Tabular, Korkular ve Kadınlar

tabular-korkular-ve-kadinlar20150909160959

Senem Donatan

zehraZehra İpşiroğlu’nun son kitabı ”Tabular, Korkular ve Kadınlar” Temmuz 2015’te E Yayınlarından çıktı. Ilık bir Eylül günü kitap üzerine söyleşi yapmak için, Eylem Ejder’le birlikte Zehra Hoca’nın evine gittik. Zehra Hoca sadece kitabının oluşum sürecini ve içeriğini değil, hayata ve toplumsal cinsiyete dair meraklarını, sorularını da paylaştı bizimle. Biz ona soru sormak için gitmiştik, ama bir anda kendimizi Zehra Hoca’nın hayata sorduğu sorulara yanıt ararken bulduk. Sohbet sohbeti açtı, muhabbet koyulaştı. Eylem sağ olsun, bu uzun ve keyifli muhabbetin ses kaydını iki günde çözümledi ama benim bu sohbeti kısaltmam, yazıyı derleyip toparlamam iki ayı buldu. Bu gecikmeden dolayı Zehra İpşiroğlu ve Eylem Ejder’den özür dilerim. Sizlere de keyifli okumalar dilerim. Umarım bizim sohbetten aldığımız tadı, siz de okurken duyumsarsınız. 

S.D.: Her çalışmanın, kitabın bir oluşum hikâyesi vardır. ”Tabular, Korkular, Kadınlar” kitabının oluşum hikayesini bize anlatır mısınız? Böyle bir kitap hazırlama fikri nasıl ortaya çıktı? Çalışma süreciniz nasıl şekillendi?

Z.İ.: Bunun öncesi var tabii. Öncesi; benim toplumsal cinsiyet üzerine çalışmaya, araştırmaya başlamamla ilgili. Ben bu konuyla ilgilenmeye geç başladım diyebilirim. Aslında içinde büyüdüğüm toplumsal kesimden dolayı kadın olarak ezilmediğimi düşünüyordum, ve bazı şeyleri çok fazla sorgulamak aklımdan geçmiyordu. Ama zaman içinde kendimi, kendi yaşamımı sorgulamaya başladım. Bu bir süreçti tabii.

Almanya’dayken göçmen kadınlarla, onların çocuklarıyla sürekli iletişim halindeydim ve onların öykülerini toplamaya başladım. İlk topladığım öyküler, Türkiye kökenli göçmen işçi çocukları üzerineydi. Bu öyküler ”Özgürlük Yolları” adıyla basıldı. Belki bilirsiniz o kitabı; İşçi Edebiyatı Ödülü almıştı. O kitapta çocukların öykülerini toplumsal cinsiyet bağlamında ele aldım. Bir yandan bizim toplumumuzdaki geleneksel yapılanma, ataerkil koşullanma; diğer yandan da Almanya gibi yabancıları kendi içine almak istemeyen modern bir toplum… Çocuklar sıkışmış haldeler. Bu sıkışmışlık benim ilk sorguladığım olgulardan biriydi. Bir sürü öykü toplandı ve onların içinden ben güçlükleri aşıp en başarılı olanları seçip derledim. Ardından ”Aydınlanan Yollar” çalışmasında Kürt kız çocuklarıyla çalıştık. Orada da müthiş bir baskı var: erken yaşta evlendirilme, okula gönderilmeme vb. O kızların koşullarına tanık olunca, onların öykülerini dinleyince ister istemez insanda şöyle bir duygu oluyor: “Aaa, ben çok şanslıyım.” Şanslıyım, ama yine de ben kadın olarak hiç mi ezilmiyorum şu hayatta? Atladığım, görmezden geldiğim, sorgulamadığım ezilme biçimlerine maruz kalmıyor muyum? İşte bu sorular üzerine düşünmeye başlamamla birlikte ”Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak” kitabı şekillendi. Kitap için Zeynep Oral, Ayşe Sarısayın ve daha bir çok kent kökenli arkadaşımdan öykülerini yazmalarını istediğim zaman, hepsi başlangıçta “Evet, tamam, biz bu projede varız, fakat biz ne anlatabiliriz ki? Biz o kadar da ezilmedik ki.” dediler. Oysa kitabı okuyunca fark ediyorsunuz; mesele ezilip ezilmeme değil, mesele bir duruş. O duruşu benimsediğiniz anda birçok şeyi sorgulamaya başlıyorsunuz. Mesela kendi ailenizi sorgulamaya başlıyorsunuz. Bu, zaman zaman sancılı bir hal alabiliyor, çünkü ne kadar az sorgularsanız ilişkiler o kadar iyi gidiyor. Ne kadar çok sorgular, eleştirmeye başlarsanız, her şey daha fazla ortaya dökülüyor. Bence bunların ortaya dökülmesi iyi oldu. ”Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak” kitabının okurlarından bazen şöyle yorumlar aldım: “Aaa, bak şu kadın neler yaşamış yazık!”, “Falancanın öyküsü ne kadar ilginç.”, “Filancanınki çok ilginç değil.” vb. Oysa o kitapta amaçlanan; öykülerin ilginç olması ya da olmaması değildi. Biz, ”Toplumsal cinsiyet açısından yaşamı nasıl tekrar kurgularız?”, ”Kendi hayatlarımıza bu pencereden ne ölçüde bakmaya cesaret edebiliriz?” sorularına cevap aradık o kitapta. Sizin bir şeyleri sorgulamanız için illa kocanızdan, babanızdan dayak yemiş, fiziksel şiddete uğramış olmanız gerekmiyor. Önemli olan; o sorgulama sürecinde insanın kendine dürüst olabilmesi.

tabular-korkular-ve-kadinlar20150909160959

”Tabular, Korkular, Kadınlar” kitabı da yukarıda bahsettiğim sorgulama sürecim boyunca zaman zaman kaleme aldığım deneme yazıları, makaleler ve kısa yazılardan oluşuyor. Onları bir araya getirmek istedim. Tema zaten ortaktı; toplumsal cinsiyet. Bu kitapta benim yaşadıklarıma, gözlemlediklerime, görüşme yaptığım kadınlarla olan birlikteliklerime ve onlarla paylaştıklarıma yer verdim. Tüm bu birikimlerimi düşünsel bir platforma oturtmaya çalıştım.

Siz gençler ne güzel ki, daha erken yaşlarda bu konuyla ilgileniyor, eleştiriyor, sorguluyorsunuz. Benim ise olaylara toplumsal cinsiyet perspektifinden bakmam elli beşimden sonra başladı.

E.E: Bu kitapta sadece önceden yazdığınız makaleler, yazıları mı derlediniz yoksa özel olarak kitap için eklemeler yaptınız mı?

Z.İ.: Kitaptaki yazıları daha önce yazmıştım, fakat önsözde de belirttiğim gibi kitap work in progress yöntemiyle yazıldı. Yani, kitaplaşma aşamasına gelince o yazıları tekrar güncelledim, yeni örneklerle tazeledim. Kitap iki bölümden oluşuyor: İlk bölümde toplumsal cinsiyet bağlamında yaşamdan örneklere yer verdim; kadınlarla birebir diyaloglarımdan bende iz bırakan anları, çağrışımları, tespitleri paylaştım. İkinci bölümde ise edebiyatta, tiyatroda kadının nasıl ele alındığını örneklerle inceledim. Mesela bu kitabımda diğer çalışmalarımdan farklı olarak televizyon dizileri üzerinde durdum. Dizilerde aile teması, toplumsal cinsiyet rolleri nasıl işleniyor? Türkiye’de izlenen televizyon dizilerinin hangileri birtakım ataerkil kodları yeniden kurguluyor ve bunu nasıl yapıyor? Hangileri bunlarla bir hesaplaşma içinde? Bu sorulara yanıt aradım.

S.D.: Kitapta toplumsal cinsiyetle ilgili korkular ve tabulardan bahsederken, içimizdeki “Gizli Polis”e, sizin tabirinizle ”GİPO”ya değiniyorsunuz. GİPO, sizin önceki çalışmalarınızda, örneğin çocuklar için kaleme aldığınız ”Düş Hırsızları” kitabında da karşımıza çıkmıştı. İçimizdeki “Gizli Polis” derken ne kastettiğinizi açabilir misiniz?

Z.İ.: ”Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak” kitabımda kendi otobiyografimi yazarken, diğer bir deyişle kendi yaşamıma toplumsal cinsiyet perspektifinden yeniden bakarken üzerinde düşündüğüm bir şey vardı. Size en basitinden onu örnek verebilirim. Yeni kuşakta nasıl bilmiyorum ama benim çocukluğumda, gençliğimde genç kızlara çok laf atılırdı. Sokakta iki adım atamazdık. Annem, hep “Görmezden gel, duymazdan gel” derdi. Ben de durumdan şikayetçi olan arkadaşlarıma aynı şeyi söylüyordum. “Bakmayın, duymazdan gelin.” Oysa bu erkek egemen bir söylemdi. Sanki bu çok doğal bir şeymiş gibi görmezden, duymazdan gelmeye çalışırdım. Ben bu söylemi içselleştirdiğimin bilincine elli beşimden sonra vardım. Bu çok basit bir örnek. Ama bunun gibi hiç sorgulamadan, gayet doğal olarak kabul ettiğimiz o kadar çok şey var ki… Örneğin; anneler, ”Benim oğlum acayip yaramaz, hiç yerinde durmaz.” diye övünürler ama ”Benim kızım çok yaramaz.” diye övünen anneye pek rastlamazsınız değil mi? Çünkü kız çocukların sakin, uysal olması, erkeklerin ise hareketli, kıpır kıpır olması beklenir. Sanki kızların ve erkeklerin doğası buymuş gibi. Bazı şeyleri doğalı oymuş gibi içselleştiriyoruz. GİPO dediğim bu. Oysa bir kez sorgulamaya başladığınızda, artık birçok şeye farklı bakmaya başlıyorsunuz. Bakışınız değiştikçe hayatınız da değişiyor.

S.D.: Kitabınızda Türkiye Kadın Hareketi içinde az tanınan Seyran Ateş, Serap Çileli, Mukhtar Mai, Necla Kelek gibi kadın hakları savunucularının yaşam öykülerinden kesitlere yer vermişsiniz. Okuyunca her birinin yoğun bir fiziksel, psikolojik şiddete maruz kaldıklarını görüyoruz. Bu öykülerde; şiddete maruz kalmış, ama diğer taraftan bir şekilde bu şiddet sarmalından kendini kurtarmış ve sonunda birer hak savunucusuna dönüşmüş kadınları görüyoruz. Açıkçası rol model olabilmesi açısından Türkiye’nin kadınların kazanımlarını, feminist mücadelelerini ön plana çıkaran böyle öykülere ihtiyacı var. Bu konuda siz gelecek projelerinizde, ”Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak” kitabınızda yaptığınıza benzer bir çalışmayı yukarıda adı geçen isimlerle yapmak ister misiniz? Yani onların kendi özyaşam öykülerini toplumsal cinsiyet perspektifiyle kaleme alacakları bir derleme hazırlamayı düşünür müsünüz?

Z.İ.: Olabilir. Aslında ”Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak” kitabını çıkarttıktan sonra orada hikâyelerini anlatan kadın yazarların bazılarıyla yeniden iletişime geçtim. ”Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak” kitabından ilhamla bir atölye çalışması yapılabilir diye konuştuk onlarla. Toplumun farklı kesimlerinden kadınlar bir araya getirilip herkesin kendi hikâyesini anlatacağı bir çalışma yapılabilir. Çünkü kendi hikâyelerimizi yeniden düşünmeye, kurgulamaya başladığımızda hem bir yüzleşme başlıyor, hem de kaçınılmaz olarak sorgulama. Her kadının buna ihtiyacı var. Sonra annemin hastalığı sebebiyle bu girişime ara vermek zorunda kaldım. Ama tabiî ki bu konuda devam etmek niyetindeyim. Belki bu atölye çalışması sizler gibi Türkiye’de bu konuya duyarlı, araştırmaya istekli gençlerle birlikte düşünülebilir.

E.E.: Bu kitap, tabular ve korkular üzerine bir kitap. Dolayısıyla siz kitabı hazırlarken hep tabu ve korkuları düşünmüşsünüzdür diye tahmin ediyorum. Peki, yazma sürecinizde kendinizde fark ettiğiniz, paylaşmak istediğiniz korku ve tabularınız oldu mu?

Z.İ.: Bir kere en basitinden birtakım şeyleri hiç sorgulamıyordum, sarkıntılık örneğinde anlattığım gibi. Kendim duymazdan gelmeye çalıştığım gibi, bundan rahatsız olan başka arkadaşlarımı da garipsiyordum. “Aman ne var, ne kadar abarttılar”, “duymazdın gelin” diyordum. Demek ki ben birtakım şeyleri tabulaştırmışım, ”Bu böyleymiş” minvalinde kabul etmişim. Bu, bir tür körleşme. Sonra bir vakit, gözünüzdeki o bağı kaldırdığınızda düşünmeye başlıyorsunuz. Yakın tarihimizi düşünün, Cumhuriyet dönemini; Dersim’de Kürtlere yapılanlar, bir taraftan Ermenilere yapılanlar… Demek ki; Cumhuriyet kuşağı olarak biz de bazı şeyleri tabulaştırmış, görmezden gelmişiz. Geçmişte olanlarla daha yeni yeni yüzleşmeye başlıyoruz. Bunu görmek, kabul etmek ve sorgulamak gerekiyor. Son dönemde beni çok etkileyen bir şey oldu. Annem (Nazan İpşiroğlu) doksan iki yaşında, Cumhuriyet’in kurulduğu yıl doğmuş, ve benden daha fazla Cumhuriyet’e bağlı biriydi. Hastalığı esnasında bir gün komaya girdi. Biz “Anne uyan, uyan” diye dua ederken, annem birden uyandı ve “Özgürlük; en önemli şey. Kürtler’e özgürlük!” dedi. Biz çok şaşırdık. Esaslı bir Cumhuriyet kadını olan annemin koma anında böyle bir duyarlılığı ifade etmesi çok etkileyiciydi. Annem körü körüne bir Atatürkçü değildi, bunu söylemiş olması kendi içinde değişim, dönüşüme nasıl izin verdiğinin bir işaretidir.

 

Share Button