Susma Haykır Demek O Kadar Kolay mı?

Anonim
Dergiye gelen çok sayıda taciz tanıklığı oluyor. Çoğu isimsiz. Keşke taciz deneyimleri üzerine konuşmak üzere bir araya gelen gruplar olsa, keşke her birimiz tacize uğradığımızda kendimizi bu kadar yalnız hissetmesek, keşke tekrarlandıkça soyutlaşan “kadına yönelik cinsel şiddet”in bu somut, bu can yakan halini unutturmayacak bir dil geliştirebilsek.
Aşağıda, iki tanıklık okuyacaksınız. Her şeyden önce, bizimle bu tanıklıkları paylaşanların ve varlıklarından haberdar olduğumuz suskun kadınların kendilerini daha az yalnız hissetmelerini istiyoruz. Sonra, bu berbat konunun bir hukuksal/psikolojik yardım meselesi haline getirilip politik gündemin dışına itilmesine itiraz etmek istiyoruz.“Hafif taciz” ile “cinsel saldırı” arasındaki ayrımları ince ince oluşturmaya çalışmanın anlamı üzerinde düşünmek istiyoruz. Cinsel taciz ile kadın cinayetleri arasındaki bağı unutturmamak istiyoruz… Feminist hareketin yirmi beş yıllık mücadelesinden damıtılmış sözcükleri hatırlamak, hatırlatmak istiyoruz.
Kuku Yılanı
“Aaah abla, sendeki şans bende de olsa, Allah benim kocamın da canını alsa, kurtulsam” derdi teyzesi ne zaman kocası hiç dinmeyen öfkesiyle ona ve çocuklarına vursa.
Annesi 30 yaşında kocasını kaybettiğinde 8 çocuğu vardı. Babasının etrafına öfke ve keder bulaştırmakta teyzesinin kocasından aşağı kalır yanı yoktu. Bir rakı kuyusunu andıran ağzından fırtınalar koparan bağırtısı, dışarı pörtleyen kanlı gözleri ve konuştukça uzayan işaret parmağı ile geceleri uykularını, gündüzleri oyunlarını bölerdi. Ama annesini öldüremeden ölmüştü. Teyzesinin kendi talihsizliğine yeğlediği talih de işte buydu. Onun payına her gün aynı yaşama araladığı gözleriyle kendi yavaş ölümünü seyretmek düşmüştü çünkü.
Kız, babasının ölümünün annesinin iyi talihi olduğunu ilk işittiğinde küçücük bir çocuktu. Balkondan dışarıya bakıyordu. Sanki hâlâ bir kadının rahminde doğmayı bekliyordu. Kendisini aşağı atsa annesi onu doğuracak ve bu kez de lanetli kızından kurtulacaktı. Çünkü o yaşlarda kukusundan aşağı bir yılan sarkardı. Babasının hiddetine rağmen hayatta kalan annesinin bunu öğrendiğinde kederinden öleceğinden emindi.
O yılanın kukusuna saldırısı bir erkeğin emriyle başlamıştı elbette. 5 yaşındaydı adam ona “Gel sana para vereceğim” dediğinde. Peşine takılıp gittiği yer bir apartman inşaatının bodrum katıydı. Donunu çıkarıp yere yatırdığında pantolonunun içinden çıkardığı yılanın tıslayışını duydu. Ona bakmaktan korktuğu için bu izbe odanın tavana bitişik pencerelerinden yoldan geçen arabaların dönen tekerleklerini seyrediyordu. Kafası ve bedeni doğduğu kasvetli kasabanın ilk apartmanı olacak olan bu inşaatta, iki ayrı daire, iki küskün kiracı, birbirinden habersiz iki yaşam, iki yalnızlık, iki çaresizlik oldular. Adam bağırmasın diye eliyle ağzına bastırdıkça kızın dudağı ince bir sızıyla kanıyor, çığlığı kanla yazılıyordu.
Artık kendi bedeninde ona ait olmayan bir parçaydı kukusu. Bakmaktan korkmadığı, ama baktıkça ona daha yabancı gelen. Başka kızlarınkinden bütünüyle farklı, bir yılanın saldırısıyla şekil değiştirmiş bir kuku. Kuşkusuz, kukusunun dudakları değil, o alçak herifin yılanıydı aşağı sarkan.
O günden sonra kaç gece altına kaçırdı, yılanı boğmaya yetmeyen göller oluşturarak yatağında, hatırlamıyor. Kim bilir kaç yıldız kanadı farklı zaman ve yerlerde fakat hep o aynı ürpertiyle çocuk bedenine bir yılanın sürtündüğü kâbuslar gördüğü gecelerde. Yıllar sonra bir gün, ablası ona bir kız çocuğunun kukusuna bir yılan saldırdığında, kukusunun kanlı gözyaşları akıtabildiğini anlatmış, o günden sonra da kanayanın dudağı mı yoksa kukusu mu olduğundan şüphe duymuştu.
O yılan başka kızların kukularından da sarkar mı diye ölesiye merak etti hep. Bir gün, okul tuvaletinde kız arkadaşı işerken, kimseler görmeden kapının altındaki aralıktan içeriye baktı. Kalbi, hem yaptığı şeyin utancı, hem de ilk defa bir başkasının kukusunu görecek olmanın heyecanıyla hızla çarpıyordu. Onun kukusunda yılan görmedi ama kukusundaki yılan canını daha çok acıtmaya başladı. Gittikçe daha dayanılmaz hale geldi acı. Yıldızlardan yüzüne kan damladı.
Bir gün okul çıkışı, bu kız arkadaşıyla eve doğru kol kola yürürken, nasıl olduysa birden bire o yılandan söz etmeye başladı. Sırrını ifşa ettiği ilk kişi o değildi aslında. Olaydan hemen sonra, yaşadıklarına bir türlü mana veremiyor, sadece anlamaya çalışıyorken, kendileri de henüz çocuk olan ablasına ve kuzenine de anlatmıştı olanları. Onlar da ne yapacaklarını bilemeyip büyük ablasına anlatmış, bu defa o da öykünün tamamını öğrenmek için sorduğu sorulara yanıt alamayınca daha çok kaygılanıp “Anne, kızının başına gelenleri biliyor musun? Bir adam ona bir şeyler yapmış, anlatmıyor” deyivermişti. O an duyduğu utanç annesinin onu boş bir odaya çekip sorular sormaya başlamasıyla yerini korkuya bırakmıştı. “Ne yaptı sana?” diye soruyordu annesi hiddetle. Adamın ne yaptığını anlatmaya kalksa suçun onda olduğunu kabul etmiş olacaktı besbelli. Annesi bunu sorarken hem olan biten her şeyi öğrenmek istercesine onu yutan, hem de endişelerinin yersiz olduğuna onu ikna etmesi için yakaran iki gözdü. Ve o, annesinin gözlerine baktığında anlamıştı kabahatin kendisinde olduğunu ve yılandan söz etmemesinin cezasını hafifleteceğini. Sesi titreyerek, “Bir adam bana, gel sana para verecem dedi. Ama para vermedi. Beni inşaatın bodrum katına götürüp zorla dudağımdan öpmeye çalıştı, ben de kaçtım.” demişti ve annesi suratına indirdiği tokatla cümlenin sonuna noktayı koymuştu. Bir daha da bu olayın bahsini açan olmadı.
O gün arkadaşının vereceği tepkiden de korkuyordu ama içindeki anlatma isteğini yatıştıramadı. Ne var ki, söze başlamasıyla yılanın tısladığını duyması bir oldu. Dehşetle, ağzından çıkan her sözü boğazına geri tıkmak istercesine defalarca yutkundu. Arkadaşı ise yüzüne yayılan sıcacık gülümseme ile daha fazlasını anlatması için onu yüreklendiriyordu. O anlattıkça arkadaşının ağzı sevincinden kulaklarına vardı. Meğer onun da kukusundan aşağı bir yılan sarkarmış ve o da çok korkarmış yılanı fark edilir de kimseler onunla evlenmek istemez diye. Ümitsizce arkadaşına sokulup kulağına usulca, “Evlendikten sonra fark etmeyecekler mi sanki?” diye fısıldadı. “Sus,” diye bağırdı arkadaşı, “sus yılanı uyandıracaksın!”
Adı Nedime’ydi arkadaşının ve tek hayali bir gün gelin olmaktı. Oldu da. Yılanını evcilleştirdi ve kendisi kadar güzel bir kız çocuğu doğurdu sonra. O ise içinde ağlayan çocuğu ne yapıp edip susturmak, kabahatin onda olmadığına inandırmak istiyordu. Üstelik ona ait olmayanın kukusu değil, yılan olduğunu anlamaya başlamıştı. Biraz daha büyüdüğünde, yılanın başını taşla ezmesi gerektiğini anladı kukusunu ve yıldızları kurtarmak için. Kurtardı da. Ama çatallı dilini çıkarıp gözlerine baktığında yılan, o taşı başına indirme cesareti olduğuna inanmadı, aynı taşla ak duvaklı, kırmızı kuşaklı bir gelinliği parçalayarak gücünü sınayana dek.
Yıldızlı gecelerde söylediği ninnilerle avuttu içindeki küçük kız çocuğunu. Bir daha da ne kanlı gözyaşları akıttı kukusu, ne de kanadı dudakları. Sadece tutkuyla içine aldı, aşkla öptüler. Kadınların kukularına saldıran yılanları da, o kukulardan nefret eden erkekleri de asla sevmediler.
Pandoranın Açılan Saçılan Kutusu
1
Eş zamanlı üç şey oldu. Birincisi; bir kadına duyduğum hislerin karşılığının olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Benden hoşlanıyor muydu, hoşlanmıyor muydu? Geçmişte de kadınlara âşık oldum, çoğunda da bana karşı bir şey hissetmedikleri cevabını aldım. Üzüldüm. Bir süre sonra hislerim geçti, bazıları arkadaşım, dostum olarak hayatımda yer almaya devam ettiler. Reddedilmek, zorlandığım ama nasıl başa çıkacağımı bildiğim bir şeydi. İkincisi; bir süredir yapmayı bıraktığım cinsel istismar üzerine çevirileri yeniden yapmaya başlamıştım. Beni etkilemeyeceğini düşündüğüm bir metindi, “benim anne-oğul ensest hikâyem.” Her zaman, bir şekilde başa çıkabildiğim durumdan daha karmaşık bir duruma girdim. Kafamın içinde “benden hoşlanmıyor” ile başlayan cümleye “beni sevmiyor”, “kimse beni sevmiyor”, “neden beni kimse sevmiyor” cümleleri eklendi. Yaşadıklarımı mantıklı bir çerçeve oturtmak, bir sıralamaya sokmak hala zor. Sanki elimle tutabileceğim kadar kesif bir sise girdim. İnsanlarla görüşüyorum, ama onları duyamıyorum, kendimi veremiyorum. Sanki düşüncelerimin içinde hapsoldum. Büyüyen bir panik ve korku benliğimi sardı. Dipten, geçmişten gürül, gürül geliyordu, bunu hissediyordum.
Çeviriye devam ediyordum. Bir cümleyle karşılaştım, “beş yaşından sonra annem beni vücuduyla tanıştırdı” diyordu.
Üçüncüsü: Gözümün önünden gitmeyen halamın kızı Yasemin’in yüzü ve ismiydi. Devamlı aklımdaydı. Buna bir anlam veremiyordum. Sadece 2009’da, oğlunun sünnet yemeğinde görmüştüm. (Babam, beni başkalarına benim yokluğumu açıklayamayacağı için çağırmıştı) Bunun dışında hiçbir iletişimim olmadı. Nerden geldi ki aklıma ve neden gözümün önünden gitmiyordu?
Geçmişten geldiğini hissettiğim duygular korkutmaya devam ediyordu. İçgüdüsel olarak, arkasından intihar düşüncesinin gelmesinden korkuyordum. On altı sene önce benzer bir şey yaşadığımı ve intihar girişimiyle sonuçlandığını hatırlıyordum. O kadar dibe inmek istemiyordum, çıkamayacağımdan korkuyordum.
Kendimi kontrol etmeye çalışıyordum. Hissettiklerimi, korkularımı etrafımdaki arkadaşlarımla paylaşıyordum. İçki içmiyordum. Arkadaşlarımın evinde kalıyor, geceleri yalnız kalmamaya çalışıyordum. Arada kendimi iyi hissettireceğini bildiğim ne varsa yapıyordum. İnternette, daha önce bulduğum ve çokça yararlandığım siteye tekrar girdim. “Değersizlik” kelimesini aratınca forumda bir cümleyle karşılaştım ve hemen Türkçeye çevirdim. Tamamen yaşadığımı anlatıyordu, “çocukluğumdan yetişkinliğime kadar hissettiğim bütün o reddedilme ve değersizlik, kesinkes sevilmediğim ve istenmediğim inancı ve hissi canlı bir sinema filmi gibi geri geldi ve nasıl kapatacağımı bilmiyorum.”
Yine de başımı yastığa koyduğumda kırık bir plak gibi düşünceler dönmeye devam ediyordu. Sabaha karşı, hala uyanıktım. Neden Yasemin’in görüntüsünü gözümün önünden gitmediğini bulmaya çalışıyordum. Çevirideki cümleyi hatırladım, sonra da neden Yasemin’i hatırladığımı. Dehşete düştüm. Zaten uyuyamıyordum, kalktım hatırladıklarımı yazmaya çalıştım. Ağlayarak, bir buçuk saatte yazdım.
2
“Beş yaşından sonra annem beni vücuduyla tanıştırdı.”
Halamın kızı Yasemin, benden 15 yaş büyüktü. O olay, tam tarihi hatırlamıyorum ama ben on iki veya on üç yaşındayken, onların Caddebostan’daki evlerindeyken olmuştu. Daha Bostancı’ya taşınmamıştık.
Halamlar önceleri Ankara’da otururlardı, sonra İstanbul’a, bizim evin çok yakınına taşındılar. Benim ikinci evim de orasıydı. Onlara gider kalırdım. Yasemin’in bir de üç yaş küçük kız kardeşi Nilüfer vardı. İkisi aynı odada, farklı yataklarda uyurlardı. Çoğu zaman Nilüfer veya Yaseminle yatardım. Bir gün yine Yasemin’le aynı yatakta yatıyorduk. O bana sokulmuş üşüyen ayaklarını ayaklarıma dolayarak ısıtıyordu. “Ne kadar sıcaksın” diyordu. Benim ayaklarımı üşütüyordu. Elimi tutuyor, bana sarılıyordu. O bunu hep yapardı. Arada bir kardeşlik duygusu vardı. Elim onun göğüslerindeydi, ben mi koydum elimi, o mu elimi aldı koydu oraya orasını hatırlamıyorum. Her şey çok karmaşık ve bulanıktı. Okşuyordum.
“Bundan hoşlanıyorsun değil mi?” diye sordu. “Evet” dediğimi hatırlıyorum. “Bundan hoşlanıyorsun değil mi” öyle farklı şekilde sormuştu ki “yanlış bir şey yaptım” hissine kapıldım. Utandım. Yapmamam gereken bir şeyi yaptığımı düşündüm. Birkaç sene öncesinde, tanımadığım bir adamın cinsel tacizine uğramıştım ve zaten utanıyordum. Ergenliğe girmiştim. Kadın bedeninin beni heyecanlandırdığını fiziksel ve duygusal olarak fark ediyordum ama bilinçli bir şekilde değil.
Bu olayı taciz olarak kodlamamışım. Belki de sadece yakın bir akrabam olduğu içindir. Ya da çok “masum” hareketler arasına karıştırıldığı içindir. Yasemin yirmi yedi yaşındaydı, ben 12 veya 13 yaşındaydım. Onun hayatla ilgili bilgisi benden fazlaydı ve benim yönelimimi fark etmişti. Bence, kadın bedenine olan arzusunu (o çok gizli arzusunu) benim üzerimden, benim eşcinselliğimi aşağılayarak (beni bu şekilde hissettiğim için utandırarak) yaşamaya çalıştı. Benim hislerimi, cinselliğimi manipüle etti. Çevirideki o cümle tüm devrelerimi yaktı; kesinlikle tacizdi, istismardı.
Bu olay hani nerdeyse bilinçaltımdan koptu geldi. Hatırladıklarımdan sonra ilk tepkim savunmaya geçmek oldu. Ben mi ona dokundum acaba? Ona arzu duyuyor muydum? Bunları araştırmaya başladım. Kendimi suçlamaya dönük araştırmalardı bunlar. Fakat cinsel istismara uğrayan çocuklar hakkında yazılan metinlerde, çocukların cinsellik hakkındaki davranışlarının ve algılarının yetişkinlerinki kadar net olmadığı yazıyordu. Dolayısıyla bir “rıza” aramak gereksizdi. Yasemin’in rızası yoktuysa da bu şekilde davranması gerekmiyordu. Başka şekillerde, beni kırmadan, kötü hissettirmeden de bir şeyler diyebilirdi, davranabilirdi.
3
Sonrasında, bir gece, uykuyla uyanıklık arasında, canlı bir filmden farksız bir rüya gördüm. Genelde rüyalarımı bu kadar detaylı hatırlamam. Sabah hala capcanlı olarak hafızamdaydı. Büyük bir gemideyim. Gece. Karanlık. Birden yukarıda, aydan çok daha büyük, parlak, beyaz bir ışık beliriyor. Güven veren bir aydınlık. Yavaşça alçalıyor. Bir uzaygemisiymiş. İniyor. Bana zarar vereceğini düşündüğüm anda bir fırtına çıkıyor. Birdenbire kendimi denizde ve hatta karanlıkta buluyorum. Gemi yok. Hiçbir şey yok. Sadece karanlık var. Karanlıkta dibe doğru iniyorum. Bir süre daha inmeye devam ettim. Birden dört atlı kovboy çıkageliyor. Birincisi sol elimden, ikincisi sağ elimden, üçüncüsü sol ayağımdan, sonuncusu da sağ ayağımdan tutuyor. Popom yere yakın ve ellerimle ayaklarımdan tutulmuş, götürülüyorum. Kurtulduğumu düşünüyorum. Hemen çocuğu merak ediyorum. Bakıyorum. Kovboylardan birinin arkasına oturmuş çizgi film kahramanı çocuğu görüyorum. Aydınlıkta. Rahatlıyorum.
Okuduğum çizgi romanda uzaylıların olduğunu, çizgi film ve kovboy filmlerini çocukluğumdan beri sevdiğimi bir kenara koyarsak bu rüya, bilinçaltımın su üstüne çıkıp saçıldığını gösteriyor. Çocukluğum aydınlığa çıktı. Tam bir bilinçaltı detoksu oldu. Safralar atıldı. Tabii ki sarsıntısı devam ediyor ama azaldı, daha da azalacak. Hatırlamak başlangıçta acıtıyor ama etkisi eskiden olduğu gibi kuvvetli olmuyor.