On dördünde üç kadın
Dilek Şentürk
Çocukluğumda, şehir dışında oturan babaannem senede bir bizi ziyarete gelir, bir ay kadar bizde kalırdı. O zamanlardan aklımda kalan, onun gelişiyle arada bir gördüğümüz yaşlı bir tanıdığımızın da bizi sık sık ziyarete gelmesi, camın önündeki divanda saatlerce sohbet etmeleri, her gün görüşebilmek için can atmalarıydı. Evler çok yakın değildi, o vakitler belediye otobüsleri, dolmuşlar şimdiki kadar çok olmadığı için onların buluşmaları torunlarının eşliğinde birbirlerinin evlerine yürüyerek gitmek suretiyle sağlanıyordu. Böylece ben babaannemi götürdüğümde o evde, torunu babaannesini getirdiğinde de bizim evde sohbetlerine tanık oluyordum. Makbule Teyze ile babaannem öyle bir dalarlardı ki konuşmaya, konuşmak değil adeta yaşarlardı konuştuklarını, konunun geçtiği mekânda, zamanda olurlardı o an. Benim yanımda konuşmaktan çekinmezler, hadi sen git dersini çalış bahanesi ile de beni başlarından savmazlardı. Öyle bir dalarlardı ki geçmişi yaşamaya, benim, yanlarında olduğumu fark etmezlerdi belki de.
Annem salonda komşuları ile sohbette ya da mutfakta iş başında veya komşu ziyaretinde, çarşı pazar alışverişinde olabilirdi, iki arkadaş için bunun hiç önemi yoktu; zaten onlar cam önündeki divanda sohbet ediyor görünseler de farklı mekânlarda yaşıyor, farklı zamanlardan nefes alıp veriyorlardı.
Makbule Teyze, “kırkından sonra onar onar atlıyor yıllar” derdi. Yolun yarısından sonraki dönüşün, yokuş aşağı uçarak, koşarak, yarışarak olduğunu söylerdi. Dün olmuş gibi anlatırdı yıllar öncesi yaşadığı, beynine kazınmış, yüreğine mıhlanmış, gözünde yaş olmuş acılarını. Yeniden yaşar, yüreğinin sızısı gözünden yaş olup akardı. Otuz kırk sene önce olan bitenleri öyle bir sıcak, öyle bir canlı, öyle bir yüreği ile anlatırdı ki sanki tüm bu olanlar beş on saniye önce yaşanmış, az önce olup bitmişti.
Duyduklarımdan anladığım kadarıyla, Makbule Teyze’nin kocası Ali’nin ilk evliliği, genç yaşta bir çocukla dul kalan yengesiyle, yani öz abisinin karısıyla “Törede böyledir,” baskısıyla olmuş. Abla diye sevdiği, yenge bildiği, kendisinden yaşça oldukça büyük olan bu kadına koca olmuş hiç mi hiç istemeden. Yengeye zaten fikrini soran olmamıştır diye düşünüyorum şimdiki aklımla. Ama yıllar sonra Ali genç bir kadınla evlenme arzusuna kapılıyor ve işte Makbule Teyze burada giriyor öykünün içine, tam burada on dört yaşındayken, altı çocuklu bir eve giden kuma olarak…
“Anasız büyüdüm, üvey anam başından savdı beni sorgusuz sualsiz, nikâhsız gittim, kuma oldum,” derdi. On dört yaşına döner, bohçasıyla çıkardı evinden, koca evine ağlayarak gitmişti. Evdeki altı çocuğun birinin kendisiyle aynı yaşta olduğunu söyleyen Makbule teyze, dokuz çocuk doğurduğunu söylerdi. İkisi yaşına gelmeden öldü derken yaşadığı yürek sızısı üçüncüyü, hani o yayla evinin aşırı yağmurda çökmesiyle kalasların, taş duvarların altında can veren on altı yaşındaki Osman’ını anlatırken, feryada dönerdi, çığlık olurdu, gümbür gümbür heyelan olurdu, yayla evi yeniden yıkılırdı, Osman yeniden kalasların, taş duvarların altında can verirdi.
Babaannem hep bağdan eve giden yolda, hep on dört yaşındaydı. Biri geliyor o yolda at sırtında, çok beğeniyor bu on dört yaşındaki güzeli, nerden gelirsin nereye gidersin kimin nesisin diye sorgulamadan atıyor arkasına, mahmuzluyor atını. Bundan sonrasını her defasında ağlayarak anlatırdı babaannem, “fakirlik var, savaş yılları… Gâvur gelmiş köyümüze, kaçtık, aylarca yol yürüdük, yolda kız kardeşim hastalıktan öldü… Bu köye yeni gelmiştik, evden bir boğaz eksik olsun dediler, babamlar da ses etmediler, bu nasıl iştir demediler, nikâhım kıyıldı. Döverdi beni, ellerimi başımın üstünde bağlar, öylece korunmaya çalışırdım, amcan öğretmen, baban subay olunca boşandım deli Ömer’den” derdi.
Babaannem hep on dördünde bağdan eve giden köy yolunda, Makbule teyze ise yıkılan yayla evinin enkazı başındaydı. Hep deli Ömer atının arkasına atıyor küçücük çocuğu, kalasların altından çıkıyordu hep Osman’ın ölüsü…
Bu iki arkadaş ne zaman bir araya gelseler deli Ömer ve Osman mutlaka anılırdı. Bazen konu değişir, deli Ömer’in zalimlikleri, kendisine ve çocuklarına yaptığı haksızlıklar, boşanma öncesi ve boşanma sonrası yaşananlar, köylünün kendisini sahiplenmesi, acı tatlı bir sürü anı konuşulurdu ama laf bir şekilde dönüp dolaşıp bağdan köye giden yoldaki atlı adam, deli Ömer’e gelirdi.
Makbule Teyze de bazen çok genç yaşta kocasını kaybettiğini, kuması ve üvey çocuklarıyla çok sorunlar yaşadığını, hatta üvey çocuklarından birinin, erkek olanının onu evire çevire dövdüğünü, kocasının ölümünden sonra yoksulluk çektiğini, mevsimlik işlerde çalıştığını, hayatta kalan altı çocuğuna bakmak için didindiğini, yeri gelip hakkı yendiğini, yeri gelip iftiraya uğradığını anlatırdı. Hafif bir yürek sızısı sezerdim bakışlarında, dertlenirdi tüm bunları anlatırken ama lafı bir şekilde yine çöken yayla evine getirmeyi becerir, fırtınalara, sellere heyelanlara karışırdı.
Çocukluğumda bir araya gelen bu iki kadın o anda bulundukları mekânı ve zamanı asla yaşamıyor, takvimleri, saatleri, o anda var oldukları mekânın koordinatlarını tanımıyor, zihinlerinin kör düğümle bağlandığı yıllar öncesinde geziniyorlardı. Bu durum beni, geçmişe dörtnala koşabilsem yaşanan tüm acıları silebilir miydim ya da yaşanılmasını engelleyebilir miydim sorularıyla hep meşgul etmiştir.
Zamanın tünelinden geriye dönme şansım olsaydı, yaşanmış zamanlara geri dönüş olsaydı, annemin de çocukluğuna koşardım son sürat, annemin “kız enstitüsüne gitmek istemiyorum, ben de arkadaşlarım gibi öğretmen okuluna gitmek istiyorum” ısrarlarına, “yaşadığımız yerde öğretmen okulu yok, babasız kızın ne işi var elin memleketlerinde yatılı okullarda, kadın başıma kaldıramam bu sorumluluğu” diye cevap veren anneannemin, tam da bu cümleyi söylemeden önceki saniyelere düşüp zaman tünelinden, annemi kapıp öğretmen okuluna götürecek sihirli bir el olmayı ne kadar isterdim. Annemden yaşça çok büyük olan, zamanında şehir dışında lise ve üniversite öğrenimini tamamlayan ve o sıralar mevkili makamlı iyi de bir işi olan dayımın ise bu konuda sessiz kalması benim hep kanımı dondurmuş, anneannemin çaresizliğini affetsem de anneme yapılan bu haksızlıkta dayımın ilgisizliğini hiç affetmemişimdir.
Kırkından sonra onar onar atlıyor yıllar derken Makbule Teyze, son otuz kırk yılını, üç beş yıl gibi az bir yaşanmışlıkla sınırlandırıp, asıl yaşanmışlıkları bunun öncesine yerleştiriyor, zamanı düğümlüyor, kendini kilitliyor o yıllara.
“Fakirlik var, savaş yılları, bir boğaz eksik olsun dediler, ses etmediler” diye gözyaşı dökmesi babaannemin, şu gün bile, üstünden neredeyse bir asra yakın zaman geçmesine rağmen yüreğimde bir sızıdır. Zamanı geri döndürüp on dört yaşındaki çocuğu deli Ömer’in atından indirmek, alıp evimize götürmek, kurtarmak istemişimdir hep. Makbule Teyze’yi çöken yayla evi enkazından yaşadığı mekâna, o zamanlara kilitlenmiş takvimlerini, saatlerini bu zamanlara taşımayı ne kadar isterdim. Ah becerebilseydim, ah zamanın tünelinden geriye doğru çıkma şansım olsaydı.
Ahh, geçmiş zamanlara dönme şansım olsaydı, on dört yaşlarındaki üç çocuğu, üç küçük kadını yaşadıkları olumsuzluklardan, şanssızlıklarından kurtaracak bir sihirli değnek olabilmek, şimdiki zamanı bir yün yumağı sarar gibi sara sara geçmişe, o acıların, haksızlıkların yaşandığı, yaşatıldığı zamana ulaşabilmek, o üç küçük kadını istedikleri yaşama kavuşturmak, dileklerini yerine getirebilmek, onları o kör zamana kitlenmekten kurtarmak isterdim. Babaannem, Makbule Teyze ve on dört yaşında bir başka çocuk, annem…