Etiketler: söyleşi
“Kadının yazısız tarihi bir mücadele tarihidir!”
Kampüsün Cadılarıyla Röportaj
Işıl Kurnaz
“Ben yürümüyorum Füsun, cadde yürüyor
Bir cadı olduğumu burdan anlıyorum”
Didem Madak,Büyümüş Çocuk Şiiri
Bir süredir kampüslerde bir ses duyuluyor. Sesini çıkarırken aynı anda dişlerini ve tırnaklarını da gösteren; cinsiyet kodlarını alaşağı ederken, makbul kadınlığı cadılığa tahvil eden; bilinç yükseltme çalışmalarını kamusallaştırırken, o kamusal mekânı kadın sözüyle sil baştan yaratan ve sesleri çoğalan, seslerini çoğaltan kadınlar onlar, yani Kampüs Cadıları…
Onlar, ses çıkarıyorlar. Sonra sesleri yankılanıyor…Hem alternatif gündem yaratıyorlar, hem de gösterişsiz ama haklı bir kavgaya tutuşuyorlar. Mertliği, erkeklere bırakmayacak kadar inatçılar. Yeşilçam’dan çalalım: “Güzel oldukları kadar cüretkârlar” da yani!
Evet, kampüsün cadılarına kulak verdik bu sefer. Süpürgeyi ortalığın tozunu almak için değil, biraz da tozu dumana katmak için elimize alalım diye. Ya süpürgeye binip gökyüzüne uçalım, ya süpürgeden inip onu, ismi lazım değillerin kafasına geçiriverelim diye. Biraz da Bandista’nın şarkısını mırıldandık bu arada; diyordu ki: “Ne sokakta/ ne meydanda/ ne kampüste/ ne yolda/ özgürlük içinde/ özgürlük seninle özgürlük/ özgürlük sen nerdeysen orada!”
Cadılığı deşmekle başlamak istiyorum biraz. Cadılık, sanırım ne sadece cadılarla ilgili ne de mitolojiyle. İtalyan feminist Silvia Federici [1], cadılığın anlamının tüm kadınlara doğru nasıl genişlediğini anlatıyor meselâ: Kâfir kadın, şifacı kadın, ebe kadın, itaatsiz kadın, tek başına yaşamaya cüret eden kadın, efendinin yemeğine zehir katan ve kölelerin isyanına ilham veren büyücü kadın… Bu kadınların hepsi topyekûn cadı olup çıkıyor. Verili olanın makbul olduğu bu yerde, nasıl oldu da kötücül anlamlarıyla yüklü “cadılık” hâlini tersine çevirebilmeyi, onu asıl taşıyıcısı olan kadınlarla tekrar ortak edebilmeyi başardınız?
Bizler üniversiteli genç kadınlar olarak bir araya geldiğimizde ismimizin ne olacağına dair uzunca kafa yorduk. Kadının özgürleşme mücadelesinin tarihine baktık ve orada “cadılar”la tanıştık. Ortaçağ’da kilise monarşisinin erkek egemen politikalarına direnen kadınların; ebe, doktor, eczacı, isyankâr, laf dinlemeyen, başkaldıran kadınların, “cadı”, “büyücü” gibi sıfatlarla yakıldığı, katledildiği bir dönem var. Laf söz dinlemeyen, öğretilmiş kadınlık rollerini kabul etmeyen, başkaldıran, isyan eden kadınlarla bütünleşmiş bir sıfattır “cadılık”…
Bugün artık kadın özgürlük mücadelesi, nefsi müdafaa mücadelesi aşamasına gelmiştir!
Figen Yüksekdağ’la Röportaj (II. Bölüm)
Özge Kelekçi, Meral Akbaş
Röportajımızın ilk bölümünün yayımlanmasının ardından geçen sürede yine Figen Yüksekdağ’dan alıntılayacak olursak “en” eşiğinde geçirdik günleri… Acıların ve direnişin eşiğinde… Kadın seslerinin eşiğinde… Tüm siyaset alanlarını ve dillerini kesen ve ama aşan, yeniden yaratan kadın seslerinin içinde… Çok “basit”, yalın, çıplak ve yine Yüksekdağ’ın deyimiyle “basitliğiyle derin, çarpıcı, siyasal ve fiziksel alanlardan taşan ses”lerle…: “Evinin yıkılmış duvarlarını, tank atışlarıyla, top atışlarıyla yıkılan evlerinin, duvarlarının enkazlarını, tuğlalarını taş taş, parça parça toplayıp barikatlara dönüştürüyor şu an Kürt kadınları. Bu Kürt kadınlarının hareketinin dili yani. O kadar yalın, o kadar sade, o kadar kendisi, o kadar haklı ki… Politik savaşın içerisindeki kadınların tavırları, söylemleri ön plana çıkıyor ama bizim çok fazla konuşmadığımız başka bir mesele var. Evinin içinde, yaşamın içinde, mahallede, okulda, iş yerinde, sokakta direnen kadınlar var yani. Bu, çok derin ve çarpıcı bir direniş.”
Sonra… HES’lere karşı mücadele eden o nice güngörmüş kadınların, Berkin’in annesinin, Rakel Dink’in ses(ler)inden konuşuyoruz. Suruç’un ve Ankara’nın kadınlarının adları, sesleri doluyor odaya, içimize.
Tabular, Korkular ve Kadınlar
Senem Donatan
Zehra İpşiroğlu’nun son kitabı ”Tabular, Korkular ve Kadınlar” Temmuz 2015’te E Yayınlarından çıktı. Ilık bir Eylül günü kitap üzerine söyleşi yapmak için, Eylem Ejder’le birlikte Zehra Hoca’nın evine gittik. Zehra Hoca sadece kitabının oluşum sürecini ve içeriğini değil, hayata ve toplumsal cinsiyete dair meraklarını, sorularını da paylaştı bizimle. Biz ona soru sormak için gitmiştik, ama bir anda kendimizi Zehra Hoca’nın hayata sorduğu sorulara yanıt ararken bulduk. Sohbet sohbeti açtı, muhabbet koyulaştı. Eylem sağ olsun, bu uzun ve keyifli muhabbetin ses kaydını iki günde çözümledi ama benim bu sohbeti kısaltmam, yazıyı derleyip toparlamam iki ayı buldu. Bu gecikmeden dolayı Zehra İpşiroğlu ve Eylem Ejder’den özür dilerim. Sizlere de keyifli okumalar dilerim. Umarım bizim sohbetten aldığımız tadı, siz de okurken duyumsarsınız.
S.D.: Her çalışmanın, kitabın bir oluşum hikâyesi vardır. ”Tabular, Korkular, Kadınlar” kitabının oluşum hikayesini bize anlatır mısınız? Böyle bir kitap hazırlama fikri nasıl ortaya çıktı? Çalışma süreciniz nasıl şekillendi?
Z.İ.: Bunun öncesi var tabii. Öncesi; benim toplumsal cinsiyet üzerine çalışmaya, araştırmaya başlamamla ilgili. Ben bu konuyla ilgilenmeye geç başladım diyebilirim. Aslında içinde büyüdüğüm toplumsal kesimden dolayı kadın olarak ezilmediğimi düşünüyordum, ve bazı şeyleri çok fazla sorgulamak aklımdan geçmiyordu. Ama zaman içinde kendimi, kendi yaşamımı sorgulamaya başladım. Bu bir süreçti tabii.
Neden Ben Sen Olamıyorum: Rebecca Solnit
Açüklama, kaygı ve gizli Budizm aktivisti ve yazar.
Caitlin D.- Çeviren: Melike Ölker
Rebecca Solnit’in çalışmalarına olan aşkım kentsel nezihleştirmenin San Francisco bölgesinin sakinlerini nasıl etkilediğini anlatan kitabı Hollow City’yi okuduğumda başladı. Bunun ardından Wanderlust: A History of Walking adındaki makalelerini topladığı kitabını, bir doğal afetten sonra toplum inşası hakkındaki kitabını (A Paradise Built in Hell: The Extraordinary Communities That Arise in Disaster) ve bir kadın olmanın zorluklarını incelediği sayısız kısa yazılarını bir çırpıda okudum.
Bu makalelerin biri ve daha sonra aynı isimli feminist yazılarının antolojisinde de yer almış olan Men Explain Things to Me’de, Rebecca artık günlük yaşantılarımızda da duyduğumuz bir kelime türetti: mansplaining (Erkeklerin sizin zaten bildiğiniz herhangi bir şeyi bilmediğinizi var sayarak anlatma ihtiyacı duymalarını tanımlıyor. 5Harflilerde yayınlanan bir yazıda kelimenin Türkçe karşılığı olarak açüklama önerildi.) Kesinlikle Rebecca Solnit’in yerinde olmak isterdim, bu yüzden onunla edebiyat dünyasına girmesinin nedenleri ve onu şu anki gibi dişli olmasını sağlayan günlük alışkanlıkları hakkında konuşmak için telefon görüşmesi yapmaktan büyük onur duydum.
CAITLIN: Yazmaya ne zaman başladınız?
REBECCA SOLNIT: Balerin olmak üzere başladığım kariyerimi arkamda bırakarak altı yaşımdayken profesyonel bir yazar olmak istediğime karar verdim. Kısa bir süre kütüphaneci olmak istemiştim ama sonra birinci sınıftayken bazı insanların tüm gün kitaplarla vakit geçirmediğini fark ettim –birileri onları yazmalıydı.
Büyük hayaller kurmak çok kolaydır ama onları gerçekleştirmek biraz daha alengirlidir. Bazen kardeşlerim yazdıklarımı bulur ve onlarla dalga geçerlerdi ben de bu yüzden evden ayrılana kadar pek fazla yazmadım. Liseye gitmedim çünkü ortaokul gerçekten tam bir ıstıraptı. Küçüktüm, sıskaydım, kötü giyinirdim, kıyafet alacak param yoktu ve sporlarda berbattım yani kusurluydum. Olduğum gibi davrandığım için yıllarca cezalandırılmaya mantıklı bakmıyordum. Alternatif bir ortaokulda iki yıl okuduktan sonra erkenden üniversiteye başladım. Üniversiteden İngilizce’de birinci dereceyle mezun oldum ve şunu fark ettim; artık nasıl okuyacağımı biliyorum ama hâlâ nasıl yazacağımı bilmiyorum. Bu yüzden halk eğitim, tam olarak seni durdurmaya çalışan birilerinden kaçan değil evden ayrılmış biri olarak, benim gibiler için bile oldukça makul fiyatlıyken Berkeley’de gazetecilik okuluna gittim. Evden 17 yaşımdayken ayrıldım. Ailem “Harika, artık büyüdün – kart yollarsın. Biz senin için daha fazla bir şey yapamayız.” dedi.
Neoliberalizm Tam Olarak Nedir?
Çeviren: Funda Karabacak
İklim değişiklikleri, ülkelerin zayıf refah düzeyi, 2008 mali krizi, hızla artan gelir eşitsizliği, politikada yıllardır süren hayal kırıklığı, milyar dolarlık maliyeti olan süper kahraman filmleri ve Tinder – bunlar neoliberalizme atfedilen sorunlardan sadece birkaçı. Ama aslında neoliberalizm nedir? İktisadi bir doktrin mi? Kapitalist yönetici sınıfın intikamı mı? Yoksa daha tehlikelisi mi?
Wendy Brown Undoing the Demos: Neoliberalism’s Stealth Revolution adlı kitabında bu sorunları ve daha fazlasını ele aldı. Brown’ın bu eseri için hem tarihi bir çalışma, hem felsefi bir tez hem de sorunlar üzerinde duran bir araştırma kitabı diyebiliriz. Neoliberalizm üzerine yapılan çalışmaların çok yaygın olmasına rağmen, Undoing the Demos ihmal edilen bir konu olan dünyayı geniş bir pazar olarak görmenin politik sonuçları üzerinde duruyor. Brown’ın vardığı sonuçlar çok katı olmasına rağmen bu sorunlarla daha etkili bir şekilde baş edebilmemizi sağlıyor.
—Timothy Shenk
Timothy Shenk: Undoing the Demos adlı kitabınızın başlangıcında “neoliberalizm” hakkında bir şeyler söylemenin özellikle de sol için bir rutin haline geldiğini belirtirken, kelimenin kendisinin “pek çok anlama gelebilen ve değişken bir ifade” olduğunu yazmışsınız. Sizin neoliberalizm tanımınız nedir?
Wendy Brown: Bu kitapta neoliberalizmi, her şeyin özel bir şekilde “ekonomiye dâhil edildiği” yönetim mantığın dâhilinde ele aldım: Neoliberalizm mantığında insanlar pazarın aktörü haline gelir; herhangi bir alanda yapılan aktiviteler pazara ait olur ve her türlü kişilik (kamu ya da tüzel; kişi, işletme veya devlet) bir şirket nasıl yönetiliyorsa o şekilde yönetilir. Ancak şunu belirtmemiz önemli, bu basitçe her yere yayılan bir metalaşma ya da parasallaşma durumu değildir – bu, sermayenin günlük hayatı değiştirdiğine dair eski Marksist bir tanımdır. Neoliberalizm, öğrenim görmek, birisiyle flörtleşmek ya da alıştırma yapmak gibi paranın belirleyici olmadığı alanlarda bile piyasa çözümlemeleri yapar. Bunları, pazar ölçülerine uydurur; pazar tekniği ve uygulamalarıyla yönetir. Hepsinden önemlisi bireyleri sürekli mevcut ve gelecekteki değerine göre hareket eden insan sermayesi olarak görür.
Aynı zamanda, neoliberalizm finansallaşma dönemine geldiği (ve teşvik edildiği) için, değişime açık olan “pazara açılma” biçimleri ürün ve malların değişimi bir yana bu ürün ya da mallarla ilgili olmayabilir de. Günümüzde bireylerden şirketlere, üniversitelerden devletlere, restoranlardan dergilere pazarın tüm aktörleri peşin kardan ziyade zihinlerinde belirledikleri değerlerini ve gelecekteki bu değerlerini şekillendirecek seviye ve sınıflandırmalarıyla ilgilenmektedir. Hepsi kişisel yatırımları aracılığıyla mevcut ve gelecekteki değerlerini artırarak sermayecilerin ilgisi çekmekle yükümlüdür. Pazarın finansallaşması için kişilerin blog hitini, retweetlerini, Yelp puanlarını, okul derecesini ya da Moody sıralandırmasını yükselterek seviyesini artırması ya da koruması gerekir.
Dedikodunun Sevişme Hali: Genç Kadınlar Deneyimlerini Nasıl Paylaşır?
Nilay Erdem
Seks üzerine başka ufacık bir konuşmadan buraya taşındı bu sohbet. Baktık konuşmaya hevesliymişiz, konuşacak çok şeyimiz varmış… Kantin ortamından, kalabalıktan çekinerek biraz da sansürledik kendimizi. Kadınlar cinsel hayatlarını paylaşır mı, paylaştığında nasıl paylaşır; buna biraz yakından baktık. Hem de birbirimizden çok şey öğrendik. Buyurun, keyifli okumalar!
Nilay: Kadın arkadaşlarınız sizinle deneyimlerini paylaşıyor mu, siz paylaşıyor musunuz? Bu, keyifli, sevdiğiniz bir şey mi?
Burçak: Benim kanayan yaram bu adeta. Konuşmama meselesi hep geriyor beni, çünkü iyi eyvallah ben bir şey yapmaya başladım sıkıntı yok, keşfediyorsun öğreniyorsun falan. Ama doğru mu yapıyorum, daha çok şey yapabilir miyim, ben daha çok zevk alabilir miyim, karşımdaki adama daha çok, başka bir şey yapabilir miyim? Çok az kişiyle konuştum. O da işin zevkli kısmından ziyade, iyiydi kötüydü, canım acıdı, kan geldi… Şimdi ise, ben arkadaşlarımı daha çok konuşmaya teşvik eden kısım oluyorum; nasıldı, öyle miydi böyle miydi? Ama gerginlik de yaratıyor bazen. Daha mahrem bir şey olarak anlıyorlar ama bence bu kadar mahrem olmasına gerek yok! Özellikle hani n’apıyoruz, ne hissediyoruz, n’oluyor; bunları anlamak için…
Nilay: Yani meraktan, öğrenmek için yaptığın bir şey mi yoksa konuşmaktan zevk aldığın için mi?
Burçak: Öğrenmek için yapıyorum ama konuşmaktan da zevk alıyorum, bu çok net :). En başta daha şeydi, bilmiyorum sizde öyle bir kaygı oldu mu, ben başta doğru mu yapıyorum bu işi hissi yaşıyordum.
Hilal: Ne anlamda doğru mu yaşıyorum diye düşündün?
Burçak: Yani daha zevkli olabilir mi, daha bir şey yapabilir miyim?
Hilal: Ben düşünmedim öyle bir şey. Ben daha çok hani doğru mu yapıyorum, yanlış mı yapıyorum? Yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım diye bir şey…
Nilay: Ahlaken bir şey yani?
Hilal: Aynen.
Kadın-Erkek Eşitliği Yanılsaması: Angela McRobbie ile Söyleşi
Çeviri: Biray Anıl Birer
Kadınlar için eşitlik sağlandı mı? Feminizm pek çok amacını gerçekleştirmiş; kadınlar ve erkekler arasındaki bariz eşitsizlikler kaldırılmış gibi görünüyor. Ama gerçekten öyle mi? Goldsmiths Londra Üniversitesi Medya ve İletişim Departmanı’ndan Angela McRobbie araştırmasında bu konuyu inceliyor.
David Edmonds (D.E): Kadın-erkek eşitliği sağlandı mı? Pek çok kişi, eşitlik yolundaki büyük savaşların çoktan verildiğini ve kazanıldığını söylüyor. Bazıları ise feminizmin çok ileri gittiği görüşünde. Goldsmith Koleji’nden sosyolog Angela McRobbie feminizme tepkileri analiz ediyor.
Nigel Warburton (N.W): Angela McRobbie, Social Science Bites’a hoş geldin.
Angela McRobbie (A.M): Merhaba.
N. W: Kadınlar için eşitlik yanılsamasını konuşacağız. Öncelikle bu konuda yaptığın araştırmadan bahsedebilir misin?
A. M: Son 10-15 yılda bir tür kadın-erkek eşitliği yanılsaması oluştu ve ben de bu yanılsamanın oluşma biçimiyle yakından ilgilenmeye başladım. Daha önceki dönemde bir feministin, genç kadınların kesin olarak ayrımcılığa uğradığı ve bariz eşitsizliğin olduğu alanları işaret etmesi daha kolayken şu an farklı bir durum var. Dikkatimi asıl çeken şey, bu durumun nasıl tersine döndüğü. İnsanlar gerçekten kadınların, özellikle genç kadınların bir şekilde eşitlik elde ettiğini düşünüyor. Ben de bir sosyal bilimci olarak bunun üzerine gitmek istedim çünkü ortada şüpheli bir durum vardı.
Kathi Weeks’le Sohbet
Dilan Eren, Cansu Bakar, Ferda Nur Demirci, Derya Özdemir
“Dünyanın sonu üzerine düşünmek, kapitalizmin sonu üzerine düşünmekten daha kolaydır”…
Otonomist feminist literatürden beslenen Kathi Weeks, Mayıs ayında İstanbul’daydı. Biz de Kathi’yi yakalamışken 70’lerde feministlerin ev işine ücret kampanyalarından, otonomistlerin işin reddi stratejisine kadar pek çok konuda kendisiyle sohbet ettik; işten ve cinsiyetin kendisinden özgür bir toplum tahayyülü üzerine konuştuk.
Son kitabınız Çalışma Sorunu yakınca bir zamanda Türkçeye çevrildi ve kapağına da üç mavi yakalı erkek işçi konması tercih edildi*. Biz de bu kapağın aslında hem Türkiye’de işe dair politik tahayyüllerimize hem de sizin tartıştığınız iş-sonrası tahayyüllerine dair çokça şey söylediğini düşündük. Siz ne dersiniz?
Kathi Weeks: Buna verebilecek iki cevabım var. Birincisi, kapakta endüstri işçilerinin kullanılması, uzun süredir devam eden bir problemin, günümüz toplumunda iş durumunu temsil etmedeki yetersizliğimizin bir göstergesi. Bizim bildiğimiz işler aile bireylerimizin, arkadaşlarımız sahip olduğu işler, fakat bu işler her zaman sınıf ve coğrafi bölgeyle sınırlı olabiliyor; bu sebepten günümüzün bir tür iş haritasını çıkarmak oldukça zor. Bu yüzden endüstriyel işçinin işe dair tahayyüllerimizde hala önde gelen imaj olması şaşırtıcı değil.
Bedene İşlenen: Kadın Dövmeciler ve Dövme Sanatı
Hilal Esmer
Nimet Arıkan, 43 yaşında bir dövme sanatçısı. Nimet sadece dövme yapan ve “tarz” olsun diye dövme taşıyan bir kadın değil. O aynı zamanda aktivist ve mücadeleci bir kadın. Kendi deyimiyle ‘…şu sıralar kendini vegan feministler, anarşist feministler ve genel olarak anarşizme yakın hissediyor’. 2010 yılında açtığı dövme stüdyosuna bu yüzden “Amazon Dövme” ismini koymuş. Bu alanda kadınların görünmezliği sorununu bizzat deneyimlediğinden, stüdyosunda yalnızca kadın sanatçıların çalışmasına karar vermiş. (Elbette sözü geçen ‘kadın sanatçılar’ sadece na-trans kadınlardan oluşmuyor.)
Nimet, 1993-19996 yılları arasında siyasi tutuklu olarak 3 yıla yakın cezaevlerinde kalmış. Cezaevindençıktıktan sonra devam eden mahkemesi sonuçlanmış ve Yargıtay eski cezasını bozarak onu 15 yıla mahkum etmiş.
Permakültür Gözüm Açıldı
Sema Aslan
Mimar Yasemen Güreşçioğlu, emekli olduktan sonra dünyayı gezme hayalleri kurarken tanıştığı permakültürün etkisiyle her şeyi bir kenara itip, sonraki kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak isteyenlerin safına geçmiş. Datça’da bir grup permakültür emekçisiyle birlikte pek çoklarımıza neredeyse ütopik gelecek bir yaşam sürüyor; doğadaki yerini bilen ve bu yeri tevazuuyla kabullenen insanların arasında, kimilerine göre çiçek çocuklar gibi, kimilerine göre şehirli acemiliğiyle, kimilerine göreyse tam da olması gerektiği gibi, doğayı hatırlayarak ve dinleyerek yaşıyor.
Siz, permakültürü hem teorik olarak biliyorsunuz hem de uyguluyorsunuz. Nedir permakültür?
Permakültür bir tasarım bilimidir. Tasarım da öğeleri ilişkilendirmektir nihayetinde. Permakültürün amacı, sürdürülebilir bir sistem kurmak. Sürdürülebilir bir sistemin en önemli aşaması dışarıya olan ihtiyacı azaltarak eldeki kaynakları çeşitli şekillerde tekrar üretmek ve kullanmak. Kendi kendini yenileyen, onaran ve üreten bir sistem kurabilmenin yolu, buradan geçiyor. Benim anladığım permakültür, aslında bildiğinizi hatırlama hali.