Kapatıldığı Hapishaneye Edebiyle Ağlayan Kadın
Aslı Tohumcu
“Kendim olmanın suç olduğu duygusuyla büyüdüm, bir süre sonra her şeyden vicdan azabı duyar, her hareketim için özür diler oldum. Hep, başta annem olmak üzere kendimi insanlara sevdirmek için çabaladım durdum.”
Yazar dostum Aslı’nın hikâyesini anlatmaya çalıştığım yazının, Amargi’nin web sitesinde yayınlanmasından birkaç gün sonra, adını Aslı (!) olarak veren bir okuyucudan telefon aldım. “Yine mi!” diyecektim, tuttum dilimi. Aslı Hanım yazımı okuduğunu ve çok duygulandığını, arkadaş olmasak da, hikâyesini anlatmayı isteyip istemeyeceğimi sordu. Ne yalan söylemeli, kendimi bir parça arzuhalci gibi hissettim; ama söze “Benim bir arkadaş,” diye başlayan ben değil miydim! Öyleyse devam edecektim.
Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde buluştuk; deniz kenarında, etrafı boş masalardan birine yerleşip birer çay söyledik. “Yazar hanımın hikâyesinde beni en çok etkileyen şu kız kardeşlik meselesi oldu,” diyerek girdi söze. “Hep bir şeyleri korumaya çalışmamız gerektiği öğretildi bize. Kızlığımızı korumak, aile itibarımızı korumak, inancımızı korumak, yarın bir gün evlendiğimizde evliliğimizi korumak, ne olursa olsun sükûnetimizi korumak… O kadar ki, sorunlarımızın üstüne basarak yükselir, yücelir korkusuyla kardeşimizle bile paylaşamadık bazı şeyleri, sürekli herkese karşı dik tuttuk kuyruğu… Biraz da bu yüzden sizinle paylaşmak istedim hikayemi.”
Bu yeni Aslı (!) Hanım’ın, kendini hikâyesini anlatmaya hazır hissetmesini beklerken bir sigara yaktım. O da çayından bir yudum alıp suratını buruşturdu. Az önce yudumladığım çayı ben de beğenmediğimden, “Manzara güzel ama çay acı,” deyiverdim.
“Bugünlerde benim için her şey acı,” diye karşılık verip sustu. Bizi tekrar uzun bir sessizliğin beklediğini düşünerek sıkıntılandım. “Az anne dayağı yemedim büyürken. Babamın kırk iki numara Esem terlikleri az inmedi suratıma. Ama annemin küslüğü dayaktan beterdi. Hoşlanmadığı her hareketimde, en az bir hafta konuşmazdı benimle. Abartılı bulabilirsiniz belki ama, bence bir çocuğa verilebilecek en sert, en travmatik cezalardan biri bu,” diye devam etti. “Kendim olmanın suç olduğu duygusuyla büyüdüm, bir süre sonra her şeyden vicdan azabı duyar, her hareketim için özür diler oldum. Hep, başta annem olmak üzere kendimi insanlara sevdirmek için çabaladım durdum. Annemin beni neden ‘başka’ türlü sevmediğini sormam uzun zaman aldı. Bu sorunun cevabınıysa hiç beklemediğim bir anda aldım. Üstelik yüksek sesle dile getirmediğim halde.”
Yanıtı merak ettiysem de, çantasından selpak çıkarıp, ağladığını gören var mı diye etrafa şöyle bir baktıktan sonra gözlerini silmesini bekledim.
“İstenmeyen çocuktum. Annem on altısında ablamı doğurmuş, on dokuzunda da bana hamile kalmış. Kendisi çocuk diye herhalde, istememiş beni doğurmayı. Doktora da gidememiş aldırmak için. O da yabancı bir eczacıdan aldığı haplarla, sonra… içine tel sokarak düşürmeye çalışmış beni. Olmamış. Şimdi pişmanlıkla anlatıyor o günleri ama, bana bütün hayatım boyunca bunun acısını çektirdikten sonra ne fayda… Ben onun pişman olmasını değil, beni dolu dolu sevmesini isterdim.”
“Annelik… kızım Birsen’i kucağıma ilk aldığım an hissettiklerim dünyalara bedel. Bazen sonsuza kadar o anı yaşamak istiyorum. Benim ona, onun da annesi olduğumu bilerek bana sokulduğu o ilk anı.” Muhtemelen o anı tekrar yaşarken bir süre duraksadı. “Neyse, sözü fazla uzattım. Eşime, Birsen’e hamile kaldığım müjdesini verdikten sonra istenmemiş çocukluğumu da paylaştım, uzun uzun. Eşim de benim gibi öğretmen. O felsefe, ben edebiyat… İkimiz de çok okuruz. Muhalefet ettiğimiz şeyler ortaktır; politik olarak da, toplumsal hayat anlamında da. Ailelerin, hatta çoğu zaman okul yönetiminin öğrencilerimize yaklaşımını eleştiririz. Eşim hakkında soruşturma açılmışlığı bile vardır. Ben çocukluğumun, biraz da unutmak için dile getirmediğim bazı anlarını da onunla paylaşınca, ikimiz de öncellikle psikolojik olarak kaldırabileceğimizden fazla çocuk sahibi olmamaya karar verdik.”
Bu noktada durup benden bir sigara istedi, sigarayı yakacakken vazgeçti. Elini karnına götürüp bir süre durdu. Şeytan dürttü, hamile olup olmadığını sordum. Hamileydi. İçimden bir ses, ilk çocukları doğduğunda karı koca birbirlerine hevesle verdikleri sözün kocası tarafından bozulduğunu söylüyordu. Yine de eşinin hamileliğinden haberdar olup olmadığını sordum.
“Biliyor,” dedi. “Benim evlilik anlayışıma sığmaz ya, dilim tutulsaydı da söylemeseydim. Demokratlığını, karşımızdakilerin düşüncelerine saygı göstermemiz, herkese bir tercih hakkı vermemiz gerektiğini her fırsatta dile getiren kocamdan… Bana sormasını beklerdim. Sormasını. Ne istediğimi sormasını. Sormadı ama. Ailelerimize anlatırken de sormadı. Dostlarımıza anlatırken de. O etrafta ‘Ailemiz büyüyor,’ diye gülüp oynarken, ben etrafımda daralan çembere baka baka ağlıyorum…” derken kendini daha fazla tutamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Karşımda çocuk gibi ağlayan kırk iki yaşındaki, iki buçuk aylık hamile bu kadına bakarken bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyin istemediği bir şeyin kendisine dayatılması olduğunu düşündüm. Bir çocuk yetiştirmek gençken bile yeterince zorken, şimdi iyice zor olacaktı onun için. O yoldan bir kez geçmişti, çok da keyif almıştı kızını büyütmekten, ama şimdi bir kez daha…
Okulda dersteyken, otobüsle eve ya da işe gidip gelirken, akrabalarla akşam yemeğinde ya da uykuya dalarken… sürekli bu ‘dayatma’yı düşünüp gözyaşlarına boğuluyordu. Kocasından ayrılabilirdi, ama artık hamile olduğunu herkes bildiğinden, o çocuğu aldırmak onu bütün tanıdıklarının gözünde kötü duruma düşürecekti. Kimine göre günahkâr, kimine göre acımasız olacaktı. Kızı Birsen’in ne hissedeceğini ise hayal bile edemiyordu. Elini bir kez daha karnına götürdü.
“Beni yargılamadığınızı sanıyorum ama yine de söylemem gerek; karnımdaki bu çocuğu seviyorum. Hatta o kadar seviyorum ki, onu büyütürken sabır gösteremeyeceğimden, vazgeçmek zorunda kalacağım şeylerin acısını ona çektireceğimden, doğurmayı istemiyorum onu. İstemeden de olsa ona kendi çocukluğumu yaşatacağım korkusundan doğurmak istemiyorum. Şimdi… çocuğum yaşayacak ama işte ben… bu zihniyete karşı gelmeyi başaramadığım için bir anlamda öleceğim.” Acı bir kahkaha atıp, “Hoş, karşı gelseydim de ölecektim ya!” diye ekledi.
Sustu. Ben zaten epeycedir sadece dinliyordum. Birden ikimiz de aynı anda, “Dertlerimizi denize atsak…” deyiverdik. Birbirimize bakıp gülümsedik. Bunları bana anlatmanın ona iyi gelip gelmediğini merak ettim. Yakın bildiği, kendisini anladığını düşündüğü arkadaşlarının bile kürtaj yaptırmayı istemesini kınadığını söyleyince, sormasam daha iyi olurdu sanki diye düşündüm.
Karnındaki çocuğu doğuracak, eğrisiyle doğrusuyla bir şekilde büyütecekti. Bu masal da burda bitti diye düşündüm. Bize yutturulan bütün masallar gibi aptal bir şekilde bitti. Hesabı isteyip biraz yürümeyi önerecektim ki, “En fenası ne biliyor musunuz,” dedi. “O çocuğu doğuracağım, seveceğim, onda mümkün olduğunca az yara açarak büyütmeye çalışacağım onu ama… en fenası… tekrar eve kapanmak, beni aştığını düşündüğüm o emeği sarfedecek olmak değil… Bir daha kocama dokunamayacak olmam, çünkü ona zerre güvenim kalmadı.”
Bu cümleden sonra, dışardan bakıldığında, bir masanın iki ucundan birbirinin ellerine uzanmış, sessizce ağlayan iki kadındık. Aslı’nın kapatıldığı hapishanesine edepleriyle ağlayan iki kadın.