Mağduru Korumak
Toros Güneş Esgün
Hasina Bibi, kendisine tecavüz eden akrabasının salıverilmesini protesto etmek için bir kafese girdi. Hasina, aslında tecavüzcünün kapatılması gerektiğini düşündüğü kafese kendini hapsederek fail ve mağdur arasındaki ilişkiyi ters yüz etmişti.
Geçtiğimiz aylarda Pakistan’da 13 yaşında bir kız çocuğu, Hasina Bibi, kendisine tecavüz eden akrabasının salıverilmesini protesto etmek için kendini annesiyle beraber bir kafese kapattı. Haberin fotoğrafında kızından birkaç adım geride ve ürkek oturan annenin aksine, keskin gözleri kafesin parmaklıklarını delip geçen bir genç kız vardı. Hasina, aslında tecavüzcünün kapatılması gerektiğini düşündüğü kafese kendini hapsederek fail ve mağdur arasındaki ilişkiyi ters yüz etmişti. “Mağdur”dan beklenilenin aksine üzgün ve güçsüz görünmüyordu. Birilerine, uğradığı adaletsizliği anlatmak için kendini hapsetmesi, adeta cevap beklediği eril hukukun aslında faili değil, mağduru kapattığının ve failin değil mağdurun özgürlüğünü çaldığının bir temsiliydi.
Butler’ın gösterdiği gibi, hukuk kadınları birer hukuk öznesi olarak kurarken, bunu “koruma” saikiyle yapar. Bu yüzden hukukun adaletsizliğine karşı yine hukukun kendisinden adalet talep etmek, “mağdur”un mağduriyete mahkûm edilmesiyle, “koruma” niyetiyle daha çok hapsedilmesiyle sonuçlanır. Keza, hukukun ilgisinin suçludan mağdura kayması ve böylece “mağdurun suça yol açacak özelliklerini araştıran” viktimolojiyi icadı, Hasina’nın temsil ettiği hal ile doğrudan ilişkili. Şiddeti engellemektense şiddete maruz bırakılanı kısıtlamayı daha kolay bir yol olarak seçen hukuk, koşullar ne olursa olsun mağdurun suçunu sabitler; mağdur tahrikçidir, korkusuzdur, temkinsizdir, en iyi ihtimalle dikkatsizdir ve bu yüzden başına gelenlerin sorumlusudur. Ortada bir adaletsizlik varsa bunun sebebi fail değil aynı zamanda mağdurdur. Adeta yağmura şemsiyesiz çıkan birinin yağmurda ıslanışına şaşırılmadığı kadar doğallaşır şiddet. Bu söylem yaygınlaştıkça; tecavüze uğrayan kadın “açık giyinmekle”, kocası tarafından öldürülen kadın “boşanmak istemekle” suçlanır. Giderek sadece kadına yönelik şiddet değil, her şiddet vakası bu mantığın içine hapsedilir. Sokağa çıkmanın kendisi şiddete sebep olarak görüldükçe, alanlarımız daralır. Hukuk, “su testisi su yolunda kırılır” söylemi üzerinden bir el çabukluğuyla sorunu mağdurun korunamaması olarak belirler. Mağdur, kendini koruyamayan ama korunmaya muhtaç bir şeydir. Bir kere kendini korumaya, üzgün olmamaya, hayatına devam etmeye başladı mı o anda mağdur olmaktan çıkar ancak bununla beraber artık maruz kaldığı durumun bir adaletsizlik olduğu da yadsınır. Mağdur ya güçsüz ve korumaya muhtaçtır ya da ortada bir adaletsizlik yoktur.
İşlenen her yeni kadın cinayetinin ardından sıkça atılan bir gazete manşeti vardır: “Devlet koruyamadı”. Oysa devlet zaten sürekli koruma halindedir ve nasihat verir; kadınlar öldürülmemek istiyorlarsa boşanmamalı ve en az üç çocuk doğurmalı, tacizin azalması için kızlı – erkekli kalınmamalı, homofobi cinayetlerinin önlenmesi için eşcinseller tedavi edilmelidir. Devlet her koruma girişiminde mağdur addettiği grubun alanını biraz daha daraltır. Son bir ay içerisinde artan çocuk cinayetleri karşısında verilen nasihatler de benzerdir; bir yandan çocuklara çığlık atmaları salık verilirken aynı anda cinayetlerin sebebi ergenlik yaşının düşmesine bağlanır. Schmitt’in dediği gibi koruma ve itaat arasında kopmaz bir bağ vardır. Korunan boyunduruk altına alınandır.
Eğer hukuk, kadınları hukuk öznesi kıldığı anda onu “mağdur” kategorisine hapsediyor ve koruma amacıyla özgürlüğünü daraltıyorsa, feminist politika hukuk mücadelesinden vaz mı geçmelidir? Hukuki mücadelenin kadının güçlenmesine fayda sağlayacağını savunan MacKinnon’ı okuyunca, hukuk yoluyla güçlenmeye yapılan vurgunun kadınları çok daha kırılgan varlıklar olarak resmettiği fark edilebilir. Kadınlar hukuktan daha fazla hak ve şiddete karşı daha fazla ceza talep ettikçe, güçleneceği yerde mağdurlaşır ve böylece daha çok tutsaklaşır.
Hukuktan medet ummaktan vazgeçildiği anda ise kadınların kendi adalet mekanizmaları devreye girer; tecavüzcüsünün başını kesen köylü kadın, çocuklarını ve kendini korumak için şiddet gördüğü eşini öldüren anne… Beklenilenin aksine mağdur rolüne sığınıp yas tutmak yerine, öç duygusu ile adalet isteğini tatmin etmek ve bu yolla güç kazanmak bu kadar çok acıdan sonra yadırgatıcı bir yol değildir belki, ama şiddeti sonlandıran bir yol olmadığı da açık. Zira eril şiddetin sebebi, basitçe cezasızlıkta gizli değil… Faillerin, şiddet yoluyla kazandıklarını düşündükleri güç, onlar için kendi özgürlüklerinden ve yaşamlarından çok daha değerli… Bu böyle olmaya devam ettikçe, ne cezaların artması ne de şiddete şiddet ile karşılık vermek anlık bir rahatlamadan başka bir işe yaramıyor ve her gün yeni cinayetler işlenmeye devam ediyor.
Ceza ya da öç alma ikilemine hapsolmadan, öncelikle şiddetin etkilerinden kadınların tek başlarına değil hep beraber çıkabilmesi ve gündelik hayatlarında bir dönüşümü gerçekleştirebilmeleri önemlidir. Yaşadığı travmaları bir anda unutup yalnız başına mücadele etme zorunluluğu, “her şeye rağmen” güçlü olma zorunluluğu, “mağdur”u yeni bir yetersizlik duygusuna hapseder. Herkes sorumluluktan azade yaşarken, şiddete maruz kalan kişi, herkes gibi olmamak, her şeyi unutmak, yalnız başına düşe kalka var olmak zorundadır, bunu yapamadığında devletin korumasına muhtaç hale gelecektir. Bunun bilincinde olmak başka bir şeydir, tek başına baş etmek için tüm hayatını vakfetmek başka bir şey…
Toplumsal koşullar değişmediği sürece şiddet karşısında kadının her şeyi silerek yalnız başına güçlü olmasını beklemek dayanışmanın reddidir. Bu yüzden kadınların eril şiddete karşı duran tüm kesimlerle beraber dayanışma ağları kurması önemlidir. Yaşanılan acıların tekil bireyin acıları değil, toplumsal dinamiklerinden kaynaklanan acılar olduğu ve çözümün de yine beraberce inşa edilebileceği hatırlanmalıdır. Hindistan’daki Gulabi çetesi, yakın zamanda İstanbul’da ve Ankara’da tacize karşı sokağa çıkan semt kadınları, FEMEN ve birbirinden çok farklı kalkış noktalarına sahip olan başka oluşumlar da kadınların kurduğu dayanışma ağlarının önemli örnekleridir. Yaşanılan acıları yadsımadan ve hafifsemeden, gerçeklik ile yüzleşerek “mağdur”, kendisiyle aynı süreçlerden geçen diğer herkes ile beraber yürüdüğü sürece yaşadığı adaletsizliğin karşısında durarak kendini “mağdur” konumundan çıkarabilir, başkasına yönelip, alternatifler yarattıkça gerçek manada güçlenebilir. Yeni bir yaşam alanı açan dayanışmalar, devlet koruması ya da yalnızlık ikileminin dışında çıkarak birlikte olmanın gücünü yakalayabilir.
Mağduriyetin karşısında “yalnız ve güçlü kadın” değil, “kalabalık ve güçlü kadın” var… Kalabalığın içinde ise sadece kadınlar değil, eril şiddete karşı mücadele etme sorumluluğunu taşıyan herkes var…