Ben Güzele Güzel Demem
Ayşe Sağlam
Entelijansiyada ataerkil zorbaların güzellikle imtihanı…
Eğer işin içinde sanat varsa, sanatçı kadın her şeyi yapabilecek, hiçbir şeyi asla ayıp veya tuhaf bulmayacak kişi olarak kabullerde yerini alacaktır. Bunun aksini ifade eden en ufak tutum karşısında kınanma, hafifsenme, ciddiye alınmama hatta sanatının sorgulanması gibi dolaylı ve gölgeli yaptırımlarla karşılaşmayı da göze alacak kişi, sözünü ettiğimiz ‘sanatçı / özgür kadın’dır.
Bazen kavramlar, içi çoktan boşaltılmış; neredeyse yerinde yeller esen kimi duygulanımları nitelemekte yetersiz kalıyor. Biri sana hikâyeni yanına al, kavramını da doğruca yerine iliştir ve yapabiliyorsan anlat dediğinde o duygular zamana tutsak birer hayalet gibi gezinmeye başlar. Ama üzerinden zaman geçmiş yaşanmışlıklar, ne kadar renkli kurgularla beslenseler de hep biraz eksik kalacaklar. Hal böyleyken zorlanmış güzelliğin hikâyesi olur mu?
Bu ülkede sanatla uğraşan kadınların ‘sanatlarının güzelliğinin’ zorlandığı doğrudur. Ve o taraklarda bezi olan bilir ki, hep o birilerinin(!) dediği gibi: Güzellikle olmazsa, zorla olur!
Hikâyeler değişir, hayat durmaksızın dönüşür ama kavramın imlediği o ‘şey’in varlık gerekçesi ve itki kaynağı hiç değişmediği için dillendirilmek isteneni herkes ortak bir suskunun gölgesinde bölüşerek bilir. Zorlamanın kaynağındaki istenç dışı o gücün ardında ‘olmayacak olanı isteme’ hali beslenir durur. O yüzden zorla güzellik olmaz diye dile pelesenk olmuş o atasözünün neredeyse karşılığı yoktur. O güzellik bir şekilde, birileri için eninde sonunda ‘olacak olan’dır. Çünkü şuursuz bir çoğunluk için, güzellik zorla ele geçirildiğinde tadından yenmeyen o kutsal emanetin ta kendisidir.
Dünyanın herhangi bir yerinde nasıl yürür, neyle beslenir bilemem ancak, bu ülkede sanatla uğraşan, yazan çizen kadın için ‘zorla’dan kasıt, pek çok kez ‘olacak olan’a dirençle ilintili bir konu. Bunun ne demeye vardığını da derin bir nefes ve farkındalık, kendiliğinden anlatacaktır. Dayatmanın herhangi bir türünde, eğer belli bir taciz imlemesi yoksa, razı gelişe varan bir pasifleşme, geri çekilme kımıldanır. Üstelik bu coğrafyada sanatla uğraşmanın, ‘rahat ve açık fikirli’ olmaya uzanan bir algısı varken, dayatmanın herhangi bir kılıklanmış halinde o rahatlığın maskelediği ‘geri kafalı’ olma yargısıyla sonsuz vahada tutsaklık kaçınılmaz bir paradoks gibi sessizce vaktini bekler. Ülkedeki kabullerin, söz konusu sanatsa, ne kadar feodal olursa olsun, kapısı ansızın ardına dek açılan bir dünyayla sınırlı olduğunu söylemek asla abartılı olmayacaktır. Üstelik patriarkal ahlakçı kalıpları biçimleyenin de, onu kendi belirlediği sınırlar ve özgürlükler dâhilinde yorumlayanın da erkekler üzerinden gidiyor oluşu elbette tesadüf sayılamaz. Zaten baskılama ve kontrol altında tutma aşamasından, aniden sınırsız özgürlükler arenasında esrik bir coşkuyla kendini yitirmeye(!) eğilimli bir algının yürürlüğünde, kadına şimdilik edilgenlikten muaf bir yerde rastlamak mümkün olmayacaktır. Kapılarını kendi istediği zaman dış dünyaya kapatan, yine kendi istediğinde bir başkasının özgürlüğünü mağduriyete çevirme pahasına sonuna dek açan zihniyet (erkek zihniyeti) karşısında edilgen konumundaki kadın, hareket alanı ölçeğinde özgürdür. Kurban demek riskli, abartılı ve yüksek perdeden bir tanım gibi gözükse de gelenekçi toplum yapısı içinde, mesleği ne olursa olsun ‘zaman zaman’ kadının bu konumda olduğu görülür. Mesleğin belirlediği veya kişiye atfettiği kimlik yapısı içinde de ‘sanatçı’ kadına edilgenlik veya kurban olma hali yakıştırılamaz. Aksine eğer işin içinde sanat varsa, sanatçı kadın her şeyi yapabilecek, hiçbir şeyi asla ayıp veya tuhaf bulmayacak kişi olarak kabullerde yerini alacaktır. Bunun aksini ifade eden en ufak tutum karşısında kınanma, hafifsenme, ciddiye alınmama hatta sanatının sorgulanması gibi dolaylı ve gölgeli yaptırımlarla karşılaşmayı da göze alacak kişi, sözünü ettiğimiz ‘sanatçı / özgür kadın’dır. Ya değilse? Sanatın söz söyleme biçimi ne olursa olsun kadın sonsuz özgürlükler dünyasının içinde yine erkeğin belirlediği o ‘her yola gelme’ halinin yakınından bile geçmiyorsa… İşte orada sonuna dek zorlanmış güzelliğin; güzellik nitelemesinden çıkıp ‘zorla’mayla birlikte olumsuz çağrışımın kıyısında dolanan kadının, karşısındaki kişiyi ne kadar öfkelendirdiği, nereye kadar ‘direnç’ göstereceği önemlidir. Evet, işin içinde bir de direnç gösterme söz konusudur; “direniyorsa, aslında istiyordur!” algısının hastalıklı koridorlarında gezinmeye başlar ve bu koridorun ne kadarı labirent, ne kadarı dipsiz, leş kokan bir dehliz, ne kadarı özgürleşmeye giden bir yolculuk, hiçbir zaman tam olarak bilinemez. Ama işin içinde zorlanmış bir güzellik algısı, sanatın güzellemesinden çoktan sıyrılmış; etin güzelliğine varmıştır. Buraya kadar sözü edilen, “bir yerden tanıdık geliyor” olabilir. Elbette genellemelerin ürkünçlüğü, kurunun yanında yaş da yanar’a varan bir kafa karışıklığına kadar gidecektir. Yine de epey erişkin, sıkça dillendirdiği bir ‘nüfuz’a sahip erkeğin, sanatına âşık(!) olduğu genç sanatçı kadının hikâyesini yazarken, ya da ona üretim yapabileceği arenayı sunarken, sanatından ziyade ruhuna; yok aslında bedenine âşık oluvermesi ama zorladığı güzelliğin altından muazzam direnç çıkınca bütün o kavramsal kutsaniyeti bir anda yıkması, kendisine dik dik bakıldığında topunu alıp kendi bahçesine kaçmasıyla sonuçlanmayan bir oyunun da ta kendisidir. Kurallarının kim tarafından belirlendiği çoktan belli ancak direncin zerresi karşısında sonu herhangi bir kazananla bitmeyen “güzellikle olmazsa zorla olur” aymazlığından kaynak bulan bir oyun söz konusudur burada. Kalem erbabı ‘üstat’(!)ların “hakkında öyle bir eleştiri yazarım ki ya var olur göklere çıkarsın / ya da bir daha buralarda tutunamazsın” şeklinde örtülü gönül koymasından, büyük Art’istin kendine yar edemediği çaylağı “buralarda ekmek bize kadar var, sana hiç kalmadı” tavrına, sanatıyla dünyayı değiştireceğini savlarken ansızın bir akıl hummasına tutulup “ya benimsin ya kara toprağın”a dönüşen yarı ilenmeli epey geniş skalada bir ‘yaratıcılıkla’ donanmış entellektüel erk(!), kendini bilmezlik aşamasında çocukluğuna, belki de o karşısında olduğu patriarkal faşizan yapının kollarına sığınacaktır. Yazar kalemini, ressam fırçasını, yontucu aletlerini, sinemacı kamerasını, gazeteci köşesini parlatıp ortaya koyar. Ya hep ya hiçin artistik dilidir bu; anlaşılması zaman alır. Binbir güçlükle edinildiği savlanan bu başarıların nasıl olup da ansızın birer silaha dönüştüğünü kavramak için akıl dışı bir empatiye gereksinim vardır. Zaten öylesi bir empati, tam da bu noktada vicdan ve feda arasındaki ikileme dolanır. Kan ve gözyaşıyla, alın teriyle kurgulanmış o özyaşam öyküleri bir anda eline geçirdiği malzemeyle karşısındakini köşeye sıkıştıran bir palavra özetine dönüşmüştür. Ahlaki kıstırılmanın son noktası, zorladığı şeyin elinde kalmasıyla korku, reddetme ve yok sayma nöbetleriyle kendini ara ara ele verse de, hayata hiçbir şey olmamış gibi –kaldığı yerden- devam edecektir. Buradaki ahlaksal eleştiri yaş farkı, şahısların kendi özel yaşamlarında, ailelerinde (ailenin ne olursa olsun kutsallığı) örtülü ahlakçı bir tutum –koruma, sahip çıkma şeklinde- sergiliyor olmalarından ziyade, zorlamanın doğasında devinen o ürkütme ve taciz, etken figürü edilgen üzerinde bir ‘yok eden’ ve sindiren otoriteye dönüştüren mekanizmalar olarak işler. Bu coğrafyadaki sanat algısının henüz hiçbir biçimde oturmadığı göz önünde bulundurulursa, o sözü edilen “buralarda sana ekmek yok” savlamasıyla yılıp caymak çok da garipsenemez. Sanat eğitimi almış kadınların bu eğitim ve donanımı daha minimal arenada, kimselere sezdirmeden sürdürenler; tamamen hikâyeden uzaklaşıp sanat konusu geçince içleniverenlerler, ya da eğer olanakları varsa ateşin üstüne koşar adım ve daha büyük yangınlar çıkarmayı göze alarak gidebilenler olarak belli kategorilerde yaşam bulması çok da yabancı örnekler olmayacaktır. Gerçekten nitelikli olanın anlaşılması için ekspertiz sanat izleyicisi bile henüz oluşmamışken, sanat yaparak yaşamda kalmak başka bir hikayenin oldukça uzun konusudur. Sanat estetik bir duyuşla, görsel / işitsel bir haz odağına yöneldiğinden, sanatın gerisindeki uygulayıcı da en basit çağrışımla haz ve arzu üzerinden bir kavrayışa salt varolmasıyla bile temas eder. Sanatsal, kültürel belleği hiç varolmamış, artistik hafızası oldukça yetersiz toplumlarda, sanat uygulayıcısının bedensel kimliği yaratısının önüne geçtiğinden öncelik ne yaptığından ziyade, nasıl yaptığı olacaktır. Dolayısıyla yaratım süreçlerinden üreterek, üretime tanıklık ederek, onu yücelterek ya da yererek geçmiş yol açıcı erkekler, usta çırak ilişkisinin merkezinde kendilerini anıştıran erkekler yetiştirerek ya da kendilerine yarenlik edecek ve hep hayran kalacak kadınlar koyarak durmayı sürdürürler. Bu devamlılığın kökeninde bir yer tutma hali de söz konusudur. Dolayısıyla bir devir teslim gerçekleşeceği zaman bile bu kişi, bileğinin gücüne inanılan ya da “duyguları asla işini baltalamayan” bir başka erkek olacaktır. Güzelliğinin sonuna dek zorlandığı, ya da güzelin kendi içinde durmaksızın kavramsal kayıp yaşadığı kadın dayanıklılığı ise bu gibi süreçlerde elenen, zayıflığıyla(!) kaybeden ve kurtlar sofrasındaki kurban olarak hafızalardan uzak tutulur. Tarihin buraya özgü olmayan hafızasında sanatçı kadının, salt cinsiyet kabulleri üzerinden yok sayıldığı göz önünde bulundurulunca bu, yaptırımların kendine bulduğu dayanağı kuvvetlendirir. Kadın sanatçı, malzemesi ve yaratı evreninin sınırları elverdiğince varlığını sürdürebilecek, kendisinden isteneneni güzellikle vermezse, elinden zorla alınana razı gelecektir. Bu sürecin kırılması için oldukça uzun bir direnç sürecine ve umuda gereksinim olduğu açık; ancak “zorla güzellik olur mu” sorusunun daha sık sorulması ve yanıtın sorudaki vurguya istinaden olumsuza epey yakın olacağının göze alınması gerekir. Zorla olur, güzellikle olmazsa zorla olur!