Kürtaj Hak Olursa Karar Kadınlara Kalır mı?

Esra Demir 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘’her kürtaj bir Uludere’dir’’ diye buyurmasının ardından, on haftalık yasal kürtaj süresinin sınırlandırılmasına ilişkin çalışmaların başlatıldığı haberlerini aldık. Erdoğan’ın bu çıkışı üzerine, yaşamın ne zaman başladığına ilişkin tıbbi ve dini bilgiler sandıklardan çıkartıldı. Ceninin insan olup olmadığı, dolayısıyla hak sahibi bir özne olup olmadığı belirlenmeye çalışıldı. Bu hummalı tartışma ortamında cenin üzerine söylenen her sözün, bizim bedenlerimize, cinselliklerimize, hatta hayatlarımıza dokunduğu elbette ki hakkıyla teslim edilemezdi. Belki de işte bu yüzden, biz de varız ve bu kararı biz veririz demek için, “kürtaj haktır, karar kadınların” diyerek ceninin yaşam hakkının karşısına kürtaj hakkımızla çıkıverdik. Böylelikle kürtajı, yani gebeliği sonlandırmak için yapılan cerrahi müdahaleyi bir hak olarak savunmuş olduk.

Tartışmaların daha ilk günlerinde Aksu Bora, kürtajın hak olarak tarif edilip edilemeyeceğine dair haklı bir soru sormuştu.[i] Çünkü yaşam hakkı, eğitim hakkı gibi bildiğimiz diğer haklar, hiç değilse teorik olarak, istenilen şeyleri korur ve buna göre tanımlanırlar.
Hangi istenebilir hallerin hak olarak korunmak üzere seçildiği ya da özellikle evlenme ve mülkiyet hakkı gibi hakların hangi arzuları teşvik ettiği ve norm haline getirdiği ayrı bir mesele. Fakat kürtajın, kendi başına istediğimiz bir hale gönderme yaptığını söyleyebilir miyiz? Belki kürtaj hakkı yerine, “ücretsiz ve güvenli kürtaja erişim” deseydik, hiç değilse bu anlamda hak olarak savunulması daha az sorunlu bir şeyden bahsediyor olurduk.

Ama nasıl tanımlarsak tanımlayalım, olası bir kürtaj yasağına hak söylemiyle karşı çıktığımızda gerçekten savunmak istediklerimizi savunmuş olup olmayacağımız ya da neyi savunmuş olacağımız üzerine de düşünmemiz gerek. Çünkü mesele hakların tanınmasıyla bitmez, belki de aslında bundan sonra başlar. Anayasalarda ya da uluslararası belgelerde korunan haklarla ilgili her bir uyuşmazlıkta, hakların içerikleri yorumlanır; gerçek hayattaki sınırları, içlerinin nasıl doldurulacağı, neyin ya da kimlerin dışarıda bırakılacağı ve haktan yararlanmanın koşulları belirlenir.

Farklı Bağlamlar, Farklı Beden Politikaları

Kürtajın müstakil bir hak ya da örneğin kadınların özel yaşamlarına saygı haklarının bir unsuru olarak tanınması da, kürtaj hakkının her daim kadınları ya da aynı anda tüm kadınları güçlendirecek şekilde yorumlanacağı anlamına gelmeyebilir. Bir davada bir kadının yaşamını korumak, kürtaja erişimin engellenmesini bir ihlal olarak nitelendirmenin gerekçesi olabilir; ama aynı gerekçe, başka bir anda, başka bir yerde veya başka bir kadına zorla yapılmış bir kür­tajın ihlal sayılmamasının gerekçesi olabilir. Bebeğin engelli olma riskine rağmen kürtaja izin verilmeyen bir olayda, kadının haklarının ihlal edildiğine karar verilebilir; sonra başka bir olayda bu karar, engelli olduğu tespit edilen bebeğin kadının isteğine aykırı olarak alınmasının ihlal oluşturmadığı sonucuna varmanın dayanağı olarak kullanılabilir.

Bedenlerimizi denetleyen mekanizmalar bazen hepimizi hedef alır; bazense farklı sınıflar, cinsel yönelimler ya da etnik kökenlerden kadınlara yönelik farklı mekanizmalar geliştirilir. Bir tarafta kimi kadınların çocuk sahibi olmaları teşvik edilirken, diğer tarafta başka kadınların az çocuk sahibi olmaları teşvik edilir ya da çocuk sahibi olmaları tümden engellenir. Wendy Brown, belli bir yerde, belli bir anda kimilerimizi güçlendiren hakların, başka bir anda ve başka bir yerde kimilerimizi güçsüzleştirebildiğine dikkat çeker.[ii] Kürtajı bir hak olarak savunduğumuzda, bir beden denetim biçimine karşı koruma talep ederken, başka denetim biçimlerine maruz bırakılan kadınların hikâyelerini dışlamış, farklı denetim biçimleri arasındaki bağı kopartmış ve belki de başka deneyimlerden geçen kadınlara karşı kullanılabilecek argümanların inşasına yol açmış olmaz mıyız? Hatta kendisi “kurtulmuş kadınların”, “yanlış bilinç” ya da “bilinçsizlikten” ötürü çok çocuk isteyen kadınların ‘kürtaj hakkını’ onlara rağmen savunabilecekleri bir mecra bile açmış olabiliriz.

“Ben” ve Cenin!

Öte yandan, kürtajı hak söylemi içerisinde savunmakla ceninin yaşam hakkına dair de bir şey söylemiş oluruz; çünkü haklar düzeninde bu iki öznenin hakları birbiriyle yarışır, birinin korunması diğerinin sı­nırlandırılması anlamına gelir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bu çatışmaya istinaden kadın­ların özel yaşama saygı haklarıyla ceninin hakları arasında “adil bir denge” sağlanması gerektiğini söyler.[iii] Aslında AİHM, yaşamın ne zaman başladığı sorusuna bir yanıt vermekten kaçınır ve bu kararı devletle­rin takdirine bırakır.[iv] Bu yüzden kürtaj yasaklarına ilişkin davalarda, kürtajı yasaklayan devletin tarifine uygun olarak, gebeliğine son vermek isteyen kadın gibi cenini de bir hak öznesi olarak görür.

Dolayısıyla kürtaj yasağına ilişkin uyuşmazlıklarda cenin ve kadın, hakları birbirlerini ihlal eden, ara­larındaki ilişki sadece birbirini yok etmek ya da bir­birine zarar vermekten ibaret olan, bedenlerinin sı­nırları belirgin biçimde birbirinden ayrıştırılmış iki özne olarak konumlandırılır. Bu kurguyu mümkün kılansa, liberal insan hakları söyleminin, ontolojik olarak soyut, özerk, kendi kendisine yeten, sınırlandırılmamış (unencumbered) birey tahayyülüdür. Sara Ahmed, hamile kadının bedeninin nerede başlayıp nerede bittiğine, ceninin kadının bedeninin bir par­çası mı olduğu, yoksa kadının bedeninin dışında ve ondan özerk mi olduğuna dair belirsizliğin, bu birey tahayyülünün dışında düşünmeyi ve kadın ile cenin arasındaki ilişkiyi ve bağımlılığı görmeyi mümkün kılabileceğini söyler.[v]

Hamile kadın özneyi, ceninle böyle bir ilişki ve bağımlılık içinde düşünmek, ilk bakışta kadınları güçsüzleştiren bir argüman gibi görünse de; haklar dünyasında bizi asıl güçsüzleştiren, olmadığımız ve olamayacağımız soyut birer birey olarak varsayılma­mızdır. Örneğin AİHM’in önüne gelmiş A, B ve C İrlanda davası[vi], İrlanda’daki kürtaj yasağı nedeniyle gebeliklerine son verebilmek için İngiltere’ye seyahat etmek zorunda kalmış üç kadına ilişkindir. Bu davada sağlık ve refahlarına ilişkin endişelerinden dolayı kürtaj yaptırmak için İngiltere’ye seyahat etmek zorunda kalmış olan iki başvurucunun özel yaşama saygı haklarının ihlal edilmediğine karar verilmiştir. AİHM’e göre, başvurucu kadınlar İngiltere’ye seyahat etmekte özgürdürler! Zira İrlanda devleti bu haklarını tanımıştır ve seyahatin öncesinde ya da sonrasında İrlanda’da gerekli bilgi ve tıbbi yardıma ulaşma imkânlarını da güvenceye almıştır. İşte bunlar, AİHM’in gözünde başvurucu kadınların haklarıyla ceninin hakları arasında adil bir dengenin gözetilmiş sayılması için yeterli olmuştur (bkz. Prg. 213).

Bu kararda AİHM, ceninin ve kadınların menfaatle­rini birbirlerine karşı rekabet içinde ele almış; kadın­ları ve hatta cenini soyut özneler olarak konumlan­dırmıştır. Oysa başvurucu iki kadın da, İngiltere’ye gidebilmek için arkadaşlarından ya da tefeciden borç alarak, yakınları durumdan haberdar olmasın diye sessiz sedasız İngiltere’ye gidip operasyon yaptırmış; dönüş yolunda yaşadıkları komplikasyonlar için tıb­bi yardım istemeye çekinmişlerdir. Üstelik kadınların evlilik dışında yaşadıkları cinselliğin hoş karşılanma­dığı İrlanda’da yaşayan bu iki kadın da evli değildir ve biri hem işsizdir hem de alkolizm tedavisi gördüğü için biri engelli olan dört çocuğu da koruyucu ailelere verilmiştir (bkz. prg. 13-17 ve 18-21).

Gebeliklerini devam ettirmeleri halinde, iki başvurucu kadının ve doğacak çocuklarının birlikte ya da ayrı ayrı ne yaşayacakları ve nelere maruz kalabileceklerine dair ipuçları veren bu bilgiler, AİHM’in “adil denge” arayışının gözettiği meseleler değildir. Daha da önemlisi, AİHM’in kararında değinmeye bile lüzum duymadığı bu bilgileri dikkate almak, çatışan haklar arasında adil bir denge gözetmekten ziyade, kadın ve cenin arasındaki ilişki ve bağımlılık içerisinde neyin adil olduğunu düşünmeyi gerekti­rir. Ama biz kürtajı bir hak olarak talep ettiğimizde, bunu sosyal bir hak olarak bile talep etsek, hami­le kadın ve cenin arasındaki bu karşılıklı yok eden/tahrip eden ilişki varsayımını reddetmedikçe, aynı soyut, yalıtılmış, kendine yeten birey kurgusuna yas­lanmaya devam etmiş oluruz. Bu yüzden, “rahim bi­zim, hayat bizim, karar bizim” gibi sloganlarımızın, yalnızca devlete ve bizi belli bir şekilde davranmaya zorlayanlara karşı mı, yoksa cenini de karşısına alan bir yerden mi söylendiği izaha muhtaçtır.

Hakkın Takibini Kim ve Nasıl Yapacak?

Üstelik biz ‘’karar bizim’’ desek bile, kürtajın bir hak olarak tanınması halinde kararın aslında kiminle paylaşılmış olduğunu da düşünmemiz gerek. Çün­kü iç hukukta haklara ilişkin uyuşmazlıkları karara bağlayan devlettir. Karar vericiler, bazı durumlarda kürtaj kararımıza saygı duyulması gerektiğine karar vermekle yetinebilirler. Fakat her bir uyuşmazlıkta, kararlarımızın meşruluğu ya da gayrimeşruluğuna dair nihai kararı veren devlet olur.

Bu durum uluslararası hukukta da farklı değildir. Hem Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ön­lenmesi Komitesi hem de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, raporlarında İrlanda’daki kürtaj yasağının kadınlar üzerinde yarattığı tehlikeler­den duydukları endişeyi belirtirler ve bu tehlikeleri bertaraf edecek tedbirler almak için İrlanda’yı teş­vik ettiklerini söylemekle yetinirler.[vii] Bunun hangi yollarla ve ne ölçüde yapılması gerektiğine dair bir şey söylemezler. Yukarıda bahsettiğim gibi, AİHM da, yaşamın ne zaman başlayacağına ilişkin karar­ları devletlerin takdirine bırakır. Öyle ki, A, B ve C İrlanda davasında bu kararın devlete bırakılması, yasağın ‘’İrlanda toplumunun dokusuna derin bir şekilde işlemiş olan ahlaki değerlere dayandığı’’ söy­lenerek gerekçelendirilmiştir (bkz. Prg. 180-181).

Eli Zaretsky, 19. Yüzyılda kadın haklarının tanınmasının, tıbbın ve devletin kadınların doğurganlıkları ve cinsellikleri üzerindeki denetimlerinin genişlemesiyle ilişkisine dikkat çeker.[viii] Biz de kadınları güçlendirmek için kürtaj hakkını savunduğumuzda, paradoksal biçimde aslında devletin düzenleyici ka­pasitesini artıran bir mecra daha açmış oluruz. Dev­leti, bazen kadının kürtaj hakkından yana kararlar alıp özellikle bazı etnik grupların nüfuslarını kontrol etmenin ya da nüfusunu “engellilikten korumanın”; bazense nüfus artışını hızlandırmak için ceninin haklarından yana tavır almanın insan haklarına da­yalı yetkisine sahip kılmış oluruz. Ve sanırım, buna karşı durmamız, ancak bizi ceninle karşı karşıya ge­tirmelerine izin vermeyecek, farklı beden denetim mekanizmalarını aynı anda reddedecek bir dil üret­memizle mümkün olabilir.

[i] Aksu Bora, ‘’Evet, Uludere!’’ Erişim için: www.amargi.com

[ii] Wendy Brown, ‘’Rights and Losses,’’ States Of Injury: Power And Freedom in Late Modernity, New Jersey: Princeton University Press, 1995, ss. 96-134.

[iii] A, B ve C – İrlanda, Başvuru No: 25579/05, Karar Tarihi: 16.12.2010.

[iv] Örneğin bkz. Vo – Fransa, Başvuru No: 53924/00, Karar Tarihi: 08.07.2004

[v] Sara Ahmed, ‘’Rights,’’ Differences That Matter: Feminist Theory and Postmodernism, Cambridge: Cambridge University Press, 2004, ss. 23-44.

[vi] A, B ve C – İrlanda, Başvuru No: 25579/05, Karar Tarihi: 16.12.2010.

[vii] Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin 2005 tarihli Yıllık Raporu (A/60/38(SUPP)) ve Birleşmiş Millerler İnsan Hakları Komitesi’nin 2008 tarihli Nihai Yorumu (CCPR/C/IRL/CO/3).

[viii] Eli Zaretsky, ‘’The Place of the Family in the Origins of the Welfare State,’’ in Rethinking the Family: Some Feminist Questions, Der. Barrie Thorne ve Marilyn Yalom, Newyork: Longman, 1982, ss. 188-224.

 

Share Button