İnsan Yaşıyorken Özgürdür: Politik Bir Kavram Olarak Aşk
Emine Ayhan, Nilgün Toker, Aksu Bora
Aksu: Lauren Berlant’la Michael Hardt’ın konuşmalarını okurken, baştan itibaren aklımda hep aynı şey vardı; Gezi devam ederken birinin ortaya atıp herkesin bir ucundan tuttuğu o laf: “Hepimiz aşık olmuş gibiyiz”. Politik bir kavram olarak Aşk’a girmenin iyi bir yolu olabilir bu sanki, değil mi?
Emine: Soruya geçmeden, son dönem aşk/sevgi konusunun akademide politik bir yaklaşımla sorunsallaştırılması ile ilgili kafamda uyanan bazı soruları dile getirmek istiyorum: Birincisi, aşkı akademide adalet, özgürlük, eşitlik gibi bir politika “kavramı” olarak tanımlama çabası, okurda yepyeni bir anlamlandırma çabasıyla karşı karşıyaymış etkisi yapabiliyor. Oysa edebiyat, şiir ve genel olarak sanatın tarihinde aşk bir metafor, kimi zaman da alegorik bir unsur olarak zaten beşeri duyguları politik, toplumsal ve kozmik düzlemlerle ilişkilendirir tarzda kullanılagelmiştir. Doğrusu, “aşk örgütlenmektir” diyen Ece Ayhan’ı, “Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/Dörtnala sevişmek lazım” diyen Cemal Süreya’yı, aşkı, umudu ve ütopyayı şiirinde ince ince işleyen Turgut Uyar’ı, aşkı Allah’a ve sevgiliye bile rest çekecek denli güçlü bir başkaldırının mayası yapan Mevlana’yı ve daha nice şairleri düşününce iki Batılı akademisyenin onu kavramda ve düzyazıda yeniden keşfine şahit olmak biraz dip sularında yüzmek gibi. Demek istediğim, aşkın estetik-retorik ve sembolik kullanımları öteden beri hep politiktir; ama estetikle, duyumsallıkla kopmaz bağı içinde bir politikadan bahsediyorum tabii burada. Aşkın aldığı tarihsel sembolik, retorik, söylemsel, vs. biçimler aşk öznelerinin dünyayla ve çoğullukla kurduğu tarihsel ilişkiye dair fikir vericidir her zaman. Sözgelimi, Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyat Tarihi’nde aşkın ferdi-toplumsal-politik-kozmik-dini düzlemler arasındaki dolayımı imleyen bir istiare/metafor olarak aşka ilişkin tarihsel saptamaları bu açıdan çok ön açıcıdır. Aşk özelinde, metaforun anlamsal, çağrışımsal çok-katmanlılığı ve bilgi açısından telkin ettiği eşitlikçilikle ile karşılaştırdığımda, izlerkitlesi son derece sınırlı, hiyerarşi telkin eden bir kurum olarak akademinin aşkı kavramsal düzeye indirgeme eğilimi estetik-politik duyargalarımda belli bir tedirginlik yaratıyor. Sanki bir şeyler herkesin uzanamadığı yanlış dillerdeymiş gibi. Gene de, bu düşünsel çabayı toptan değersizleştirmek için söylemiyorum katiyen.
Nilgün: Aşk aslında felsefe tarafından epey kavramsallaştırılmış bir şey ve bu kavramsallaştırmalarda ortak olan bir şey var ki bu gezide niye herkesin âşık olmuş gibi olduğunu da açıklayacak bir şey: aşk birinin kendisinden çıkıp diğerine yönelmesidir. Bu yönelinen tanrı da olsa sevgili de olsa, yönelim nedenleri farklı da olsa, kendinden çıkma halidir aşk. Geziye katılmak ya da aslında her türlü isyana katılmak da böyle bir şey değil midir? Ben bir isyana, direnişe katılmanın, kendi odasından çıkma kararının, en önemlisi de belirlenmemiş olan bir “odadan çıkma” halinin tüm riskleriyle beraber taşıdığı heyecanın aşkın kendisi olduğu kanısındayım ki Hardt da benzer bir şey söylüyor sanki…
Emine: Evet, kendini “çağrılmış” bir özne olarak sonuna kadar belirlenmiş bulduğun hakim somut ilişkiler düzleminden, başkalarıyla hemhal olduğun bir birlikte-oluş düzlemine geçmek ve bu “başka” düzlemi birlikte varetmek. Genel olarak isyan, başkaldırı ve protestoda, vs. devlet ve sermaye güçleri karşısında yaşanan demokratik birliktelikte kendiliğinden devreye giren bir ortak ses çıkarma, birbirini gözetme, paranın yer yer işlevsizleştiği bir dayanışma hali, bilinenin ve belirlenmişin kabuğunu kırma ve demos’un bedeninin bunu yapacak güce sahip olduğunun (yani yönetme sanatı olarak “siyasetin” hep unutturma çabasında olduğu tüm bu şeylerin) hatırlanması, aşkın/sevginin gerçek anlamda politik bir cisimleşmesine tekabül ediyor. Sürekli hakim belirlenimine konu bir gerçeklik düzleminden olanaklılıkla tanımlı başka bir gerçeklik düzlemine sivil bir kayma. Yani tek tek kişilerin nüfusta kayıtlı özel adları bile anlamını yitiriyor böyle eylemlerde, herhangi bir eylemci oluyorsun. Dolayısıyla, Gezi’de de böyle bir duygu deneyimlendi, fakat bana kalırsa, Ulus Baker’in “Spinoza ve Aşkın Diyalektiği” yazısına atıfla söylersem, burada yaşanan anlık parıltıya (ki bu güzel, umut verici bir şey) “ilk bakışta aşk” diyebiliriz. Mesele, hakim gerçeklik matrisi (bilinen anlamda devlet ve sermaye düzeni) yeniden devreye girdiğinde o aşkın nedenlerinin ve onu aşk yapan değerlerin hayatın içinde nasıl sürdürüleceği, yani Baker’in Benjamin’e atıfla dediği gibi, daha belirgin bir ortak değerler dünyasına karşılık gelecek şekilde bir “son bakışta” aşka nasıl dönüşeceği; önceki ve sonraki kolektif özgürlük mücadelesi deneyimleri ve değerleriyle nasıl sürekliliğinin kurulacağı.
Hardt ile Berlant da benzer şeyler söylüyor ama son dönemde akademide politikanın (özgürlük, eşitlik, egemenlik, vs) yerleşik bir kavramı olmayan aşk’a yönelen bu ilginin nedenlerini tartışmak da bana epey önemli geliyor: Tarihin bu anında, yani solun yenik olduğu, komünizm, sosyalizm, devrimin, vs. ufukta görünmediği, politik mücadelenin uzlaşmaz bir özgürlük tahayyülünden, anlaşılır güncel nedenlerle, özgürlükler ve haklar adına verilen bir mücadeleye kaydığı ve böyle uzlaşmaz bir özgürlük tahayyülünün olumlu terimlerle ifade bulamadığı bir uğrakta olumlu açıdan tariflenen bir kavram olarak aşktan politik anlamda ne bekleniyor olabilir?
Nilgün: Belki de tam burada, yani senin dediğin noktada bu terimin, aşkın politikleştirilmesini tartışmak lazım. Bir kendini gerçekleştirme etkinliği olarak özgürlüğün imkânının politik alanın bu denli daraldığı bir zamanda tam da belirsizliğin taşıdığı imkânlarda aranması demek olabilir belki aşkın politikası. Yani tam da öznesizlik ve iradesizlik üzerinden bir özgürleşme imkânı galiba aranan.
Ben daha çok sınırsızlık ve de belirlenimsizlik üzerinden özgürlüğün düşünülmesine, totalitarizm çağına işaret ediyor olmasına dikkat çekmek istiyorum. Total belirlenim altında özgürlüğün sınırlanmamışlıkta, dolayısıyla belirsizde aranmasına…
Emine: Kesinlikle, bugün aşk gibi bir terimin politikleştirilme ihtiyacı aslında “karanlık” bir çağda yaşamamızın bir sonucu. Yani neoliberal kapitalizmin üretim ilişkileri ve bunları destekleyen totaliter-biyopolitik siyasanın katı belirlenimi altında politikanın belirsizlikte aranması. Politikanın en temel koşulu olan birliktelikteliğin, kolektivitenin bile tehlikeye girdiği bir çağda temel bir birleştirici terim olarak aşka doğru bu düşünsel yöneliş her türlü haklı çıkarılabilir (Berlant ve Hardt’ın söyleşisindeki gibi kendi içinde dönen bir dille mesela) ama “politik bir kavram olarak aşkı” düşünen öznelerin bu düşünsel çabalarının kendisi üzerine de düşünmesi (self-reflection) ve onları bu çabaya yönelten somut tarihsel belirlenimi ihmal etmemesi gerekir. Sanırım benim bu söyleşideki aşk düşünüşünü sorunlu bulduğum bir nokta, kendi tarihsel konumu üzerine düşünmemesi. Şu soru nerede: Aşkı politik olarak düşünmeye beni iten tarihsel-politik somut koşullar neler? Hardt ve Berlant’ın düşünme tarzında ihmal edilen, mevcudun, yani fiili belirlenim koşullarının tahliline yapılan vurgu gibi geliyor. Özgürlük tahayyülündeki manevi boşluk veya pozitif içerik eksiğini birleştirici bir kavram etrafında toparlama çabasını anlıyorum ya da neoliberal iktidarların hayatın her ama her alanını belirleme inadına karşı belirsizliğin elini güçlendirme çabasını; bu pozitif bir çaba. Ama bir de aşkı bu şekilde düşünmeye götüren negatif bir mevcut var ve bu mevcudun tahlili negatif bir çabayı da zorunlu kılıyor. Ortada koca bir yenilgi, sürgit yaşanan bir kayıp, bu kaybın nedenleri ve henüz “aşk dolu bir vefayla” değerlendirilmemiş sayısız iyi tarafları var. Üstelik Wendy Brown’un da dikkat çektiği gibi sadece solun değerleri değil, onun kadim “eleştiri ve nefret nesnesi” olan liberalizmin değerleri bile tek tek kaybediliyor. Yani böyle bir zeminde, aşkı politik olarak düşünen öznenin onu buna yönelten somut derdi daha somut ifade edebilmesi gerekmez mi?
Nilgün: Ben Hardt’tan çok Berlant’ın pozisyonunda şöyle bir şey gördüm: Sanırım siyaseti ve dolayısıyla özgürlüğün açığa vurulmasını, ben-diğeri arasında bir bağlanma ilişkisine yol açmayacak bir tarzda düşünmek istiyor ve yine sanırım egemenliği de bu bağlanmadan türeyen bir şey olarak görüyor. Bu nedenle siyaseti egemenlik ilişkisi üzerinden ya da egemenlikten özgürleşmek üzerinden değil, egemenlik kurmayan, hatta hiç bir şey kurmayan bir karşılaşma tarzında anlamak istiyor.
Haklısın kendi deneyimi üzerine düşünmeyen bir öznellik söz konusu burada ama zaten kaçmaya çalıştıkları şey de bu, yani bilinç değil mi? Galiba tam da hiç bir tanım kurmayan bir deneyim olarak aşk kavramıyla iş görmek isteyen bir yaklaşım. Siyaset bunun neresinde; olsa olsa sürekli isyan halinde olabilir.
Emine: Hocam, her durumda somut durumun bilincini önemsiyorum. Ayrıca bu söyleşinin bağlamı özelinde böyle bir öznesizlik göremiyorum; “Hardt” var, “Berlant” var. Genellemek için söylemiyorum ama akademinin parlak figürlerinden çıkan bu ve benzer “yeni,” artistik ve soyut çıkışlarda önceki düşünce damarlarından ve deneyimlerden emeksiz, kolaycı bir kopuş istemi görüyorum. Dediğim gibi, aşkı düşünmekte hiçbir sorun yok ama negatif gerçekliğin tahliline yönelik kavramları, sırf üstüne düşünmek istemiyorsun diye görmezden gelme tutumu “alimce” (scholarly) değil. Sanki politikanın kendi kavramları yeterince iyi işletilmiş, tüketilmiş ama işe yaramamış da, yeni bir kavramlar bulmak lazımmış gibi: Kapitalist bilgi üretim biçimine karşılık gelen “tüketimci” bir tutum bu. Hani Hardt “gayri egemenlik” üzerine düşünmekten bahsederken, “egemenlik,” “istisna” gibi realist politika kavramları üstüne kafa yoran düşünce damarını “bugün politika teorisinin ve söyleminin hakim bir tarzı” olarak niteliyor ya, bana sorarsanız, bugün politika düşüncesinde en az sahiplenilen damar bu. Çünkü bugün anaakım politika düşüncesinde en çok kaçılan kavram “güç,” hem de siyasi egemenlerle hakim sınıfın en güçlü, emekçilerin ve tebaaların en güçsüz olduğu bir çağda. Yani Machiavelli ve Spinoza şeytan ilan edildi, Schmitt’se sanki sırf nazi olduğu için “güç” ve “egemenlik” meselesi üzerine kafa yoruyormuş gibi addedildi, ayrıca bugün “çokluk,” “imparatorluk” gibi daha ilgi çekici, amorf ve genelleyici kavramlara yönelen akademisyenler kadar popüler olmuyor politik realizm teorisyenleri, bu bir gerçek. Oysa neden güçsüz olduğumu anlamak için gücün ve iktidarın işleyişini araştırmam gerekmez mi? Berlant da bir yerde egemenliğin “kötü” bir kavram olduğunu söylüyor ya, bence kavramda bir sıkıntı yok, sıkıntı bu “kelimenin” işaret ettiği “şeyde.” Acaba bugün devletler tüm “yasadışı” pratiklerini ve yasal meşruiyetlerini neye dayandırıyorlar? Bu kelimeyi kullanmayınca, siyasal egemenliğin gerçekliğimiz üzerindeki reddedilmez belirleyici etkisi ortadan mı kalkacak? Tamam, kendi aramızda gayri-egemen ilişkiler kuralım, da, siyasi muktedir somut iktidarının (potestas) kaynağını nereden alıyor ve yasası altında yaşayanların somut gücünü (potentia) neye dayanarak devre dışı bırakabiliyor? Mesela ben “şimdi toplum sözleşmesinden çıkayım” deyince, siyasi egemenin yasasından öylece dışarı çıkabiliyor muyum? Bu bakımdan, özellikle Hardt’ın üstünden atlama eğiliminde olduğu politik realizm (ki politik gerçekliğin nasıl üretildiği üzerine bir düşünme olarak realizm) damarını daha ciddiye almak lazım, düşüncenin fiili gerçekliği tahlil etme ve kavrama gücünü de tabii. Çünkü bunlar negatif “gerçekliği” kurucu kavramlar, yani belirlenimimizin kavramları ve bu karanlıktan kaçış düşünce için köreltici. O halde, kavramaya çalışmak ve bu anlamda “anlama yetisine” (intellect) güvenmek en iyisi. Hem yeni, ideal bir ilişkisellik tarzının kurucu ilkesi gibi düşünülüyor aşk, tamam ama mevcut somut ilişkileri anlama çabasına da eşit ölçüde dikkat çekilmeli çünkü bu çabayı sürdürmeden nasıl özgürlükçü bir politik ilişki kuramam. Ayrıca aşk, üstüne bunca söz söylenmesi gereken bir şeyden çok, belli bir emekle gerçekleştirilmesi gereken bir şey. İlle teorik-pratik alandan örnek vermek gerekirse, sözgelimi Marx veya Foucault özgürlük adına somut verili ilişkilerin tahliline girişirken, aşkın/sevginin bir düşünür için somutta nasıl bir çabaya, emeğe karşılık geldiğini de bizatihi bu çabalarıyla sergilemiş, örneklendirmiş olmuyorlar mı aynı zamanda?
Bu anlamda, çağdaş bir siyaset düşünürü olarak Wendy Brown’un “Learning to Love Again” başlıklı söyleşisinde ve kendi çalışmalarında sergilediği âlimane etiği ve “aşk emeğini” çok önemsiyorum. Karşısındaki şöyle soruyor: “Sol yeniden sevmeyi, başka bir geleceği yeniden keşfetmeyi nasıl öğrenecek?” Bu soruya karşılık, Wendy hem (sevgi nesnesi olarak) komünizm tahayyülünün, hem de (nefret-eleştiri nesnesi olarak) liberalizmin değerlerinin çifte kaybının solu sürüklediği melankoliden bahsettikten sonra önemli bir şey söylüyor: “Yeniden sevmeyi öğrenmeye ihtiyacımız olduğu yönündeki öneriniz, meselenin sınırı bu mu? […] Henüz komünizm veya sosyalizmin evvelce tuttuğu yeri dolduracak alternatif vizyon hakkında bir fikrim yok.” Çünkü ona göre, burada geçmişteki solun ‘biz’inden farklı bir ‘biz’ var ve gerek bu yeni ‘biz’e gerekse alternatif gelecek tahayyülünü net biçimde düşünemediğinden, “yeniden sevme” meselesinin onun için ötesini düşünemediği bir sınırı işaret ettiğini söylüyor ve ekliyor: “Eleştirel çalışmama şu anda dünyaya şekil verdiğini düşündüğüm güçleri ortaya koymaya çalışarak devam edebilirim ama henüz bambaşka bir dizi olanaklılık düşünmemi mümkün kılacak yeterince melankoliden arınmış bir sol-mizaca veya tahayyüle sahip olduğumu sanmıyorum.” Demek istediğim, politikayı özgürlük açısından düşünen teori emekçilerinin politikanın kendi “sevimsiz” kavramlarıyla mevcut belirlenimin, çıkışsızlığın analizine girişmesinde de bir aşk/sevgi emeği yok mu zaten?
Aksu: Peki ya aşkın bir başkasına uzanma hali olmadığı haller? Aklımda Eva Illouz’un Türkçe’ye de çevrilen kitabı var; Aşk Neden Acıtır?- o başkasına uzanma ihtimali/kapasitesini taşırken aynı zamanda heteroseksüel romantik aşkın basbayağı bir biyoiktidar aracı olduğunu anlatıyor. İmkânlı ve belirsiz olan aşkla güvenli ve denetlenebilir olan aşk arasındaki ayrım. Kendi üzerine kapanan bir aşk. Hatırlayın: 1990’larda Matrix’in en popüler olduğu bir dizi filmde biz dünyanın aslında çıkışsız bir “sistem” olduğunu izledik hep. Aşkın da içinde olduğu, içinde olmak ne kelime, sistemin dolaşımını sağlayan şey olduğunu.
Dolayısıyla, aşkın bir çıkış sağlama kapasitesinin politik anlamı üzerine konuşurken tam da bu çıkış ihtimalinin sönümlendiği bir durum olarak aşkı ihmal edebilir miyiz?
Emine: Kesinlikle, sevmenin bir öldürme gerekçesi olarak tanındığı bir toplumsal ve yasal bağlam var Türkiye’de. Dolayısıyla, güvenli, denetlenebilir, hatta bedeni denetlemeye hizmet eden heteronormatif aşk da gene aşkın siyasal kullanımlarından biri. Heteronormatif cinsellik ve cinsiyet kodlarının bedenleri sınırları son derece belirli toplumsal, ekonomik, ahlaki, vs. rol ve edimlere katman katman “yerleştirmek” suretiyle özneleştirdiğini, tekrar edilebilir özneliklere belirlediğini biliyor, yaşıyoruz. Bu bakımdan, LGBT, queer ve feminist hareketlerin heteronormatiflikte “çatlak yaratmaya” ve başka özneliklere alan açmaya yönelik aşk yeniden değerlendirmeleri, Foucaultcu anlamda cinselliğin biyopolitik yönetimsellik mekanizmalarıyla ilişkisini kurması bakımından çok değerli. Yani aşkın “cinsel özgürlükler” (ki Türkiye gibi toplumlarda bu bile tek başına işlevsel bir mücadele) karşı-söylemiyle de sınırlı kalmayıp, beden politikalarına yönelik bir eleştirel perspektife doğru genişleyen bir planda yeniden değerlendirilmesi.
Aslında ben başından beri aşkı kolektif özgürlük düşü bağlamında, şimdideki öznenin geçmiş ve gelecekle arasındaki ilişkiyi düzenleyen, yön verici bir politik-etik ilke olarak ele aldım, yani sadece Hardt ve Berlant’ın dediği gibi yeni bir özneler-arası ilişkisellik ilkesi olarak değil. Bu bağlamda, aşkın soyut bir tartışmadan öte, doğrudan doğruya emekle/emekte yahut çabada cisimleştiğini vurgulamamın nedeni ise, farklı yerlerdeki farklı özneler tarafından gösterilen bu emeğin/çabanın kendisinin “değeri saptanmış,” yön sahibi bir politik eylemliliğe tekabül ettiğini düşünmem.
Böyle bir aşk bağlamında, ben özgürlük düşünün sahiplenicisi olarak solun “kaderini,” hatta başarısından çok başarısızlığını, denenmiş var-lığından çok oluşsallığını seviyorum, çünkü her şeyin sonla, zaferle, tamamlanmayla, kapanışla imlendiği bir hakim kapitalist “gerçeklik” karşısında henüz bitmemiş olan, yeniden değerlendirilmeye ihtiyacı olan belirlenmemiş olanaklar, değerler görüyorum. Gene de özgürlüğü Marx’ın ve bilumum devrimci geleneklerin demokrasiyi ve komünizmi tarif ettiğinden daha farklı düşleyemiyorum. Ama Wendy’nin de dediği gibi, “ben” de veya “biz” de önceki solun “biz”iyle tarihsel olarak özdeş değil ve bugün aşkla, sadakatle bağlanacağımız düşün ne olduğunu henüz bilmiyor olabiliriz. Gene de bilebileceğimiz bir “şimdinin tarihi” var. Bana göre, burada belirsizlik zenginlik, bereket anlamında, yani toptan bir bilinemezlik değil, “anlama yetisinin” devre dışı kalması değil.
Marx gerçekliğin nasıl gerçek kılındığını bilebileceğimizi söylemişti ama “projeci” zihniyetlerin düştüğü, “her şeyin bilinip mutlak iradeyle belirlenebileceğini” öngören bir düşünsel hubris’e düşmeden. Çünkü ona göre, gerçeklik hep oluş halindeydi ve tahlilinin de bu doğrultuda, değişen yer ve zamanlara göre sürekli güncellenmesi gerekiyordu. Tüm bu bakımlardan, siyaseten olumlu anlamda tarif edilen aşkın soyut düzeyde tartışılmasındansa, “aşk emeğinin” şimdideki eylemsel ve etik karşılığını somutta tartışmak daha anlamlı olabilir.
Hardt & Berlant söyleşisinde bu anlamda bulamadığım yansa şu: Belirsizlikte politik çıkış arayan ve aşkı buradan tanımlayan bu soyut yaklaşımda bir irade-belirlenim ikiliğinin gölgesini görüyorum. Tarihsel bir gölge/hayalet bu düşünsel çabanın üstüne üşüşen: Gerçekleşmiş ve hüsrana uğramış sol deneyimin ve tahayyülün (ki tahayyül bence hüsrana falan uğramadı, deneyin gölgesinde bırakıldı gerek muktedir söylemlerin gerekse küskünlüğün, inançsızlığın, yorgunluğun etkisiyle) hatası olarak saptanan iradeciliğe karşı zımni bir tavır-alış var gibi geliyor burada. Açıkça ifade edilmiş olsaydı, eleştirel bir değeri de olabilirdi kuşkusuz ama bence aşkı tüm pozitif içeriklendirme çabasına rağmen (sol) melankolik bir düşünce bu. Gerçi hepimizde var bu menet ama solun yenilgisindeki pathos’u da vefayla baştacı edebilmeyi gerektirmez mi özgürlük aşkının emeği, ki yok sayıp sıfırdan başlamaktansa, bir yeniden kıymetlendirme ve bugünle süreklilik kurma olanağı doğsun?
Aksu: Senin söz ettiğin karanlık aydınlanmayı anladım; benim bahsettiğim ise, nasıl diyeyim, aydınlık kararma! Lafı getirmeye çalıştığım yer, çıkışın olmadığı bir sistem fikri- sadece fikir değil, gerçeğin ta kendisi de olabilir bu! Ve aşkın bu anlamda ötekine uzanma anlamını potansiyel olarak taşımayı sürdürse de, narsistik bir kendi üzerine kapanma demek olup olmadığı…
Nilgün: Aşkın politik anlamı çoğul imkânları barındıran bir belirlenmemişlik olarak tarif edildiğinde mümkün gibi geliyor bana da. Ayrıca patolojileri olmayan bir yaşam olmadığına göre, politika da zorunlu olarak pathos içerir, zaten istek ve isteğin nesnelleşmesi yöneliminin kendisi, yani irade de aslında pathos değil midir? Bu nedenle tüm akıl geleneği iradeyi akla bağlamadı mı?
Batı geleneği, belki Marx’a kadar iradeyi istek/arzudan koparma, bilince bağlama çabası olarak okunabilir ve bu epey Nietzscheci bir okuma olur. Aksu, senin işaret ettiğin Eva Illouz’un tespiti bence tam bu bakımdan önemli. Heteroseksüel aşk bizzat yasa tarafından üretilmiş bir ayrım içinde olanlar arasındaki bir ilişki olduğundan tarihin egemenlik yasası bu aşka içkin bence de! Yani ayrımla kurulan hiyerarşi…
Emine: Hardt’ın söyleşide Spinozacı aşk/sevgi anlayışına kısaca değinip geçtiği yerde (aşkın -bir sevinç duygusu olarak- dış bir nedenin tanınmasının eşlik ettiği bir neşe artışı, dolayısıyla eyleme ve düşünme kudretindeki bir artış olduğu kısmı) bir yorum kolaycılığı olduğunu seziyordum. Bunun üzerine, Ulus Baker’in “Spinoza ve Aşkın Diyalektiği” yazısına tekrar dönünce, Spinoza’nın etkilenişler-duygular anlayışını politikayla birlikte düşünmenin çok daha radikal bir düşünme tarzını gerektirdiğini fark ettim bir kez daha. Çünkü Spinoza’yı her okuduğumda, etkileniş (affectio) ve duyguların (affectus) bedensel kökenli olduğunu kendime tekrar tekrar hatırlatmam gerekiyor ve bir modernin bedenden hareketle düşünmesi pek kolay olmuyor.
Baker’in yorumundan hareketle, kabaca, sevmenin bir algı, düşünce ve eylem terbiyesi meselesi olduğu sonucuna varıyorum, ki meseleye değer üzerinden baktığımızda da aynı sonuca daha kolay terimlerle ulaşabiliyoruz gibi geliyor. Hani sevgide, seven (lover) sevme ediminin değerini belirlediğinde ve sevgi nesnesinde bulduğu/atfettiği değerleri başka cisimler ve imgelerde tanıyabilir, tekrarlayabilir, çoğaltabilir hale geldiğinde, mesele sevgi nesnesiyle bütünleşme veya ona sahip olma sorunu olmaktan çıkıp, çoğalan bir değer dünyası meselesi haline gelecektir. İşte burada sevgi nesnesini sözgelimi “komünizm=özgürlük” olarak koyduğumda, seven öznenin ona kendi ömür süresinde tam anlamıyla ulaşamayacağını bile bile, onun değerlerini halihazırdaki dünyada tanıma, üretme, çoğaltma çabası olarak anlamak istiyorum aşk emeğini, bu başlı başına politik eylemsellik Seven özne burada tam bir belirsizliğe sürüklenmiyor bana kalırsa, modern merkezi rasyonel özne tanımından çıkıyor ve dünyevi duyumsamasının genişlemesi ölçüsünde kendi sınırları da genişliyor.
Spinoza’dan hareketle iki çeşit aşkı Ulus hocanın ve Deleuze’ün yardımıyla birbirinden ayırabiliriz bu noktada: bir tutku (passion) olarak aşk ve bir action (eylem) olarak aşk ya da tam Baker’in dediği gibi “ilk bakışta aşk” ile “son bakışta aşk” arasındaki ayrım. Yani (nesnesi benim için kaybedilmiş veya ulaşılmaz olsa dahi) aşkımın nedenini ya da değerini bilirsem, onu çoğaltabilir ve onun aktörü olabilirim. Öte yandan, onu salt bir tutku olarak yaşar ve nedenini, değerini tanımlayamazsam, o aşk beni eksiksiz nesnel karşılığını bulamadığımda melankoliye ve “sevgiyle-nefret arasında gidip gelmelere” gark edebilir (sol melankoli). Çünkü Freud’un da dediği gibi, melankoli kaybedilen sevgi nesnesinin taşıyıcısı olduğu değerin saptanamamasıyla ortaya çıkar; saptayabiliriz diyorum.
Nilgün: Emine, bu epey analitik okumanda esas olarak şu mu gizli? İstek ve emek arasındaki mesafe… İstek eyleme yöneltendir emek ise etkinlik, eylem. Buraya geldiğimizde sorulması gereken şu: politik olanın özel olana dair kavram/kelimelerle yeniden okunmaya, anlamlandırılmaya çalışılması, başka türlü bir politika imkânı için insanı tek bir etkinliğe indirgemeyen, bizzat kendi başına çoğulluğu içinde barındıran bir eylem tarzı arayışı mı?
Biliyoruz ki Deleuze Spinozacılığı epey epey Nietzschecidir. Bu durumda acaba diyorum, bir eylem olarak aşktan anladığımız şey, aslında -başlangıç tezime geri dönüyorum- akılsallaştırılamayan, dolayısıyla belirlenmemiş arzu ve onu gerçekleştirme gücü mü? İşte tam bu noktada bir sorum var: aşk belirlenmemiş, hatta tam da özgürlüğü belirsizliğinde olan bir arzu ise, bu arzunun nesnelleşmesi meselesi ne olacak? Ulus buna “son bakışta aşk” diyor ya! Evet, işte bu potestas hali değil mi aşkın, artık açığa çıkmış, belli olmuş, yani gerçek olmuş. İmkân ve gerçek arasındaki mesafede, aşk nerede? Bana sanki aşk imkândaymış gibi geliyor. Oysa politika imkânı gerçek yapma etkinliği değil midir?
Emine: Nilgün hocam, öncelikle aşkın salt özel olana ait olmaktansa, özel ile politik veya kozmik ya da tekil ile evrensel arasındaki bağa dair bir terim gibi algılama eğilimindeyim, yani özgürlükçü politik içerimleri açısından. Aşkın politikleştirilmesine yönelik bu görece yeni tartışmaların (yukarıda belirttiğim sol melankoli payı bir yana) dediğiniz gibi “bizzat kendi başına çoğulluğu barındıran bir eylem tarzı arayışına” delalet ettiğine katılıyorum.
Bugündeki yenilginin de, özgürlüğün bitimsiz bir yol olduğunun da bilincinde olan bir özgürlükçü politika anlayışı açısından düşünüyorum aşkı: arzu veya sevgi nesnesi olarak özgürlük şimdide tam olarak gerçekleştirilmek bir yana, henüz net bir hayal niteliği bile kazanmış değil, belki de hiç kazanmayacak, belki de çoğul hayallerin amorf bir birleşimi veya saçılışı olarak kalacak hep. Ama bu o belirsiz arzunun-aşkın ya da ütopya imgesinin politik aktörleri olmayacağı anlamına gelmiyor, gelmedi de. Çünkü hayal/imge bulanık bile olsa, onun değerliğini veya Spinozacı anlamda “upuygun nedenini” bulabiliriz. Deleuze’ün şu saptaması bu anlamda harika: “Eyleme gücümüz maddi olarak ne kadar artarsa artsın, ona biçimsel olarak egemen olmadığımız sürece edilgin oluruz, gücümüzden (potentia) ayrı düşeriz.
İşte burada ben arzuyu gerçekleştirmeye, nesnelleştirmeye yönelen bir potestas’dan (iktidar) önce, politikayla ilişkisi seyrelmiş (ama sonlanmamış) çağdaş tekil öznelerin potentia’sını (güç) yeniden ele alabileceğimiz bir politik-etik ilke gibi görüyorum aşkı. Politikanın manen-madden güçsüz düşmüş, özgürlük düşü solgunlaşmış öznelerini çoğalan aşk/ütopya imgelerinin bizzat üreticisi ve aktörü olarak manen güçlendirmeye, yön kaybını telafiye yönelik bir işlevi olabilir aşka yapılan bu vurgunun. Politikada potestas’ı yoksayan tutuma, tam sorduğunuz soruları akılda tutarak, sıcak bakamıyorum; Lenin’in yere düşen iktidarı kimin alacağı sorusu aşılmış bir soru falan değil. Haklısınız, politika bir potestas ve gerçek kılma meselesi ama onun devralınmasını ve devralındıktan sonra eritilmesini düşünürken, tekil varlıkların potentia’sını artırmaya yönelik etik bir yaklaşım eşlik etmeli buna. Aslında bir biçimde potentia üzerine etik bir düşünüşle tanımladığım bu aşk tartışmalarının, “siyasal iktidarı devralma” meselesinin esamisinin bile okunmadığı bir bugünde gerçekleşiyor olması da manidar. Belki de bu, politikayı biraz etik ve tekillik üzerinden değerlendirmek, politikanın potestas yönünü hiçe saymadan potentia’yı da düşünmek için bir fırsat gibi de düşünülebilir, iyi tarafından. Politikanın iktidarı devralmakla (potestas) tanımlandığı devrimci zamanlardan, politik alanı massetmeye girişmiş totaliter-neoliberal rejimlere karşı-şiddetsiz ve devrimci ol(a)mayan bir karşı-koyuşla tanımlanır olduğu bugünlere geçişte, özgürlük düşü/aşkı kişilere hem benliksel bütünlük hem de kolektivite açısından varoluşsal ve politik anlam katmaya nasıl devam edebilir? Devrim sahneden çekildiğinde, devrim aşkı âşıklarını nasıl ayakta tutar? Örgütlülük aşındığında, bu aşk gene de hayatın içinde birer örgütçü olarak, bir çoğulluğu düşünerek dik durmamızı sağlayan hangi değerleri katar bizlere? Aşk tartışmasını biraz bu sorularla düşünüyorum.
Gene de, tüm bu tartışmalarda aşkın da sadece bir kelime olduğunu unutmamak, aşka yüklenen birleştirici işlev açısından önemli geliyor; Bloch’un düşüncesinde bu işlevi umut veya ütopya; Nietzsche’de üstinsan; Benjamin’de parıltılar yerine getirir. Sanatçılar tüm bu adları imgesel deneyimlere dökerek zenginleştirir, bu adların hepsi birbiriyle tınlar, birbirini dışlamaz ama aralarındaki nüanslara rağmen, hepsindeki ortak düstur, yöntemsellik, geçmiş-şimdi-gelecek ilişkisi, alıkonması, işlenmesi ve sürdürülmesi gereken bu. Ulus hocanın aşk meselesinde vurguladığı emek ve inanç unsuru (belki de buna “bakışta aşk” demek gerekir), Benjaminci tarihsel kurtarma yöntemiyle de yan yana düşünerek, “iyi karşılaşmalar örgütleme” çabasının bizatihi oluş-halinde bir politik eylemliliğe tekabül ettiğini düşündürtüyor. Bu bakımdan, bana göre, göre, “imkân ile gerçek arasındaki mesafede” aşk olsa olsa bir dolayımlayıcı olarak duruyor; bu mesafenin sürekli katedilme biçimini düzenleyen, böylece öznenin şimdideki dünyevi ve politik işlevselliğini belirleyen bir ilke gibi. Gerçek ile imkânlar arasında, tarihselliğin buyurduğu üzere aşkla sürekli işlenmesi gereken değerler var çünkü ve beşeri ilişkiler içinde bu değerleri güncelleyerek taşımak, bu sorumlulukla hareket etmek politik bir varoluşa tekabül etmiyor mu?
Arzulanan aşk/umut/ütopya imgesi sonsuz bir gelecekte konumlanmış, geçmişe saçılmış ve şimdide bulanık olabilir ama özneler için arzunun kendisi şimdide deneyimlenen bir şey. Aşk bu anlamda bir yenilginin özneleri olarak kaybettiğimiz deneyimsel-tarihsel sürekliliği yakalama çabamıza yakıt sağlayarak, dünyada bulunuş amacımızı netleştirebilir.
Nilgün: O halde daimi bir “imkân” olarak aşk, dolayısıyla “umut” olarak aşk ise politika imkânı belirlenime bağlayan, sabitleyen bir aklı değil, olsa olsa her bir tikeli kendi tikelliğinde düşünen bir estetik düşünmeyi, değer biçmeyi çağırır diyebilir miyiz? Aşk, hep aşkta olma hali ise, varolmak da hep yolda olmak, oluşta olmak olur ve bu durumda politika hep gelecek ve “umut” olur…. Ne dersin?
Emine: Umut değerini geleceğe bir ertelemeden almıyorsa; şimdideki hayata yön katan bir ilke olaraksa, evet, politika aşktır, umuttur ve bunlar şimdide, şimdi için emek harcamayı gerektirir. Bu şimdiyse, bana kalırsa, geçmişi ve geleceği bağrında taşır. Özgürlüğe aşkla ve emekle bağlı biri için zaten zaman kipleri şimdide eriyik haldedir.
Kavram olarak “aşk”a alerjim, aşk/sevgi, umut, ütopya, devrim, bu çoğalan adları estetik-politik bir planda en hakkıyla poiesis olarak Şiirde düşünülebileceğine inanmam. O halde, Edip Cansever’in özgürlük ve oluşsallığa dair bir dizesiyle çekileyim: “İnsan yaşıyorken özgürdür.”