Üç Belgesel, Üç Kadın: Bahar, Pippa ve Salma
Delta Meriç Candemir
Bahar, Pippa ve Salma’nın hayatlarına yakından bakmak yaşamlarımızı şekillendiren patriyarkal sistemin ortak işleyişini tekrar hatırlamamızı sağlıyor.
Bu yazının amacı Documentarist’in Kadının Adı Yok bölümünde izleyebileceğiniz yapımların üçü üzerine bir izlenim sunmak. Söz edeceğim filmlerin her biri tek bir kadının hikâyesine odaklanıyor ve erkek şiddetini, kadın cinayetlerini, ayrımcılık ve ezilmeyi; görüntülerin, diyalogların ve gerçek yaşam kesitlerinin (aslında kısaca belgeselin) gücüyle failsiz vakalar ve istatistikî veriler olmaktan çıkararak algımızı politik kılan sarsılma halini geri çağırıyor. Bu sarsılma “keyifli seyirler” dileğini imkânsız kılıyor belki ama bunun yerine başka duygularla üç kadının hayatına tanıklık etmemizi sağlıyor.
BAHAR
“Bir gün mezar taşında ‘sevdi ve uğrunda öldü’ yazan bir mezar görürsen beni hatırla.”
Hikâye bir aşkla başlıyor. Hollanda’da yaşayan bir Türk ailenin kızı Bahar’ın sayfalarca yazdığı şiirler, sözler, çizdiği kalpler, resimler hep Mehmet’e. Mehmet’le evlenebilmek için ailesini karşısına alıyor. Kendine ait bir evi olacak, kendi kararlarını alacak, Mehmet’le çok mutlu olacak. Bahar 17 yaşında hamile kalıyor, evleniyor. Bundan sekiz yıl sonra aynı Mehmet sekiz bıçak darbesiyle Bahar’ı öldürüyor. Mehmet ve Bahar’ın iki kızı da olaya tanıklık ediyor. Sebep Bahar’ın boşanması. Boşanmanın sebebi önemsiz ama yine de yazayım, Bahar’ın kendisini evliliğinin ilk günlerinden bu yana döven, boğazına bıçak dayayan, aldatan kocasından boşanması. Belgeselde Bahar’ın annesi, babası, kardeşleri, akrabaları, komşuları konuşuyor. Hem Bahar’ı anlatıyorlar hem Bahar’dan sonra kendilerinden geriye kalanı. Bir yandan da Bahar’ın sayfalarca yazdığı hatıra defterleri, mektuplar okunuyor. Belgesel topyekun bir patriyarka eleştirisi yapmıyor, aile bağları içinde bir öfke halini koruyor. Ancak diğer yandan öldürüldükçe rakamlara dönüşen kadınlardan birinin hayatına yakından bakmamızı sağlıyor.
PİPPA
“İyi şeyler başına ancak diğerlerine güvenince gelir.”
Çoğumuzun bildiği gibi Pippa Bacca 2008 yılında “barış gelini” olarak Milano’dan Tel Aviv’e yaptığı yolculuk sırasında Türkiye’de tecavüze uğradı ve öldürüldü. Belgesel, Pippa’nın yolculuğunu hem annesi, kardeşleri, arkadaşları ve yol arkadaşı Silvia Moro’nun anlatımlarıyla hem de Pippa’nın kendi kamerasından elde edilen görüntüler yoluyla izleyiciye aktarıyor. Yapım boyunca yolculuğun amacına, Pippa’nın düşüncelerine ve “barış gelini” fikrine dair çok şey öğrenmek mümkün. Ancak şunu söylemek gerekiyor ki; belgesel Pippa cinayetine feminist bir bakış açısıyla yaklaşmıyor. Bu yüzden bir kadının tek başına otostopla yolculuk etmesinin neden tehlikeli olduğundan çok Pippa’nın cesareti üzerine konuşuluyor ve bu cesaret Pippa’nın güçlü dini duyguları, kader inancı ve İsa ile kurduğu koşutluğa bağlanıyor. Yine de belgesel, finalinde izleyicisini bundan daha fazlasına taşıyacak sarsıcı ve ironik bir görüntüyle baş başa bırakıyor: Pippa’nın kamerası ile katil tarafından filme alınmış bir “mutlu aile tablosu”; gelin, damat, davetli yetişkin ve çocuklardan oluşan bir sokak düğünü çekimi.
SALMA
“ Bu mu? Evlen, çocuk doğur, öl.”
Hindistan’da Salma’nın yaşadığı köyde kızlar regl olduklarında okulu bırakıp eve kapanıyor, kısa bir süre içerisinde de kendilerine uygun görülen bir erkekle evlenip çocuk doğuruyorlar. Belgesel, bu tek cümleyle özetlenmiş hayat hikâyesinin gerisindeki yaşanmışlıklardan bir kaçını; başta Salma’nın hayatı olmak üzere, annesi, teyzesi, kız kardeşi, yeğeni, komşuları üzerinden bu “kader”i perdeye taşıyor. Ancak belgeselde bundan daha fazlası var: hikâye yalnızca 13 yaşında eve kapatılmış olan Salma’yı değil, kapandığı odada meyve sebzelerin paketlendiği gazete kâğıtlarını bile okuyan ve hissettiklerini şiirlere dönüştürmeye başlayan Salma’yı anlatıyor. Onun evlendikten sonra (kendisini yüzüne kezzap atmakla tehdit eden) kocasına rağmen gizli saklı defterleri nasıl şiirlerle doldurduğunu, bu şiirleri annesinin işbirliği ile bir yayımcıya nasıl ulaştırmayı başardığını ve şiirleri basıldıktan sonra kavuştuğu ünü anlatıyor. Kocasının Salma’nın yeteneğini nasıl kabullenmek zorunda kaldığını ve Salma’nın kaderini kendi elleriyle değiştiren gücünü anlatıyor. Üstelik bunu babaların, kocaların ve oğulların yarattığı çelişkileri ve kadınların kimi zaman kendilerini baskılayan kurallardan yana olmak zorunda kalışları ile bu kurallara dayanışma yoluyla direnmelerinin ikircikli halini es geçmeden yapıyor. Bu yüzden Salma, kadınların güçlenme ve direniş öykülerinin muazzam bir örneği.
Bahar, Pippa ve Salma’nın hayatlarına yakından bakmak yaşamlarımızı şekillendiren patriyarkal sistemin ortak işleyişini tekrar hatırlamamızı sağlıyor. Kadınların yaşamlarına odaklanan belgesellerin seyircisine sunduğu en güçlü yanlardan biri de bu; farklı dillerde, farklı coğrafyalarda, farklı koşullarda yaşadığımız hayatlarımızın ortak deneyimini yeniden fark etmemizi sağlaması.