Etiketler: sayı 25
Mutfak Dedikoduları ile Kocakarı Hikâyeleri Arasında Bir Ses Gezintisi
Hatice Meryem*
Hikâye denilince aklıma ilkin hikâye anlatıcılığı geliyor; hikâye anlatıcılığı denilince de ses. Binlerce yıllık bir ses. İlk tınıları ninniler, uğultular, inleyişler, mırıltılar, tekrarlar olan. Çocukluğumdan beri duyduğum ancak daha yeni yeni keşfettiğim bu sesin daha çok kadınlar aracılığıyla aldığı formlardan bahsedeceğim.
Kendimi şanslı bulurum. Ailemdeki kadınların hemen tamamının usta birer anlatıcı olması münasebetiyle. Bir hayli konuşkandırlar; hatta insanı bıktıracak kadar. Üstelik kendilerini çok beğenir, konuşmayanı hiç sevmezler. Suyun yavaş akanından, insanın sessiz durup yere bakanından korktuklarını söylerler sık sık, sözü gümüş sükûtu altın bulanlara nispet yaparcasına.
Hemen hepsi sıkı birer mutfak dedikoducusudur. Soğan kavururken, aşure kaynatırken dedikodunun hasını yaparlar. Alt kattaki komşunun yıkayıp astığı çamaşırın sapsarı kaldığından girer, üst kattaki komşunun oğlunun itliğinden, yan komşuda yedikleri kısırın bulgurunun diş kıracak kadar çiğ kaldığından çıkarlar. Kim hangi düğünde ne takmış, kim pazarın akşam saatine ayakları sırtına vura vura koşturuyormuş, kim gizli gizli para biriktirip yazlık ev yaptırıyormuş…
Çocukken en sevdiğim şey hamaratça çalışan bu kadınların sesini duymak için mutfağa kulak kesilmekti. Çevrelerindeki insanlar ve olaylar hakkında yaptıkları makul ya da aşırı yorumlar gerçekten de hem bilgilendirici hem de zenginleştiriciydi. Bu konuşmalar sırasında sesleri de tuhaflaşır, kâh fısıltıya dönüşür kâh küçük çığlıklarla bezenir; böylece gündelik hayatın sıkıcı monoton sesini sert bir rüzgâr gibi önüne katıp götürürdü. Buna ‘hikâyenin yapı bozucu sesi’ diyelim.
İsrail’de Muhafazakar Baskı ve Kadın Hakları
Duygu Atlas
Yahudilik için en kutsal yer sayılan Ağlama Duvarı’nda bile (kadınlara ayrılan bölümün küçüklüğü bir yana), kadınların sesli bir şekilde dua etmeleri ya da herhangi bir dini kutlama düzenlemeleri yasak. Bu yasağı kırmaya çalışan ve hapis cezaları ile bile karşılaşan Nashot HaKotel (Duvarın Kadınları) örgütü, yıllardır eşitliğe dayalı bir kutsal mekân için mücadele veriyor.
Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerinde kadın haklarının durumu ve tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakıldıktan sonra zehir içerek intihar eden Faslı Amina Filali olayında olduğu gibi acı veren örnekleri, bu coğrafyanın maalesef çokça bilinen bir konusu. Peki, kadın-erkek eşitliğiyle övünen, daha 1969 yılında kendine kadın bir başbakan seçmiş, kadınların parti liderliğinden Yüksek Mahkeme başkanlığına kadar önemli pozisyonlara geldiği ve gelmeye devam ettiği, seks suçlarına en ağır cezaları veren (ki eski cumhurbaşkanları tecavüzden hapiste) ülkelerden biri olan İsrail’de neler oluyor?
Son dönemlerde İsrail, uzun süredir göz ardı etmiş olduğu bir konuyu, Haredim olarak bilinen ultra-Ortodoks Yahudiler’in toplumsal ve siyasal alandaki yerini tartışıyor. Bu konuyu böylesine meteorik bir şekilde gündeme taşıyan ise Harediler’in kamusal alanda kadınlara karşı yürüttüğü, giderek artan ve radikalleşen ayrımcılık vakaları.
Annemin 12 Eylül’ü
Emel Uzun
Onca yıldan sonra önemli tabii sembolik de olsa 12 Eylül’ü konuşabiliyor olmak ama o değil de, annemin 12 Eylül’ünün hesabını kim soracak? Örgütlü değil, bu işlere hiç girmemiş, hapis, gözaltı olayı yok… Resmi kayıtlara geçen bir şey yok… Onu anlatan, hatırlayan da yok zaten. Annemin hesabı ahrete mi kalıyor?
Her şey iyi hoş, herkes tartışıyor, konuşuyor; 12 Eylül’ün hesabı sorulacak, sorulamaz, yok sorulur da böyle olmaz, bunlara mı kalmış sormak, benim çocuklarım bana bir şey sormaz, beni de yazın ben de soracağım sesleri çıkıyor ağızlardan. Onca yıldan sonra önemli tabii sembolik de olsa bunu konuşabiliyor olmak ama o değil de, annemin 12 Eylül’ünün hesabını kim soracak? Örgütlü değil, bu işlere hiç girmemiş, hapis, gözaltı olayı yok… Resmi kayıtlara geçen bir şey yok… Onu anlatan, hatırlayan da yok zaten. Başvuracak resmi bir makam olmadığına göre, annemin hesabı ahrete kalıyor. Ama o kadar da sessiz kalmasın, anneme yakışmaz. Dilim döndüğünce ben bir ses vereyim istedim. Annem anlatsa komik olurdu, komik anlatır o hep. Ama ben anlatınca, bir de tabii anlatılan anne olunca biraz acıklı oluyor. Kaçınılmaz.
Kaybedenler Klübünün Çocuk Üyeleri
Elif Key
Biz her cenazede bir başka hesaplaşmanın yaşandığı bir memleket anından mola alıp kaybettiklerimize vedaya koşuyor, hayatta kalanlarla o molada oturup, memleketin içine düştüğü toplu cenaze namazını konuşurken buluyoruz kendimizi…
‘70’lerde doğan kadroya bugünlerde yanaşın ve bir soru sorun: “Nasıl, bu yaşı sevdin mi?” Türkiye İstatistik Kurumu değilim, onlar kadar net bir oran veremem ama yüzde 90’ına kefilim, yanıtı “Sevemedim, ağır geldi” diyecektir.
Gerçi şimdi “TUİK” dedim, onların son günlerde sık sık kamuoyunun bilgisine sunduğu istatistiklerin de bizim gezegende, bizimle beraber nefes alıp veren insanlara sorularak ortaya çıkarıldığını da sanmıyorum.
Çuval, Kedi ve Gullüm: Lubunyaların Tarihi
Zeynep Ceren Eren
Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği’nin dokuz trans kadınla yaptığı sözlü tarih çalışmasından oluşan kitap, 80’lerde Lubunya Olmak, Türkiyeli LGBT bireylerin kişisel tarihleri üzerinden memleket tarihinin izini sürüyor. 80 darbesinin sıklıkla konuşulduğu şu günlerde, darbeyi bir de böylesi tanıklıklar üzerinden okumak daha derin, alternatif ve aşağıdan bir tarih yazımının kapısını aralıyor. Önsözde kitabın -yapılan ilk çalışma olduğu için- eksiklikleri olduğundan bahsedilse de, dokuz kadının tanıklığı darbe dönemini, sonrasını ve bugünü anlamak, geçen otuz yılı çok da duyulmayan seslerden dinlemek için elzem.
Anlatılan hayatları birbiri ardına okuduğunuzda, darbenin ve yarattığı koşulların bu kadınların hayatlarının tatlarını daha da acılaştırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorsunuz. Darbe süreci hali hazırda çetin yaşam ve çalışma koşullarına sahip LGBT bireyler için maruz kaldıkları ayrımcılığı, hak ihlallerini ikiye katlıyor, asker/polis şiddeti, baskısı, işkencesi katmerleniyor.
Bir yaşam alanı olan Abanoz Sokağı’nın 1978’de İstanbul Asayiş Şube Emniyet Amirliği’ne getirilen Saadettin Tantan tarafından boşaltılmasını bir milat olarak almak mümkün. Yeni mevki olan Dolapdere’de de barındırılmayan bir sürü trans kadın, el yordamıyla başka illere çalışmaya gider. Kalanlarsa sokaklarda çalışmak zorundadır artık. Zira seks işçiliği yapacak alan kalmamaktadır, çalışma alanı bir seyyar geneleve dönüşmüştür. Bu arada başka bir seyyarlık başlar; 84, 85’li yıllarda daha önce uygulanmayan Fuhuş Beyannamesi tekrar hayata geçer. Bu beyanname ile bulunduğu kentte fuhuş yapan birini kent dışına sürme uygulaması başlar. Günlerce meşhur işkence evi Sansaryan Han’ında gözaltında tutulan trans kadınlar İstanbul’dan zorla banliyö trenlerine ve otobüslere bindirilir, İstanbul dışına çeşitli şehirlere, kasabalara sürülürler. Aşağı atlamak ve geri dönebilmek için trenin yavaşlamasını fırsat bilirler.