkesin bir biçimde uğraşmak zorunda olduğu temel bir problemle, özne/yapı gerilimiyle uğraşıyor. Yani, feministlerin (“maddeci” yahut sosyalist olup olmadıklarından bağımsız olarak!) ilgi alanı dışında değil. Savran da feminist teori ve politika ile bu tartışma arasındaki bağı, “feminizm saflarında da hegemonik olan öznelci, tikelci eğilimlerle hesaplaşmak zorunda” kalması üzerinden kuruyor. Yani, bu iki kitap benzer bir kaygıyla, benzer bir öfkeyle yazılmış. Bunu yazarın öfkeyi nezaket ve mizaha saran dilinden duyabiliriz: “Postmodernist teorilerde biteviye sürüp giden bu meşrular ve gayrı meşrular listesi, insanda postmodernizmin neredeyse bir ruh hali olduğu izlenimini uyandırıyor. Bütüncül teoriler karşısında perspektif çokluğunu, evrensellik karşısında yerellik ve tikelliği, hakikat karşısında yorumu ve göreliliği, politika ve etik karşısında estetiği, ideoloji eleştirisi karşısında yapıbozumunu, gerçeklik karşısında imgeleri, temsil karşısında benzetimi (simülasyon), zaman karşısında mekânı, çelişki karşısında farklılıkları, sınıf karşısında kimlikleri, gereklilik karşısında olumsallığı ve kaosu öne çıkaran, bilgiye, akılcılığa, kurtuluş söylemlerine kuşkuyla bakanların paylaştığı, estetize edilmiş bir ruh hali”…
Kitabı oluşturan yazılar, bu ruh halinin en baskın olduğu yıllarda, seksenlerin ikinci yarısı ve doksanlarda yazılmış. Girişte eski yazıları biraraya getirmekle ilgili tereddütlerinden söz ediyor Savran, bence doğru karar vermiş, çünkü bir araya geldiklerinde, başka türlü görünüyorlar, onun istediği gibi, “nesnelliğin ağırlığını tanımaya bir çağrı” olarak.
Özne/yapı tartışması, bildiğiniz gibi, maddecilik ile öznelcilik arasındaki mücadelenin temel alanıdır- eskiden bu ikiliğe materyalizm/idealizm tartışması tekabül ederdi. Nesnel dünya ile o dünyanın içinde yaşayan özne arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna ilişkin bir tartışmadır bu: Eğer ben içinde yaşadığım şartların bir ürünüysem, o zaman “ben” diyebileceğim bir şey var mıdır? Bu sorunun kolay bir cevabı olmadığını, en az iki yüz yıldır bulunamamasından anlayabiliriz- bulmuş gibi yapanların da içi hiç rahat olmamıştır bu konuda (Dostoyevski’nin Karamazoflar’da unutulmaz biçimde sorduğu “özgürlük nedir?” sorusu da aynı tartışma ile ilişkilidir nitekim). Eski ve derin bir sorudur, aynı zamanda, yaşamsal politik sonuçları vardır. Çünkü eğer özgürlük yoksa, yapacak bir şey de yoktur. Sonradan postmodernist “ruh hali”ni besleyen “bilimsel sosyalizm”in dediği gibi: tarih ilerler ve nereye gideceği de bellidir. Diğer yandan, “içinde yaşadığımız şartlar”ı anlamak için kurduğumuz düzenlilikler vehimlerden ibaretse, aslında bir kaos içindeysek, en azından kolektif özneler için herhangi bir maddi temel aramak anlamsızlaşır- artık ancak olumsal ve geçici ortaklıklardan söz edebiliriz (bu ihtimalin Gülnur Savran’ın tüylerini diken diken ettiğini anlıyoruz!).
Bu tartışmanın feminist politikada da ciddi sonuçları vardır: Sınıfsal, coğrafi, kültürel, ırksal, etnik… farklılıkları aşan bir Kadın var mıdır? “Kadınlar”ı eğer bir özne olarak tanımlayamıyorsak, feminizm nasıl mümkün olacaktır? Eğer “işçi sınıfı” nesnel bir ortaklık değilse, devrimin öznesi kim olacaktır?
Gülnur Savran, yapısalcılık sonrası kuramcılara, Türkiye’de de geniş bir tartışma alanı bulan Althusser- Laclau/Mouffe hattına doğru ilerliyor; yazıları ardarda okuduğumuzda, işçi sınıfının devrimci özneliğinin sorgulanmasıyla başlayan ve devrimci öznenin kendisinin ortadan kalkmasıyla devam eden süreci yakından izleyebiliyoruz. Üstelik anlaşılması epeyce zor, soyut kavramsal tartışmaları berrak bir bakış açısının yardımıyla izlemek, gerçekten öğretici oluyor… Hem çok berrak, hem sabırlı ve açıklayıcı… Üstelik gayet açık bir tarafgirlikle yazılmış olmasına karşın, adalet duygusunu ve anlayışı elden bırakmayan bir yaklaşımı var- ender bulunan hasletler.
Benim için bu da tıpkı bir önceki kitap gibi, uzun zaman didiklenecek, yeniden okunacak, altı çizilip yıpratılacak belli ki… Mesela, “somut gerçekliğin ve hakikatin yalnızca öznel, tikel, yerel, kısmi olandan ibaret olduğuna; soyutlamanın, genellemenin, bütünlük kurmanın, ‘büyük anlatı’ların ancak tahakkümcü, baskıcı olabileceğine; nesnelliğin, toplumsal ilişki ve yapıların, maddi gerçekliğin bizim için ancak söylemsel, algısal, düşünsel dolayımlardan geçtiği ölçüde herhangi bir anlam-önem taşıyabileceğine ilişkin artık kesinleşmiş, hatta kemikleşmiş yargılar bunlar…” cümlesini dönüp dönüp yeniden okuyacağım ve cümlenin ilk yarısının neden ikincisiyle devam etmek zorunda olduğunu anlamaya çalışacağım. Somut gerçeklik bana da öznel ve tikel olandan ibaret gibi geliyor ama öznel ve tikel olanı anlayabilmek için onu sarmalayan daha geniş yapıya başvurmak gerektiğini de biliyorum. Aynı zamanda, o yapının ancak bir “dolayım”la kurulabileceğini düşünüyorum- işçi sınıfından olmak diye bir nesnel durum vardır tabii ama bu nesnel durumu kavrayabilmemiz için, üretim ilişkileri falan gibi bazı kavramların dolayımına ihtiyacımız vardır. Bu dolayım bizim kurduğumuz bir şeydir, demek ki genelleme ve “büyük anlatı” da öyle. “Hayat kadar karmaşık” bir anlatı kuramayacağımıza göre, ister istemez bir dizi tercih yapacağız, bazı şeyleri önemsizleştireceğiz, bazılarını öne çıkaracağız… (somutla ilişki kurmanın başka bir yolunu bulacağız yani!) Ama bu neden tahakkümcülük olsun? Kendi doğruluğumuza ve haklılığımıza inanmak için bir “nesnel yapı”dan güç almamız mı gerekiyor?
Öznelcilik ve tikelcilik neden her durumda postmodernizmle birlikte düşünülmek zorunda olsun? “İradenin iyimserliği”ni modernler kadar tanıyan başka kim var?! (Marx’ın en heyecan verici eseri Kapital değil de El Yazmaları gibi gelir bana hala, öznelliği o kadar iyi kavrayan bir başka metne rastlamadım sonradan- bu irade meselesi hafife alınacak şey değildir!)
En önemlisi de, maddeci/belirlenimci bir feminizmin politik tezahürü ne olacaktır? Yani, kadınlık durumunu belirleyen nesnel yapıyı kavramayı başardığımızda, bununla ne yapacağız? Ve bunu kim yapacak?
Gülnur Savran, 1980ler ve 90’ların düşünsel iklimini büyük ölçüde belirleyen ve özne-yapı gerilimini özne lehine çözer gibi yapan (ama özneyi imkânsız hale getiren) yaklaşımlara karşı dururken, aynı gerilimin öteki ucundan konuşuyor: yapılardan. Gerilimi yapı lehine çözmeyi tercih ediyor.
Özne-yapı geriliminin derin ve çözümü güç bir problem olduğu belli- belki de bu problemle uğraşmanın kendisidir ufkumuzu genişleten, politikanın zeminini kuran.
Künye
Özne-Yapı Gerilimi/Maddeci Bir Bakış
Gülnur Acar Savran
Haziran 2006, Kanat Kitap
Bir Cevap Yazın