Ölüyor Olsam Şarkıyı Dinlemeden Ölmezdim…
Pamuk Yıldız
Aynı sokaklarda yürüdük,
Muhtemelen aynı kitapçılara girdik çıktık, kitaplara baktık.
Aynı belediye başkanları yönetti şehrimizi.
…
O günlerde sık sık zulmün sonu var mı diye düşünürdüm ve sonuna kadar yaşadığımıza inanırdım. Şu günlerde zulmün sonu olmadığını görüyorum ve o günlerden bahsederken içten içe suçlanıyorum.
O günlerde bizi sildiklerine inanıyorlardı, özgür olduğumuzda biz de silindiğimize inandık. Sohbetlerde, günlük kaygılarda, tatil planlarında yoktuk. Bu duygularla yaşamın eteğine yapışıp içine girmeye çalışıyordum.
“Özgür” olduktan sanırım iki ay sonraydı. İnsan Hakları Derneği’nden aileler İstanbul’a, Sultan Ahmet Meydanı’na oturma eylemi için gidiyorlardı. Ben de onlarla gidecek ama onlarla dönmeyecek, İstanbul’da gezecektim. Didar Şensoy’u ilk ve son kez orada gördüm. Didar Abla birden “… Büyü de baban sana / Baskılar işkenceler alacak / Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak / Büyü de / Büyüyüp onyedine geldiğinde / Büyü de baban sana / İdamlar alacak…” diyordu. Meydanda bulunanlar – benim dışımda – ellerini kaldırarak eşlik ediyordu. Büyülendim, dondum, nefesimi tuttum, dinledim. O an vurulsam, şarkının sonuna kadar dinlemeden ölmezdim. Yok saydıkları beni anlatıyordu, Erdal’ı anlatıyordu, oğulları, kadınları anlatıyordu. Büyüyünce babasının işkenceler, idamlar almak zorunda kalacakları anlatıyordu.
Onlar bizi yok saymak istemişlerdi ama onların yok saymalarıyla yok olmuyorduk. Şimdilerde yok saydıklarının yok olamayacağı gibi…
Mamak kapısına yıllarca gelip giden Gülten Akın’ın şiir kitapları içeriye hiç giremedi. Yasaktı tüm iyinin, güzelin yasak olduğu gibi.
Cezaevleri, kurdelayı keser gibi kesiverirdi dışarı ve içeriyi. Dışarıya dair olanları kestiklerini sandıklarında şiirler; şiir, türkü, marş olup girerdi içeriye. Umut olup çıkardı dışarıya.
…
Sesi güzel arkadaşım sık sık onlar yasak dese de “Gökte bulut yan yan gider / yarlarından kan gider / Töresi batası dünya / Kahpe kalır şahan gider…” diye yanık haykırırdı Ertuğrul’a ağıtı, dışarıda haykırdığı gibi.
Gülten Akın benim için “itip düşürdüler annesini, kim diye sorma, itip düşürdüler annesini, gözleri önünde” diyordu. Oysa anneleri itip düşürenler kimse görmedi, duymadı sanıyordu. Gülten Akın onları göstererek “itip düşürenler bunlar” diye teşhir ediyor, dünyaya gösteriyordu. “Kayıp gitti elinde torba, giysiler ölü kuşlar gibi yerde” diyordu. Sayfalar dolusu yazsan da tam anlatamadığını düşündüğün o anı bir satırda, ölü kuşlarla anlatıyordu. Annem çıktıktan sonra, “Boğazımdan yemekler zehir oldu akmadı, banyo yapmadım, saçımı taramadım” dediğinde, Gülten Akın “Ben değil sofraya ölüm oturdu / Peynir yedi beni, zeytin yedi beni / Ekmeğe uzandım, ellerim düştü / Elmadan gözlerim yandı, kör kaldım / Su değil sel aldı beni / Ben değil sofraya ölüm oturdu” diyordu.
Ölüm haberini aldığımda suçlandım. Yaşı, hastalıkları öldürmezdi bir daha dünyaya gelmeyecekleri, yeri doldurulmayacakları. Yılmaz Güney’in içeride ölüm haberini aldığımda suçlandığım gibi suçlandım. Ben dışarıda olsam Yılmaz Güney ölmezdi, yaşatırdım onu diye düşündüğüm gibi, “eğer yanına gitseydim, ellerini tutsaydım, derdimi anlatsaydım, derdini anlatsaydı, merak ettiklerimi sorsaydım” diye düşündüm. Meselâ “Beş çocukla nasıl becerdin, hayata nasıl baş kaldırdın, beni yok sayamazsın dedin ve var saydırdın” diye sorardım. Sorardım da sorardım…
Son yıllarda kaybettiğimiz Yaşar Kemal’e, Eduardo Galeano’ya, Gabriel García Márquez’e gittikleri için sitem ettiğim gibi, sitem ettim. Ölmezlik otunu onlar için bulmak istedim.
Bir daha ne zaman gelecekler…