Adımı Görünce Niye Duraksadınız?
Şebnem İşigüzel
“Alınganlık ve kıskançlık insanın zehiridir,” derdi babaannem.
“Şükür sizde yok.”
Göz ucuyla şöyle bir bakıp,
“Yani pek yok,” deyişi bile aklımda.
Akabinde kuzenimin ayaklanıp, “Ne yani ben alıngan mıyım? Ben kıskanç mıyım? Onlar benden daha alıngan, onlar benden daha kıskanç,” deyişi bile… Öğle ışığının doldurduğu huzur dolu evin salonunda bir gün bütün bunların hatıralarımız arasına karışacağını düşünürken o sırada ne yapmakta olduğumu bile nakşetmiştim zihnime: Babaannemin yün çilesini sarmasına yardım ediyordum. Ellerim gövdemden uzakta iki yana açılmış, bilmeyene nasıl tarif edilir bilemediğim şekilde, bir o tarafa bir bu tarafa sadece biz kadınların bildiği bir ritimle salınmaktaydı. Yün çilesinin geçip giden zaman gibi hızla tostoparlak yumağa doğru akıp gidişini izlemekteydim. Ellerimin yumuşakça dönüşüyle sarılmakta olan yün çilesinin konumuzla alakası şu: Kuzenimin bir sonraki fevri çıkışı, “Zaten ben yün çilesini iyi saramadığım için ona sardırıyorsun!”
O dediği bendim.
“Ayol o en beceriksiz. Ama n’aparsın ki çok sabırlı.”
“Peki, ben neyim?” diye sormuştu kuzenim.
“Sen anan gibi alıngansın kuzum,” demişti babaannem.
Bugünkü gençlerin tabiriyle “atarlanan” kuzenimin nezdinde alınganlık sanırım ilk defa o vakit gözümde ete kemiğe bürünmüştü.
Sanırım önce kelime olarak sevmedim alınganlığı. Seslerini sevmedim. A’nın arkasına dikilmiş, bütün dünyanın kendisine şüpheyle baktığını düşünen ve bunu izlemek için güvensizlikle yeryüzüne yükselmiş periskop gibi L’yi sevmedim. Alınganlığa can veren o idi: Kendine güvensizlik, bütün âleme şüpheyle bakma, paranoyayla kan kardeşliği. O sinsi ve korkak L’den sonra gelen ve yerin dibine geçmiş gibi duran I’nın ezikliğinden hiç hoşlanmadım. Oysa “ışık” kelimesini ne kadar severim. Oradaki I’ların kimseyi umursamadan duruşunda güzellik vardır çünkü. Alınganlığın N’sine gelince… Kelimenin en ortasında kıvrılıverir ve sesleri birbirine bağlar, sanki bir alınganın kendisine yönelik öylesine bir bakışı zihninde “Gelmemden memnun kalmadı,” gibi manasız bir yoruma bağlaması gibi. G harfinin eğrilip bükülmesini, büyüdüğünde kamburunu çıkarmasını oldum olası sevmem zaten. O da bir alınganın zihninde yaptığı en iyi şeyi yapıp meseleyi “alınmakta haklısın kardeş”e getiriverir. Alınganı inandırır. Kelimenin sonrası bir alınganın gerçekten her şeyin düşündüğü gibi olduğuna dair hissettikleriyle aynıdır, akıp gider.
Biraz karışık mı oldu?
İşte alıngan önce böyle düşünür.
Ya niye karışık olsun? Bir kelimenin harfleri, sesleri üzerinden meseleyi ne güzel özetleyiverdin. Bir romancıdan daha başka ne beklenir?
Özgüven diye buna denir ve bir alınganda zerresi yoktur!
Alınganın zihninde buluttan nem kapmak misali kendisine yönelik bütün düşünce ve davranışlar “şıp şıp” diye damlar. O damlayıp duran ve hayatı çekilmez kılan musluğu güçlü kudretli bir özgüven sıkıp kapatabilir.
Ama özgüven zor iş. Bunun yerine pervasız, umursamaz ve vurdumduymaz olmakta iş görür. Bana göre yani.
Ama bir dakika: İnsan bir alıngan olarak yaşayamaz mı? Bir alıngana dünya nasıl gözükür? Bir alınganın hayatı nasıl geçer? Evet, asıl yazı konusu bu olmalıydı. Ah biliyorum yazdıklarımı okumaktan vazgeçtiniz!
Bir ıslık çalarak özgüvenimi geri getiriyorum ve yazıyı okumanızı sağlayacak şeyi itiraf ediyorum:
Kuzenim değil asıl bendim iflah olmaz bir alıngan!
Aranızda “Aynı zamanda yalancı, ” diyenler olduğunu biliyorum.
Bakın şimdi siz alınganlık yaptınız. Ben kendimi size kuzenimmiş gibi anlatmadım ki? Sadece hayal âleminde yaşadığımdan huyumu açık edemiyor, içime atıyordum. Yani alıngan olduğumu ben bile bilmiyordum ama babaannem tarifleyince kendimi aynada görür gibi oldum.
Her şeye alınıyordum. Dünyaya alınıyordum. Başımın üstünden geçip giden buluta, gece haneme doğmadan inatla bulutların arkasına saklanan Ay’a, yıldıza… Alınganlığın çaresini yazmakta buldum. Yazarak dünyadan koptum ve böylece alınganlık edecek bir âlem kalmadı. Venüs’te roman kahramanı Nergis’in dediği “Aman şu âlemi içimize çekip dolduralım ki felaketin geleceği bir âlem kalmasın,” misali, alınganlık gösterdiğim bir âlemi görmek istemeksizin, kendimi hayattan ve yaşamaktan mahrum bıraktım. Olmadı tabii. Masam, defterim, ellerim, tırnağımın ucu bile alınganlık sebebim oluverdi. Eşya ve tabiata da alınganlık edilir miymiş canım demeyin sakın. Bal gibi edilir.
Ve hatta en büyük alınganlık nerede baş gösteriyor biliyor musunuz? Twitter’da. Yüzünü görmediğiniz insanlar arasında her şeyi 140 karaktere sığdırmanın güçlüğü içerisinde herkes alıngan. Twitter, alınganlığın yuvası. Bak bu da güzel konuymuş, bunu da yazabilirmişim.
Neyse… Alınganlığı içimden söküp atmak duş kabinin kireç lekeleriyle baş etmek kadar güçtü. Sonunda yine bir gün babaannemin sözüyle aydınlanıverdim. Başlangıçta anlattığım evin ışık dolu huzurlu salonundaydık. Ya da salon benim aydınlanmamla ışık doldu, bilmiyorum. Ha bu arada bu defa ellerini yakarırcasına açmış, çileyi sardıran ben değil kuzenimdi. Ben sanırım bu işi beceremediğimi düşünmekle meşguldüm. İşte o anda başka bir şey daha düşündüm: “Ya da babaannem kuzenime sabır dersi veriyordu. Bendenizin çilesi bitmiş, sabırlı olduğumu ispat etmiştim.”
Babaannem içimden geçenleri okumuş gibi bakmıştı yüzüme. Ya da ben su katılmamış bir alıngan olarak böyle düşünmüştüm. Demek alınganlıkta iyimser bir şeyler bulabilirdik.
“Sizler, dünya hakkında dopdolu, son derece uç algıya sahip çocuklarsınız.” Babaannemden aldığım çok şey vardı. Sanırım en fazla onun yazmak isteme arzusunu almıştım. Muhtemelen onun tarif ettiği şeker şurup meziyetlerim bundan sonra alınganlığımın önüne geçecekti. Baksanıza benden küçük bir cadıymışcasına söz ediyordu. Evet, bu iksir cümle bünyeme plasebo ilaçlar gibi etki etmişti. Demek uç bir algıya sahiptim. Gereksiz alınganlıklarım artık bitmişti. Evet, bu mutlu son oldu. Ama alıngan mıyım? Alınganım!