Sandık Lekesi
Funda Şenol Cantek
Çoğumuzun hafızasında, evin kuytu bir köşesindeki ahşap sandığın başına saygıyla oturmuş, içindeki eşyaları incitmeye kıyamayarak, okşar gibi tutup birer birer çıkaran bir anne/anneanne/babaanne/teyze figürü yok mudur? O yazmalar, çevreler, bohçalar, peşkirler, gelinlikler havalandırma bahanesiyle, sıralı sırasız, iki el birden altlarına kaydırılarak çıkarılır, koklanır, sağında solunda güve yeniği, leke var mı diye incelenir. Bir süre dalınıp gidilir. Kim bilir neler düşünülür? Etrafta meraklı bir kız çocuk, torun, yeğen varsa onlara bu eşyaların hikâyesi anlatılır, ısrar üzerine denettirilir, sonra bir iç çekilip aynı törensel hareketle sandığın koynuna bırakılır eşyalar.
Sandık, çeyiz sandığı sadece kadına ait olan eşyalardan biridir. “Kız çeyiziyle doğar” sözü, bir hanedeki tüm kadınların, özellikle de annelerin ellerinden düşürmedikleri danteller, iğne oyaları ve örgü şişlerinin hikmetini açık eder. Nenelerin zamanında, hatta şimdi bile sandığa önce bir don konur, donansın kız bebek diye. Çünkü donanımı, yani çeyizi az olan kıza “sen bize donsuz geldin” deme hakkı vardır “elin evinde”. Kızın çeyizine söz gelmesin diye, tel kırma, ajur, hesap işi, sıyırtma, sarma ve ciğerdelen gibi ince işlerle örselenmiş parmakların, feri kaçmış gözlerin hesabını tutar sandıklar. Kızının bahtını yapamayacağını bile bile tahtını yapmaya çalışır anneler. Elin evinde yüzü eğilmesin, sahipsiz sanılmasın, ezilmesin diye sandığı tıka basa doldurmak için, kız bebek doğar doğmaz koyulmalıdırlar işe. Kimi aile zaten varsıldır, gösterişli parçalarla doldurur sandığı, anne yapamıyorsa biri tutulup yaptırılır çeyizlikler. Kimi ise mutfak masraflarından arttırdığı üç kuruşla veya sağdığı ineklerin sütünden ayırdığı parayla dantel ipleri, kukalar, patiskalar, etaminler, yünler satın alır çeyiz sandığı için. Sonra da başlar “ören bayan”lar telleri kırmaya, ipleri sarmaya, hesapları yapmaya ve adeta kendi ciğerlerini delen, olağanüstü işçilik gerektiren nakışları işlemeye, örnekleri çıkarmaya. Hepten çileli değildir çeyiz hazırlamak. Komşularla, akrabalarla bir araya gelmenin bahanesidir. El oyalar, yaratıcılığı besler. Bazen tatlı bir rekabetin, bazen de hasedin aracısı olur. Bulduğu örneği gizli saklı çıkarır, gönül indirip istemek yerine yan gözle bakarak aklına kazımaya çalışır bazen kadınlar.
Kocalarının “Çula çapuda para veriyorsun!” diye çıkışmalarına aldırış etmezler. Kıymetli mobilyalar, buzdolapları, televizyonlar ve dahi su küpleri, oklavalar çıplak durur mu? Durursa itibarı olur mu? Hem o çul çapud, kızın omzundaki melektir. Annesini hatırlatacaktır ona, gurbet ellerde teselli olacaktır kimi zaman. Gittiği yerde itibarını arttıracaktır. Sandık içleri önce konu komşuya, dünüre gösterilir. Serilir, asılır çeyizlikler gelinin baba evine. Etraftaki kadınların gözü, sözü değmeden girmez sandığa o çeyiz. O gözler, o sözler hep peşindedir evlenecek kızın. Sandığın kapağı aralanınca sızarlar ev içlerine.
Her kız sevmez, istemez sandık içi ahalisini. Bilhassa şehirli, okumuş kızlar. Evcimendir el işi çeyiz, demodedir. O çocukken daha, kendisine sorulmadan hazırlanmış şeyler onun zevkine uymuyordur. Belki evlenmek istemiyordur, mecbur mudur? Ona sorulmuş mudur “Çeyiz ister misin? İçinde neler olsun?” diye. Dantel örtü nedir ki? Bohça, kanaviçe yastık… O başka bir dünyaya aittir artık. Annesini eve kapatan sandığa bu yeni dünyada yer yoktur. Oysa sandık gelinle birlikte mutlaka baba evinden çıkmalıdır. İçindekiler gün yüzü görsün, görmesin. Gönülsüzce alır evlenen kadın sandığı yanına.
Bir kadından diğerine emanettir artık sandık. İçindekiler, eşya demenin haksızlık olduğunu düşündürecek kadar konuşkan, kimi zaman keyifli, kimi zaman huzursuz edici birer hayat arkadaşı olurlar kızlara. Mahremiyetin yükünü taşıyan birer hamal. Sırları fısıldayan birer yoldaş. Güven veren birer dost. Görevleri hatırlatan, haddini bildiren birer despot. O sebeptendir ki, bazı kadınlar, tıpkı anneanneleri ve anneleri gibi sandıklarını kilitleyip, anahtarlarını ceplerinde taşırlar. Sandık içi fısıltılarını başka kimse duymasın diye. Hep göz önünde olan görünmez olur ya, arada açılıp göz atılır sandığa. Ki anılar daha ağır çeksin, daha fazla demlensin keder, özlem, öfke… Sandık odası olan evler birer perili köşktür. Sandıktaki anılar kilit altındaki bu odaların kapılarını zorlar.
Kız çocuklara, genç kadınlara sırlarını kendiliğinden vermez sandık. Eşlikçisi olmadan açılamaz. Sonraki kuşağa emanet edilene kadar annenin, anneannenin, babaannenin himayesinde uzanır başlar sandığın içine. İzin çıkarsa 4-5 beden büyük ipek gecelikler, nişan tuvaletleri giyilip evin içinde salınılır. İmitasyon inci küpeler veya hakiki elmas pandantifler tecrübe edilir. Yoksul sandıklardan nene yadigârı çetikler, çevreler hovardaca işmar eder. Gözü kalanın çeyizini şenlendirme vaadiyle…
Sandığın mahremiyeti ona sahip olan ilk kadından sonra azalır ama. Bir sevdalık hikayesi anlatan mektuplar, ipek geceliklerin kıvrımlarından akan gerdek gecesinin korkulu veya iç gıcıklayan anıları, saten bir nişan tuvaletiyle veya eprimiş bir gelinlikle arz-ı endam eden ilk heyecanlar, bir ölüm kağıdında yiten kayıplar, bir tapu senedinin teminatındaki birikimler, iki baş için işlenmiş tek yastık kılıfında kokusu kalmış ölü kocalar en çok sandığın ilk sahibine gösterirler kendilerini. Sonra giderek flulaşırlar. Ama yok olmazlar. Yırtık bir sayfa, kopmuş bir düğme, boş bir parfüm şişesi, güve yeniği bir duvak, sandık lekeleriyle yaralanmış olsa da hala hayattadır. Anneannenin, annenin gençlik hikâyesini anlatır torununa, kızına. Artık sandık her açıldığında, bu hikâyenin kokusu yayılacaktır odaya. Çünkü sandık, hatıraları saklamak için çeyizi bahane eder. Hiç kullanılmamış, kullanılmayacak el işleri için göz nuru döken anneler baştan bilirler bunu. “Konu komşu ne der?”, diye sorarlar önce bir kendilerine, sonra, “belki bir gün kullanır” diye avunur eğerler başlarını ellerindeki işe.
Bazı sandıklar evlilik hayallerinin de içine gömüldüğü sandukalara dönüşürler. Evlenmemiş kadını tamamlanmamış bir proje olarak gören düzene yenik düşenler gömülür bu sandukalara. Artık ümitleri tükendiğinde bile örmeye, işlemeye ve biriktirmeye devam ederler. Çünkü boş sandık hezimettir. Rüyada görülse hayra yorulmayacak bir felaket habercisidir. Sandık lekesi, kırık hayallerin nişanesidir.
Nurşen, Yeliz, Lale, Ece, Fidan, Nejla, Çağla, Atalet, Nilgün, Atiye, Nurten… Siz de anlattınız ya, bir zamanlar bize Kırk Haramiler’in hazinelerle dolu mağarasının içi gibi görünen çeyiz sandıkları, aslında bizi biz yapan kadınların hüzünleri, kahkahaları ve hayalleriyle dolu değil mi? Bu hayallerin kırılan parçaları ara sıra içimize batmıyor mu? Annemin sandık nöbeti bana geçtiğinden beri, onun hayatını da emanetime almış gibiyim. Ne vakit o yıpranmış, naftalin ve cila kokan sandığın kapağını aralasam bıyıkları yeni terlemiş bir nişanlının özlemlerini, sert mizaçlı bir kaynananın kem sözlerini, tasasız çocuk kahkahalarını duyuyorum. Gurbete giden mahzun bir gelinin telleri dolanıyor saçıma, sahte inci gerdanlıkları boynuma takıyorum. Kapağı kırık bir parfüm şişesinde karı-koca kavgalarının şiddetini görüyorum. Bir hatıra defterinin sayfalarında başka hayatlara duyulan özlemi keşfediyorum.
Selden kurtarılmış, sararıp solmuş fotoğraflarda anneannemle, annemle yaşıt oldum artık. Sandığı aça kapata onlarla hesaplaştım. Tümden affettim mi onları? Hayır. Ama aynaya bakınca biraz da onları görüyorum artık. Ara sıra sandığı açıp ellerimi yavaşça içine daldırıyor, geçmiş günlerden birini çekip çıkarıyorum. Bir gençlik masasında, annemle ikimiz arasında…