Mustang filmine dair bir feminist okuma denemesi: Feminist filme sızan erkek bakışı

mustang

Ülkü Özakın

Bu yıl Fransa adına Oscar adayı olan ve Karadeniz’in bir köyünde geçen Mustang filminin artı ve eksilerini, feminist açıdan ele alan bir yazı yazmaya çalışacağım. Öncelikle ben filmi aşağıda paylaşacağım sorunlu noktalara rağmen genel olarak beğenenlerdenim. Çocuk yaşta, görücü usulüyle yapılan zoraki evlilikler, hala bu ülkede en büyük sorunlardan. Bu konuyu, genç kadınların ağzından, filmin ana teması olarak sunan bir filme çok ihtiyaç vardı.

Bir düşünelim, 1990’lardan önce çocuk olan hangimiz, ilkokul biterken sokaklardaki koşmaların “artık büyüdün kızım” sözleriyle sona ermesindeki şoku yaşamamıştır. (Böyle diyorum çünkü artık çocuklar mahalle aralarında sokakta oynama durumunu bile yaşayamıyor.) Cinsiyet farkını hiç önemsemez sandığım babamın anneme, bana iletmesi için söylediği “sen söyle, artık genç kız oluyor, bisiklete şortla binmesin bundan sonra” sözlerinin, bedenin özgürlüğünden, bedenin utancına geçişin zamanının geldiğini bildirmesini, o kırılmayı unutmak kolay değil. Mustang filmini izlemek bana o zamanları yeniden yaşattı. Erkeklerin bakışlarındaki tehdit edicilik, eskaza birinin hoşuna gidersen, istemeye gelmeyi düşünebileceğini, kendi ailen için geçerli olmasa da böyle bir gerçeğin olduğunu bilmek kız çocukları için önceki yılların çocukluğa ait coşkusunu nasıl da yok eder, tekrar hatırladım. Bir yandan ailelerin çocuklarını kötülüklerden korumaya çalışması da anlaşılmaz değil. Cinsiyet farkı konusu kolay çözülecek bir konu olmaktan hala çok uzak. Bu film o kırılma dönemine, kızların bakış açısından, her tür özgürlüğün ayrımcı biçimde kısıtlanması olarak bakıyor.

Amargi Kooperatifi’nde yaptığımız çalışmalardan biri de istediğimiz bir konuda araştırma atölyesi kurmaktı. Erkek egemen toplumun çocukluk çağı bitmeye yüz tutan kadınlara yaşattığı bu kırılma dönemiyle ilgili bir atölye yürütmeyi düşünmüş, bu fikri arkadaşlarla paylaşmış ama gerçekleştirememiştim. O kırılma döneminin psikolojisinin, bir filmde ana konu olarak ele alınmış olması bence çok önemli. Bu ülkede kadınsan, çocukluktan çıkmaya başladığın anda özgürlük diye bir kavramı unutman gerektiği gerçeğinin filmde ustaca verildiğini düşünüyorum. Türkiye’de kadınların sorunlarına dair çekilen birçok filmde bile oldukça eksik kalmış bu konuyu dile getirmesi bu filmi önemsememi sağladı. Toplumun cinsiyetçi iki yüzlülüğü, her yaştan erkeğin kız çocuklarına avcı gibi bakmaları, kız çocuklarının aileleri dışındaki insanlarca elbirliğiyle korunması yerine filmde olduğu gibi aileye ispiyonlanması, hormonların da etkisiyle, ergenlikte yaşanması gereken sağlıklı ilişkilerin yerine eve hapsedilmek.. İslam’ın ya da geleneksel ataerkilliğin, kadınları örterek, saklayarak erkek egemenliğinin saldırılardan korumaya almaya çalışmasının çocuklar üzerindeki etkileri filmde etkileyici şekilde anlatılıyor. Evde açık olan televizyondan gelen günümüz siyasetçilerinin cinsiyetçi sözlerine kadar yaşadığımız şeyler bunlar. Yine bir televizyon programında, erkeğin de namuslu olması gerektiğine dair bir konuşmada gözlerini kaçıran cinsel istismarcı amca sahnesi de, erkeklerin ikiyüzlülüğüne iyi bir eleştiri. Kızların topluma karşı aralarında kurdukları ama büyük oranda dağıtılan kadın dayanışması ve küçük kızın topluma ve dayatılan evcilleştirmeye isyanda sonuna kadar ısrarı, filmin artılarından. Bu yönüyle film, çoğu filmin geçemediği Bechdel testini[1] Allah için darmadağın ediyor. Ama, bu film acaba her açıdan başarılı mı ve hiç sorunlu yanları yok mu? Bence var, hem de küçümsenmeyecek sorunlar, aşağıda da bunlara bakmaya çalışacağım.

Filmle ilgili çıkan eleştirilerde, oryantalist bakış açısı taşıdığı, çocukların köyde kültür olarak uzaydan düşmüş gibi durdukları, çocukların cinsel istismara uğramalarının filme biraz zorlama olarak dahil edildiği ile birlikte oyuncuların bedenlerinin fazla sergilendiği de dile getirilenlerden. Öncelikle belirteyim ki, ben filmi asıl olarak, modernizmin ve laikliğin kadın özgürleşmesini otomatikman getireceği fikrine feministlerin itirazını hatırlatarak eleştireceğim.

Filme dair bazı noktalarda eleştirilerim oluştuktan sonra, filmin genç kadın yönetmeni Deniz Gamze Ergüven, bir röportajında erken yaşlardan beri Fransa’da yaşadığını, kültürel olarak Fransız gibi hissettiğini söyleyince, bu durum benzer Fransız yapımı filmlere dair izlenimlerimi çağrıştırdı. Bazı açılardan benzer olduğunu düşündüğüm üç filmi aşağıda feminist perspektifle incelemeye çalışacağım. Peki, Fransız filmlerinin kendine özgülüğünü belirleyen noktaların nedeni ne olabilir? Fransa, bildiğimiz gibi Batılı, entellektüel yaşam tarzının sembolü olan bir ülke. Sembol olmasının nedenlerinden biri laikliği en katı haliyle uygulaması. Son yıllarda Fransız devletinin okullarda başörtüsünü yasaklamasıyla ülkesindeki müslüman göçmen kız çocuklarına eğitim hakkının sınırlanmasına yol açarak, sonrasında Türkiye’de de başörtülü kadınların üniversite okuma hakkının ihlaline de bir ölçüde dayanak oluşturduğunu söyleyebiliriz. (Yönetmenin bu yasak konudaki görüşünü merak ediyorum). Filmde anlatılananlar çok önemli ve doğru olsa da, filmin yaklaşımı ana akım Fransız kültürünün izlerini taşıyor diyebiliriz. Toplumun ana akım anlayışı, güncel feminist eleştirel süzgeçten yeterince geçirilmeden filme işin doğrusu olarak yansıtılmış. Bunu aşağıda açıklayacağım. Günümüz feministleri için Fransız toplumu, devrim sonrası öncelikle bireyler (erkek kardeşler) arasında amaçladığı soyut eşitliği kadınlarla paylaşmayı pek başaramamış, büyük gururla sahiplendiği laikliği toplumsal cinsiyet eşitliği için otomatik bir çözüm olarak önermesiyle öne çıkar. Ben de filmde, erkek egemenliğinin toptan bir eleştirisi yerine, temelde Batılı olmayan topluma yönelik bir tavırla sınırlı bir yaklaşım gördüm. Fransız izleyiciye, “bakın Doğu ve İslam ne kadar geride, oysa siz bunları hep aşmış bir yeryüzü cennetisiniz” mesajı iletilmiş dendiğinde filmi savunmak kolay değil. Sonuçta dilmin ana teması, Türkiye’nin küçük bir köyünde bir kız çocuğu ve ablalarının, muhafazakar toplumun onlara dayatmaya çalıştığı kaderlerine isyanı ve oradan kurtulmaya çalışmaları. Gençliklerini yaşayacakları ergenlik döneminde, toplumun geleneklerine, bekarete verilen öneme teslim olmaları beklenirken, bedenleri doğanın o döneme özgü hormonlarının etkisinde. Filmdeki beş kızkardeş, perdeye karakterleri, yeterince derinleştirilmeden, fazla görsel ağırlıklı bir şekilde, temelde enerji dolu, genç bedenler olarak yansıyor. Filme verilen Mustang (Yabani At) adı bile aslında kızların perdeye nasıl yansıtıldığının göstergesi, yabani atlar gibi yerlerinde duramayan, evcilleşmeyen ergenler. Kızlar, hayalleri, kişilik farkları, ilgi alanları gibi özellikleri yeterince verilmeden, bedenlerindeki enerji dolayısıyla bu benzetmeye oturtulmuş. Ne de olsa yüzlerce yıldır hemen hemen her kültürde, erkek eşittir akıl, dişi eşittir beden. Dolayısıyla, filme ilk eleştirim, kız çocuklarının bedenlerine ve cinselliklerine atfedilen bu aşırı önem. En küçük kardeş Lale’nin amcasını atlatıp İstanbul’a öğretmenine gitmesine kadar, kendisinden büyük ablaları hep içgüdülerinin peşinde, mantıktan tamamen uzaklar. Lale de herhalde daha kadınlaşmadığı, çocuk olduğu için mantığını kullanabiliyor.

İkinci eleştirim de yine bedenle bağlantılı, çekimlerdeki genç bedenlere nesneleştirici yaklaşım. Evde kapalı olarak yaşayan ergenlik çağındaki kız çocuklarının, yaz tatilinde evde yarı çıplak gezmesi anlaşılır bir durum olsa da, filmdeki çekimlerin sorunlu olduğuna dair eleştirilere katılıyorum. Başta küçük kızın da dediği gibi herşey güzelken, birden din ve ahlak, kızları korumaya alır, eve hapseder, okuldan alır, giysilerini değiştirir. İzleyicinin buna – “genç kadın bedenlerini izlemeye dair doğal hakkı elinden alındığı için” – şiddetle itiraz etmesi sağlanır ama neyse ki, kameramız bu kısıtlamaya aldırmadan, evin içinde de çocukların bedenlerini izleyiciye sunmaya devam eder. Film boyunca kızların hayatları büyük kırılmalara uğrasa da, izlediğimiz bedenlerin perdede kesintisiz olarak bakışımıza sunulması güvenli bir şekilde sağlanır. Ergen kız çocuklarının doğal halleri, filme estetik ve gişe getirici bir malzeme olmaktan kurtulamaz. Yönetmenin bu seçimi yaparken izleyicinin iyi niyetine, neden filmdeki karakterlerden daha çok güvendiği noktasında, muhtemelen Batılı, entellektüel bireye duyulan altı boş bir güven söz konusu. Ama erkek egemenliği, ne yazık ki din, muhafazakarlık ve Doğu toplumları dışındaki birçok alanda da kendini var eden bir sistem. Bunlardan biri de yukarıda giriş yaptığımız, kadın bedenine yönelik erkek bakışı.

Erkek Bakışı – Male Gaze

Peki erkek bakışı ne demek? Erkek bakışı kavramı, ilk kez Laura Mulvey’in 1973 yılında yazdığı ve Feminist Film Araştırmaları’nın başlangıcı sayılan makalesi “Görsel Haz ve Anlatı Sineması”[2]nda geçer. Mulvey, tür sinemasının erkeğin egemen bakışı üzerine kurulu olduğunu, seyircinin de bir nevi gözetleyiciye, gizli bir ‘röntgenciye’ dönüştüğünü belirtir. Çünkü bakmakta olduğu perdedeki hayali karakterler, kendisinden haberdar değildir, yakalanma korkusu taşımadan rahat rahat olan biteni seyredebilir, en mahrem anları ve yerleri bile. Kameranın konumu, açıları ve gösterdiği objeler bu röntgencilik fikrine haklı bir zemin hazırlar sinemada. Mulvey’in tezine göre sinema, tüm enstrümanlarını kullanarak kadını bir obje gibi gösterir izleyicisine. “Male Gaze / Erkek Bakışı” terimi de bunu anlatır. Erkek, kadını nasıl görmek istiyorsa kamera öyle gösterir, neyi görmek istemiyorsa, o kadraj dışına itilir. Kıyafetten makyaja, öykünün dramatik ilerleyişinden varılan neticelere her bir öge, söz konusu bakışa göre düzenlenir.[3] Bu yüzden Mulvey’e göre[4], filmlerde kadınlar, bakış sahipleri değil tipik olarak bakış nesneleridir, çünkü kameranın (bu yüzden bakışın da) kontrolü, varsayılan hedef izleyicinin heteroseksüel erkek olduğu faktörüne göre belirlenir.

Mustang filminde ergenlikteki oyuncuların bedenlerinin sergilenmesine dair erkek bakışı eleştirisi, Mavi En Sıcak Renktir filmine gelen eleştirileri hatırlatmıyor mu? Yönetmeni Tunus asıllı Fransız vatandaşı Abdellatif Kechiche olan bu film de, başarılı olarak kabul edilmesine karşın, çok genç yaştaki oyuncuların rol aldığı upuzun sevişme sahneleri ile eleştirilerek gündeme gelmişti. Filmde iki lezbiyen genç kızın yaşadıkları ve bedenleri, sanki erkek izleyicinin beğenisine sunuluyordu. Mustang’de bu derece bir cinsellik sergilenmiyor tabii, ama bence kamera kullanım tarzında bir benzerlik var. İlginçtir ki, bu iki filmin yönetmeni de Fransa’da yaşayan ve “ılımlı İslam” coğrafyasından gelen göçmenler. Bu yönetmenlerin bu tür sahneleri kullanmasının nedenlerine bakınca, görsel estetiğe verilen önem, filmlerin izlenebilirliğini arttırmak gibi naif nedenlerin yanı sıra Fransız kültürüne dayalı başka bağlantılar da görebiliriz. Bunlara bir sonraki bölümde yer vereceğim.

Son yıllarda izlediğim ve yine erkek bakışı sorununu taşıyan, başka bir Fransız yapımı (Polonyalı kadın yönetmen) filmi, Julliette Binoche’un da rol aldığı Kadınlar (Elles) da akla geliyor. Binoche’un canlandırdığı, çalıştığı dergiye üniversite harçlarını karşılamak için Paris’te seks işçiliği yapan genç kadınlarla söyleşi yapan gazeteci kadınla, söyleşilerde görüştüğü bu kadınlar arasında geçen bir film. Binoche, filmin finalinde onların karşısında, cinselliği bastırılmış, yaşı nedeniyle yaşıtı erkeklerin ilgisini cinsel olarak çekemeyen, asıl mağdur kadın halinde çıkar karşımıza. Bu filmde de, ergenlikten yeni çıkmış öğrenci kadınların anlatımlarında, orta yaş üstü erkek müşterileriyle buluşmaları, perdeye yine aynı çevçeveden, röntgenci bir erkek bakışıyla yansıtılır. Cinsel olarak nesneleştirilen bu genç kadınlar, bazen yaşadıkları zorluklardan  bahsetseler de, büyük oranda hallerinden memnun olduklarını anlatırlar. Söyleşinin tarafları olan kadınlar arasında sağlam şekilde kurulan bir kadın dayanışmasından söz edilemez. Binoche onlara karşı, samimiyette zorlanan, bazen üstten bakan, bazen de özenen, çelişkili bir tavır sergiler. Seks işçisi kadınlar da, belki yargılanmaya tepki olarak, onun gibi evli kadınlara, kocalarının ilgisini çekebildikleri için, acıyarak yaklaşır. Yönetmen, kadınların dayanışmamalarını sorunsallaştırmayı amaçlıyor olabilir ama bundan emin olamayız. Filmin sonunda Binoche’un canlandırdığı karakter çevresindeki erkeklerin de bu genç kızlarla bağlantılarını görerek bu konunun yaygınlığını ve orta yaş üstü erkeklerin ikiyüzlülüklerini farkeder. Ama filmin çekimlerindeki nesneleştirici yaklaşım, finaldeki bu eleştiriyi büyük oranda boşa çıkarır.

Acaba bu üç filmin erkek bakışını içeren ortak tarzı, Fransız sinemasının belirleyici bir özelliği olabilir mi, öyleyse neden böyle? Yanıtı için feminist düşünür Joan Scott’a kulak verelim.

Modernizm, laiklik ve erkek egemenliğinin yeni taktikleri  

Yukarıdaki soru, Scott’un 2013 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı sunumundaki tartışmayla[5] bağlantılı olabilir diye düşünüyorum. Scott, ingilizce, secularism – sexism: laiklik ve cinsiyetçilik bağlantısına dayanan bir sözcük oyunu olan Sexularism makalesine[6], kiliseyle devlet işlerinin ayrılmasının otomatik olarak cinsiyet eşitliğini getirmediği saptamasıyla giriş yapar. Daha sonra modern/muhafazakar, Batılı/müslüman, cinsel açıdan özgür/başörtülü ikiliklerini, ülkelerin özel durumlarını örnek vererek tartışır. Söyleşisi sırasında Scott kendisinin de bir dönem konuk öğretim üyesi olarak yaşadığı, laikliğin ana vatanı olarak kabul edilen, o sıralar başörtüsünü okullarda yasaklayan Fransa’da, günümüz laikliğinin, cinsel özgürlüğü, özgürlüğün en önemli parçası olarak gördüğü tespitini  yapmıştı. Kadın bedeninin erkeğin bakışına hitap eden cinsel bir nesne olarak kışkırtıcı şekilde sergilenmesi bireysel özgürlüğün bir göstergesi olarak görülür. Türkçeye Örtünmenin Siyaseti[7] olarak çevrilen kitabının son bölümünde, bu durumun ataerkil ve kapitalist toplumda, kadınlar açısından yarattığı yeni sorunları irdeler ve kadın bedeninin bu şekilde de ataerkiden kaçamadığını gösterir. Scott’a göre bir açıdan başörtüsü, yukarıda bahsettiğim erkek bakışına direnmenin rahatsız edici bir sembolüdür.[8] Erkek bakışı, kadın bedenini izlemeyi doğal hakkı olarak kabul ederken, kadının örtünmesi, bu hakkı engellemektedir. İslam’ın dayattığı, kadın bedeninin gizlenmesi gerektiğine dair kurala tepki olarak, toplumda “laik ve özgür” kadına, kendini erkeğe cinsel nesne olarak sunma özgürlüğünün verildiğini söyler. Scott, “başörtüsü yasağı savunucuları, laikliği ve bireysel özgürlüğü, kadın ve erkeklerin bedenlerinin görünürlüğüne ve cinsler arası ilişkinin serbestliğine indirgemektedir” diyor. Kadına özgürleşmesi için sunulan başlıca yol budur. Yazar, ataerkil ve kapitalist iktidar ilişkileri hala yerli yerindeyken, sadece bu yolla ulaşılan özgürlüğün kandırmaca olduğunu söyler. Fransız evrenselliği, soyut eşitlik yaklaşımıyla cinsiyet farkı sorununu gözardı ederken, heteronormatif ve kapitalist sistem de kendisine uygun çerçeveden kadına böyle bir çözüm önerir. Erkek için potansiyel cinsel nesne olmayan kadın, erkek egemenliğine bir tehdit, başörtülü kadın da bu kategoriye dahildir. Scott’a göre başörtüsünün Fransa’da çektiği tepki bununla da bağlantılıdır. Mavi En Sıcak Renktir filmindeki lezbiyen sevişme sahneleri erkek bakışına hitap eden röntgenci bir tarzda çekilmekten kaçamaz. Güzellik anlayışı erkeğe hitap etmeyen lezbiyenler de aynı şekilde tehdit oluşturduğundan filmde erkek beğenisine ters düşen yaşlı, erkeksi, çirkin vs kadınlar göremeyiz.

Mustang filminde, kızlar evde baskı altına alınan bedensel ve cinsel enerjileri ile hapis hayatı yaşarken, yine de dine dayalı yaşayan dışarıya göre daha özgürdürler. Babaanne, erkeklerin oluşturduğu tehlikeyi dışarda ilgiyi en az çekecek renklerde giyinmeleriyle, tehlike arz eden erkeklerin aportta beklemelerini ve konu komşunun söyleyeceklerinin yaratacağı sorunları bertaraf etmeye çalışır. Muhafazakar çözüme göre, örtünerek erkeklerin arzu nesnesi olmayı reddetmeleri ve bekaretlerini korumaları gerekmektedir ki bu, bu yaştaki kızlar için büyük bir sorundur. Unutmayalım ki sonuçta bu ülke Pippa Bacca ve Özgecan Arslan gibi genç kadınların gündelik olarak tecavüz edilip öldürüldüğü bir yer. Ama büyük baskının yarattığı sonuç, kızlardan birinin tanımadığı bir gençle cinsellik yaşaması olur. Sonrasında bunun da ataerkil toplumlarda kadınlar için çözüm olmadığını yaşayarak görmek zorunda kalır. Filmde evin içi ise, toplumun bu tehlike ve kurallarından bağımsız, bedenin özgürce sergilenebildiği bir yerdir – istismarcı amcayı ve de kameranın röntgenci yaklaşımını saymazsak tabii. Kadın bedenine sömürme ve tüketme amacıyla yaklaşan erkek bakışı, farkında olunmazsa, ne yazık ki bir kadın yönetmenin gözünden de kendini üretebiliyor. Bu bakışla, sanki evlendirilmelerinin kızlara en büyük zararı, onları kameraya artık iyi görüntü vermeyen giysilerin içinde harcanan genç ve güzel bedenler haline getirmesiyle olur.

Üçüncü olarak, İstanbul’a öğretmeninin yanına kaçan Lale’ye sevinirken, filmin finalinden, naif bir şekilde modernleşmenin ve eğitimin cinsiyet eşitsizliğinin tek ve kesin ilacı olduğu mesajını alıyoruz. Ama bu ne kadar doğru? Feminist eleştiri, artık modern ve laik toplumların cinsiyetçiliğini de ortaya çıkararak, kadınların eşitlik ve kurtuluş hedeflerini daha ileriye taşıdı. Batıda da kadınların yaşadığı iş hayatı, şiddet, ailedeki sorumlulukları gibi alanlarda çeşitli eşitsizlikler dururken, Fransız sinemasının cinsel özgürlüğe bu aşırı odaklanması Scott’un bu ülkeye ayırdığı analizi hak ediyor. Feminizm, eşit haklar için modernizme bel bağlamayı çoktan aştı ama belli ki bu durum toplumda yeterince yaygınlaşamadı. Filmin sonunda izleyiciye, Lale’nin İstanbul’a kaçmasıyla bu baskılardan tamamen kurtulduğu izlenimi verilmesi, Lale’nin eğitimli ve kentli olduğunda kadınlığa dair herhangi bir sorunu kalmayacağını ima eden bir mutlu son veriliyor. Belki bu şekilde, filmi izleyen Batılı izleyiciye, Türkiye sadece köylerden ibaret değil, İstanbul gibi özgür yerleri de var mesajı verilmeye çalışılıyor. Ama biliyoruz ki, İstanbul’da ya da tüm diğer modern şehirlerde de kadınların yaşadığı sorunların haddi hesabı yok. Lale, Batılı izleyicinin de kendi hayat tarzına yakın hissettiği için çok rahatladığı büyük şehirde, acaba bundan sonra kadınlığından kaynaklı nasıl sorunlar yaşayacak? Bir de “eğitim kadınlar için tek ve kesin kurtuluş” olduğuna göre, eğer Lale İstanbul’a kaçamayıp ailesiyle birlikte Fransa’ya gelseydi ve başörtülü olacağından okula kabul edilmeseydi, bu yasak nasıl bir sonuca neden olurdu? Samimi bir kadın filmi izlemenin yaşatacağı sevinç, bu eksik bakış açısıyla gölgeleniyor.

Toparlarsak: Yakın zamanda çekilen bu üç filmde tekrarlayan benzer bir anlayışın varlığı oldukça net. Her ne kadar bu filmler Fransa’da yaşayan göçmen yönetmenlerle ilgili genelleme yapmak için yeterli olmasa da, bu durum bir açıdan Fransız kültürünün göçmenleri kendisine iyi ve kötü yönleriyle entegre etmedeki başarısı olarak da görülebilir. Bu filmlerdeki yirmi yaş altı kadınların en büyük özellikleri, örneğin bir İngiliz filmine oranla çok daha fazla oranla genç ve çekici bedenleridir. Filmlerin çıkış noktaları, homofobi, damgalanma/ikiyüzlülük ve baskıcılık karşıtı temalarıyla feminizmle uyumlu olsa da, üç film de genç kadın bedenlerine yönelik çekimlerdeki seçimleri ile Batılı erkek egemen anlayıştan kaçamaz, filmlerde kameranın genç oyuncuların bedenlerine yaklaştığı iştah, gözden kaçacak gibi değildir. Bu durum, Scott’un günümüz Fransız laikliğinin bireysel özgürlük anlayışında, genç kadınların bedenlerinin sergilenmesinin önemli yeri olduğu tezinin hafife alınamayacağını gösteriyor. İlk baskısı yıllar önce 1972’de yayınlanan John Berger’in Görme Biçimleri[9] kitabında, klasik resimlerden başlayarak açıkladığı kadın bedenine yaklaşım, günümüzde feminist mesajlı filmlere bile bireysel özgürlük adı altında sızan sinsi ve büyük bir sömürü biçiminde sürüyor. Kapitalist ve erkek egemen sistemlerin, dine dayalı erkek egemen sistemlerinkinden farklı yollarla da olsa, kadınları sömürmekte her daim yeni söylemlerle pazarlanan yöntemler üretebildiğini unutmamalıyız.

İyi bir sanatçıya düşense gişe getirici, bildik ve kolay çözümlere yönelmeden, içinde yaşadığı  topluma göre daha çok yönlü ve daha uyanık bakışa sahip olması değil mi? Başta söylediğim gibi genç yönetmene, sorunlara rağmen böyle bir konuyu işlediği için teşekkür ediyorum. Eleştirilerime rağmen, başta da dediğim gibi böyle bir konuya odaklanan bir isyan filmi feminist sinema için tabii ki önemli. Dileğimiz ilerideki çalışmalarına, feminist sinema kuramlarının rehberliğini daha çok kullanarak devam etmesi, başarılar Deniz Gamze Ergüven ..

 

[1] http://lilithingunlugu.com/post/121096622300/bechdel-testini-ge%C3%A7en-filmler-ar%C4%B1yoruz

[2] http://www.sanatlog.com/sanat/gorsel-haz-anlati-sinemasi/

[3] http://filmhafizasi.com/maymunun-3-gozu-uc-maymun/

[4] Laura Mulvey (Autumn 1975). “Visual Pleasure and Narrative Cinema”Screen (Oxford Journals16 (3): 6–18.

[5] http://www.adilmedya.com/feminist-tarihci-joan-w-scott-bogazicinde-kurtulus-ve-esitlik-uzerine-konustu/

[6]  Scott, J. W. Sexularism http://cadmus.eui.eu/bitstream/handle/1814/11553/RSCAS_DL_2009_01.pdf?sequence=1&isAllowed=y

[7] Scott, J. W. (2012). Örtünmenin Siyaseti.M. Tabur (Çev.).İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

[8] Feminist Yaklaşımlar dergisi, yazarın The Politics of the Veil kitabının bahsedeceğim son bölümünü çevirip yayınlamıştı: http://www.feministyaklasimlar.org/sayi-06-ekim-2008/ortbas-etmek/

[9] Berger, J., 2002. Görme Biçimleri, Çev. Yurdanur Salman, pp.7-17, Metis Yayınları, İstanbul.

 

https://www.youtube.com/watch?v=GMJ_25ssDG8

Share Button