Hatırlıyorum, belki!

Gizem Ekin Çelik

“Neden çıkmayalım bu özürlü takviminden
Aptalların gramerinden, mitoloji filan bilenlerin
Noktalı virgülü hep en doğru yere: ah belinda filminden
Yüzünü buruştur ve bunu kimseye açıklama”

Geriye zamanın kalmaması ne demek mesela? Zaman, hatırlamak, unutmak üzerine düşünmek…

Aklımda bu üç tilkiyle geziyorum. Aklımdaki tilkileri de aklımdaki tilkilerin hayatla kesiştiği yerleri de pek seviyorum. Geçen hafta Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları’nın açılış dersi böyle güzel bir tesadüfe ev sahipliği yaptı, Gülnur Acar Savran söyleşisi ile.

Bilincinin bizatihi kendisiyle, onu yükseltmekle, yerini yöresini kurcalamakla cebelleşmiş bir kadın, cebelleşmelerini değişik seviyelerde devam ettiren bir sürü kadına bir sürü şey anlattı. Kendi deyimiyle kendi hafızasından bile sakladığı feminist itiraflarını. Bunları neden sakladığını anlamaya çalıştığını, bunca yıl sonra neden hatırladığını da elbette. Konuşmasını dinlerken önemli bir ana şahit olma hissi ile anlattıklarının bir yerden tanıdık gelmesinin şaşkınlığı arasında gidip geldim. Önemli bir ana şahitlikti bu, çünkü kadınların hatırlamaktansa unutmayı yeğledikleri bir toplumsal yapıda, köşe taşlarından biriydi bu konuşma. Kendi varlık mücadelelerini veren kadınların bunu sadece kendilerinin yaptığına dair yalnızlık yanılgısının kırılmasıydı, onu dinleyen genç kadınlar için. Konuşmanın başlığı “Feminizme Retrospektif Bir Bakış”tı ama “herkes kendi feminizminden, kendi çuvaldızıyla başlasın” düşüncesiyle dinledim ben Gülnur Hoca’yı.

“Bizim kız bina okur, döner döner yine okur” yerine bizim kızın artık, binaya bir şeyler etme zamanının gelmesi gerektiğinin aciliyeti düşüncesiyle yani. Patriarkanın kum havuzu haline dönüşmüş güzide mekânlardan biri olan akademinin, genç kadınlara kendi hafızalarının sırrına erme lütfunu ancak, uzun uzun acılı sınavlardan sonra, o da belki, tanıdığını düşünürsek “bizim kızın binayı yerinden oynatması”nın gerekliliği ve de. Feminist bir tahayyül için hatırlamanın, hesaplaşmanın; toplumsal belleğin feminist bellek olmadan ne kadar eksik olduğunun vurgulamanın hayatiliğinin farkında olarak.

Hele de bina böyle ‘sağlam’ durur görünürken; kadınlık hallerinden bahsetmek çok elzem, yalnız, böyle bir halden bahsetmemizin nedeni hatırlamak mı, unutmak mı, hesaplaşmak mı oluyor, karar vermek güç. Kafa karışıklığımız çokça bu kaynaktan besleniyor kanımca.

Kişisel anlatıların uzun vadede bir harekete ışık tutması feminist belleğin gelişebilmesi için temel değil midir? Kaos-gl’nin “Kadınlık Halleri” buluşmasında Aksu Bora, “Bugün yeni sayıp yaşadıklarımızı, bir zamanlar kendisinden ve deneyimlerinden habersiz olduğumuz başka kadınların yaşamış olduğunu öğrenmek gerçekten trajik bir durum,” minvalinde bir şeyler söylemişti. Kadınlar için hatırlama, işte bu habersiz tekrarları kırabilmek açısından çok önemli.

Kendisini kadın hafızası üzerinden temize çeken erilliğin dayanılmaz tabularasa’ları olmak bu kadar can yakıcı bir haldeyken. Nazmiye Demirel geliyor aklıma, Türk siyaset(sizliğin)inin en muktedir babası olan kocasının, “petrol vardı da Nazmiye mi içti” demesindeki yapış yağışlığı ancak Alzheimer hastası olup kendi hafızasını silerek temize çekebildi diye düşünürüm hep. Neyi unutup, neyi hatırlayacağına karar vermenin de bizatihi politik olduğunu; halimizle hemhal olmamızın da zamanının geldiğini de.

Yıldırım Türker bir yazısında, Diyarbakır Cezaevi’nde, yaşadığı halde ‘ölmüş’ olduğuna inanan bir mahkûmun hikâyesini yazmıştı. Adam, cezaevinin hiç güneş görmediğinden bir kabristan olduğunu, sadece Cuma günleri ziyaret olduğundan sevdiklerinin mezarlarını ziyaret ettiğine o kadar inanmış ki, tahliyesini öğrenince kalp krizi geçirip ‘gerçekten’ ölmüş. Yazısını, kalbinize sahip çıkın dileğiyle bitiriyordu Türker. Kendi tarihlerini kendi keyiflerine gören yazan heteroseksist, cinsiyetçi söylemin biz kadınları, tarihsizleştirme ve hatırlamaz hale getirme çabalarına rağmen, kendi tarihimizi yazabilmemiz umuduyla diyerek, hafızamıza sahip çıkalım diyerek bitiriyorum ben de.

 

Share Button