Duygular Siyaseti ya da Birbirimizin Ciğerini Bilmek

Gülsüm Depeli

Kimlikler dönemeci sonrası toplumsalı tanımlamada artık yeni bir kavramlar seti kullanıyoruz. Tarihin birikmiş bütün eşitsizliklerini ve baskılarını tanıyarak önlerinde utanç ve sorumlulukla eğilmeye gayret ediyoruz; Kürtler, Türkler, Aleviler, Ermeniler, Kadınlar, Başörtülü Kadınlar, Eşcinseller, özür sırasında kimseyi atlamamaya çalışıyoruz. Özür dilemek bir adım; bu yolla ulus-devlet programlaması sonucu ‘özne’liğimize nakşedilmiş ulus-kimliğini reddetmenin ve sökmenin, özgürleştirici, politik yollarını üretmeye çalışıyoruz… Öte yandan kim olarak özür dilediğimizi sorduğumuzda, görüyoruz ki birçoğumuzun tanımlı kimlikleri, Türk-Sünni Müslüman-Erkek-Heteroseksüel olarak çerçevelenen hegemonik gövdeye demirlemiş değil genellikle: Çoğunlukla bizler zaten Kürt, Ermeni, Alevi, Kadın, Eşcinseliz.


Bunun yanında, kimlikler üzerinden ortaya çıkan yeni toplum tasavvurunun ilişki biçimlerimizde yeni bir tezahür daha yarattığını gözlemek mümkün. Tarihsel acılarla hesaplaşma ve özür bağlamında kimlikler siyaseti aynı zamanda keskin bir duygular siyaseti üretti. Bu duygusal siyaset tonu bizim birbirimizle ilişkimizi de belirliyor. Birbirimizden özür dilemekten bitap düşüyoruz kimi zaman… Birbirimizin gözlerinin içine ürkek bir ihtimamla baka baka, incitmekten ve bir o kadar da incinmekten korka korka titrek sözler dizeliyoruz. Olur da azıcık itiraz tonuna yükselir ise sesimiz, birilerinin duyarlık ve vicdan uyarısını dahi beklemeksizin, oto-duyarlık mekanizmalarımız devreye giriyor. Homofobik, ulusalcı, cinsiyetçi vs olmayasın sen sakın?! Bir bakışa sığan duygusal ithamlar, ayrımcılık imaları karşısında politik kudretimizi telaşlı bir öz-savunma ve mahcubiyet belirliyor: “Aşk olsun ama, ben öyle biri miyim!?!” Peki bu apologetic (i) dili doğuran yerden politik bir güçlenme çıkar mı?

Öte yandan bir parça tekinsizlikle de hemhal bu kırılgan yapımız. Yeni siyaset kodlarının ölçüm skalasında birbirimize eskisi gibi görünür değil miyiz ki yoksa artık? Sınıf, sol, sağ vb. tanımlayıcı politik kategoriler sadece kavramlarımızda değil tasavvurumuzda da erimeye başladığından, “insan hakları” ve çokkültürlü demokrasinin nosyonları ile yer değiştirdiğinden beri, özgürlük ışıklı bir ufuk olmaktan çıkıp usule bağlanan bir prosedüre dönüştüğünden beri, birbirimizi tanımakta hayli zorlanıyoruz. Yeni politik tartım ve kestirim kanallarımız var; mesela artık bir de vicdan ve duyarlılık ölçeklerimize bakıyoruz birbirimizi tanımak için. Özgürleştirici demokratik mücadelede bir tür samimiyet testleri bunlar; gerçekten göründüğün gibi misin? Bu birbirine politik olarak itimat etme sınavını sıklıkla yapmak adına, üstümüze turnusol döküp döküp, bir değişiklik oldu mu diye rengimize bakıyoruz. Bazen ileri de gidiyor, birbirimizin ruhunu avuçlayıp sıkıştırarak dayanıklılık testine meylediyoruz… Buradan politik bir coşku çıkabilir mi peki!?

Bilgiselden öte sert duygusal sınavlar bunlar… Ve elbette bu bir yanıyla karşılaşma deneyimine içkindir; politik olarak değerlidir bu tür yüzleşerek öğrenme süreçleri. Ama zaman zaman birbirimize politik terbiye verme sınırına dayandığımız da oluyor sanki… Hele de kişisel, dost ve hatta yoldaş (ki benim için hala romantizmi ve anlamı vardır bu sözcüğün) temaslarda vicdanla ve duyarlık tonuyla eğiten, terbiye eden bir dil ile karşılanmak… Terbiye pedagojisi ile hareket ettiğimiz her durumda, iktidarın mikro şubesi haline gelme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız oysa ki… Bu yol ancak politik bir trajedi üretir. Çünkü bu yol, isyana ve direnişe doğru açılmak potansiyeli değil, mücadele formunu domestize eden, kontrollü bir şekilde yöneten ve denetleyen bir dile kapanmak tehlikesi taşır.

Duyguları katalize ederek tanıma ve bağlamı ihmal edilmiş ifşalar olarak görünürleştirme üzerine temellenen bir politik hareketliliğin ve bunun ortaya çıkardığı türde bir çatışmanın yaratıcı bir şiddet içermediği kanaatindeyim. Şiddet burada arzuya, mücadeleye, aşka içkin tanımlanmaktadır; Barthes’in tanımıyla bir yoğunluk biçimidir şiddet: şeker gibi. Ve fakat burada ifade ve arzu edilenin dışında, başka türlü bir şiddetin içindeyiz. Birbirimize dönük politik duygu ölçme ve hatta törpüleme dilinden dolayı, yaratıcı, radikal, meydan okuyucu, cesaretli, cüretkâr, cevval, coşkun, hırçın, özgürleşici yerlerimiz çizik çizik! Aynı soru yine gelip bulur bizi: Buradan politik olarak bir güçlenme deneyimi ve duygusu çıkarmak mümkün müdür gerçekten? Aksine, bu tür sınayıcı ve eğitici dil ile karşı karşıya olduğumuz her durumda kendimizi politik olarak çıplak ve kudretsiz, peşin bir suçluluk duygusu ile kuşatılmanın eşiğinde hissetmez miyiz? Bu da bir tür erk baskısını örnekler; yeni türde biyoiktidar mekanizmalarının içimizi kurcalamaya başladığı hissiyle tiftikleniveririz; ama birbirimizi spekülatif duygular sahnesinde göremeyiz ki!… Olabilir, bu tür kırılgan bir karşılaşma deneyimi sizlere tikel ve hatta kişisel gelebilir… Fakat artık bir insanı kırmakla bir kimliği kırmak arasındaki sınır da çoktan bulandı; ben bir kadındır, ben Kürttür belki, Alevidir, o da olabilir, ben lezbiyen bir kadındır ve aynı zamanda Kürt-Alevi ve hatta yoksuldur. Böyle bakınca kırılganlık (precarity) bir yandan kategorik bir adlandırmadır, fakat öte yandan yeni politik temas formlarımızda tam da, bizzat ilişkinin cereyanında üreyen bir şeydir aynı zamanda: Bizler kendimiz birbirimizi yeni bir politik pedagoji gereği kıra kıra kırılganlaştırıyor da olabiliriz yani… Burada dayanışma köklenir mi? Gündeliğin içinde üreyen kırılganlıklar politik olarak güçlenme potansiyelini de kırmasın!?

Duygu adalet ölçeğini kendi öznelliğinden ve deneyiminden devşirerek tanımlayan bir alan. Peki, tarihsel, sınıfsal, kimliksel eşitsizliklerin getirdiği adaletsizliğin duygular hesabını birbirimizden çıkarmaya kalkıştığımızda neler olur? Bildik örnekleri hatırlayalım: Bir Alevi’ye başörtülü kadınların yaşadıkları baskıları ve Kemalist baskı karşısında içselleştirdikleri kolektif korkularını anlamak gerektiğini söyleyebiliriz. Yeter ki aynı türde bir “duygu hakkıyla”, Alevi de ya benim tarihsel acılarım, ya benim katliamlar yoluyla içselleştirdiğim siyasal İslam’a dönük korkularım! diye serzenişli bir haykırış koyvermesin. Hangi duygu meşrudur, hangi acı daha ağır çeker ölçümde? Kürtlerin yaşadığı acı ve baskılara karşı duyarlık ölçeğiyle sınananın bir kent yoksulu, bir Ermeni, bir trans olduğunu düşünelim örneğin. Onlar da kendi yaşadığı acıyı ve kıyımı gösterecektir; eğer karşısındaki eğitici ve terbiyeci söylemin şiddetini cesaretli bir “edepsizlikle” kırabilme gücünü üretebilirse tabii kendinde. Kürtlerin hak mücadelesini tanımaya çağrılan Alevilerin kimilerinin ruhuna, Kürtlerin mağduriyetlerini teslimden de önce, onların cesaretlerini kıskanan bir duygu hücum eder; utangaç bir kıskançlık, çekingen bir kalkışma arzusu…

Peki ya kadınlar!? Onlar kolektif acılar, baskılar, soykırımlar söz konusu olduğunda her daim mütevazılığı rehber edinir, büyük acıların büyük metinlerinin cüssesi önünde, öğrenilmiş edepleriyle geri dururlar; kadınlığın kolektif acılarını öne çıkarmaktan imtina ederler: “şimdi sırası değil”dir. Gezi’de de öyle olmadı mı kısmen? Direnişte meydanları dolduran kadınlar, gündem ve mikrofon paylaşımı söz konusu olduğunda görgülü bir çekimserlik sergilediler. Kimi taciz hikayelerini ifadeye dahi taşımadılar…

Kendi benlik sevgilerini ve cesaretlerini, tarihsel geçmişlerinin ağır ve travmatik yükü altından çekiştire çekiştire kurtaran, bu nedenle halihazırda mücadeleye yorgun devam eden birçok kimlik grubu, karşılarına dikilen yeni türdeki duyarlık ve vicdan sınavları karşısında daha da suskunlaşabilirler. Kurtardıkları cesaretlerini tekrar kırgın bulabilirler… Peki nasıl aşmayı düşünüyoruz bunu? Duygu paylaşım mekanizmalarını mı şeffaflaştırsak ki…? Şaka:hem geçişsiz, hem komik değil…

Sözün özü bütün politikanın, kimlik hassasiyetlerine, acıları anlama ve özür üzerine daraltılmasının, hem politik olarak güçsüzleştirici hem de olası gerçek ve güçlü bir politik tutumu perdeleyici etki yaptığını düşünüyorum. Diğer bir ifadeyle, vicdan ve duygu siyaseti diye anabileceğimiz politik rota, politikanın teknik örgütlenmesi adına imkan sunucu değil, imkanları daraltıcı; en azından bizler için. Zira, hangi vicdanlı tutumda birleşeceğiz? “Vicdan” politik açıdan nereye çağrı yapar, neyi garanti altına alır, nasıl bir “öz” tanımlar? Hepimizin vicdanı özgürlükçü ve eşitlikçi midir; özcül, doğacıl bir vicdan mı tanımlıyoruz? Çok vicdanlı, duyarlı sanatkâr insanların Almanya’da Yahudilerin soykırımına nasıl göz yumduğunu anlatır örneğin Istvan Szabo filmlerinde… Hatırlar mısınız, bir zamanın DGM savcısı Nusret Demiral vardı; köpeğinin adı Goldi’ydi. Kendisinin söylediğine bakılırsa Goldi hastalandığında kendisinin mevcuttaki vicdanı sızlardı. Görüyorsunuz, onun da kendi meşrebince bir vicdanı vardı; vicdan alerjisi bende işte böyle başladı.

Gezi sürecinde bu kırılganlık meselesinin dildeki ve duygudaki bariyerlerinin aşıldığını görebildik aslında. Politik dilin o ruh biçen “öğrenilmiş nezaketinden” ve üstümüze ekilmiş kırılganlık duyarlıklarından bir parça kurtulmuştuk. Birbirimizle daha dobra ama kırmadan konuşabilecek gibiydik; omuza atılan sakin bir fiskeyle, dost acı söyler gülüşüyle, acı olanı tebessümle söyleme ferahlığıyla. Ama ne yazık ki olmadı; kimlikler kısa sürede birbirilerini yine muma çevirdiler! Geldi geçmişin acıları ve kapanmayan defterler… Karşılaştırılamaz acı birimlerini ısrarla karşılaştırırken, yine duyarlık, acı ve vicdan söylemleri devreye girdi. Hatırlayalım, örneğin Gezi direnişçileri Kürtlerin son 30 yıldır yaşadıkları baskıları ve zulmü bilmemekle suçlandılar; ama bu ancak kısmen doğruydu. Çünkü direnişin içinde Kürtler de vardı, çünkü direnişçiler sadece ulusalcılardan oluşmuyordu, çünkü Gezi’de, egemenlerin kutuplaştırıcı sığlıklarının dışında, başka bir dünyanın mümkünlüğüne doğru bir yaklaşma vardı (ii). Öte yandan, Gezi’de söylemde neredeyse topyekûn ulusalcılar içine gömülen ve direnişten ölümler gelene kadar alanda görünürleşmeyen Aleviler vardı. Bir bakışta görünmediler, çünkü onlar kimlikler siyasetinin optiğine ve kimlik ölçerlerine uyumlu bir tanım çerçevesi sunmazlar; dinsel, etnik ve hatta dinsel pratikleri ve inançları açıdan homojenlik göstermezler. Politik geçmişleri ve angajmanları çoğunlukla kimlik değil sınıf mücadelesi ile karakterize olur. Bu nedenlerle, Gezi’deki Alevileri Kürtlerin tarihsel acılarını anlamayan “ulusalcılar” kategorisinde görmek kısmen doğruydu, sadece kısmen. Acı ölçümlerinde ortaya çıkan bakışımsızlık inciticiydi. Acı bir nicelik değildir çünkü. Somut-zaman mekânın değil, mekânsızlaşmış belleğin bir unsurudur; kuşaklararasında gezinen bir hayalete benzer. Baskılar karşısında, varoluş sınırına dokunduğunda bir halkın ve bir bedenin çektiği birim acı/travma aynıdır.

Yeri gelmişken, Gezi’nin yok mudur eleştirilecek yanı? Vardır; suya yazmak kabilinden sözlerle… Hani Gezi’den çoğulluk çıkacaktı tam. Çıka çıka bir nikâh çıktı; onu geçelim… Derken bir yeryüzü sofrası kuruldu. İlk gün güzeldi, ama devamında Ramazan boyunca her gün yeryüzü sofrası kuruldu. Ateistleri, başka inanç grubundan kişileri ve Alevileri egemen olanın inancında sınadıklarını fark edemeyecek kadar “duygusuz, vicdansız, empatisiz” davranmış olmadılar mı acaba? Yeryüzüne serilmiş sofraya elinde bira şişesiyle ilişmiş bir çocuk vardı hani, daha sonra facebooktan özürler yazısı yayınladı… O çocuğa kendi diliyle özür diletme terbiyesi dayatan sofra nasıl yeryüzü sofrasıymıştıysa! Her baskı biçiminin bir de ahlaki örüntüsü vardır elbet; bu örneğin de açık ettiği üzere “edep” bir ezme öğretisidir.

Duygular, onlar önemli elbette ama acı olanı hesaba dökerken birbirimizin sırf duygu dünyasını değil, asıl duygu-düşünsel ufkunu kanırtsak. Birbirimizi nezaketli bir didaktikle değil de, neşeli bir cesaretle çağırsak… Çünkü, kimlik, kırılganlık ve duygular setini kontrollü tüketilebilirlik formuna tahvil eden, kimlikler siyasetinin duble yollarını içimizden geçiren egemen siyaset stratejilerine, meydanı bizzat kendi ellerimizle teslim etme lüksümüz yok.

Birbirimizden aldığımız destekle güçlenmek, mücadelemizi birlikte yükseltmek ufkumuz var ise, tarihsel acılarımızın hesabını birbirimizden çıkarmama konusunda sorumluluğumuz da olmalı. Elbette yüzleşmeli, sarsılarak değişmeli. Elbette görmeyi yeniden öğrenmeli. Yeter ki geçmişin hesabının üzerimize yıktığı duygular bizi güçten düşürmesin… Yürüyeceğiz daha.

(i) Özür dileyici, özür dileyen.

(ii) Yaklaşma ifadesi Hazal Halavut’a (Gezi’nin Kalanı; Amargi, Güz 2013, sayı 30) ait. Gezi’nin ufkuna ve duygusuna çok yakışmış olduğunu düşündüğüm bu sözcüğü ben de kullanmak istedim.

Share Button