Web Özel
Amargi’den VEDA!
Canımızdan sevgili okurlarımız,
Amargi’yi Haziran 2015 sayısından sonra sadece web’de sürdürmeye karar verdik. Bunun için, abonelikleri durduruyoruz.
Aralık, Mart ve Haziran sayılarımız çıkacak ve abonelere gönderilecek. Daha önce abone olmayanlar, bu sayıları kitapçılardan edinebilecekler. Aboneliği Haziran’dan sonra da devam eden okurlarımız, Aralık sayısının içinde bir mektup bulacaklar.
Çok kısa olarak, “yorulduk” diyebiliriz. Daha uzununu dergide yazarız belki.
Aralık sayımızda görüşmek üzere…
Sevgiler,
AmargiDergi
Veda Mektubu
Bu bir veda mektubu.
“Her şeyin bir iç zamanı vardı. Kıpırtının, savruluşun ve durmanın. Her şeyin bir zamanı,” diyor Birgül Oğuz, Hah’ta. Her şeyin bir iç zamanı olduğuna duyduğumuz inanç, sürdürmenin/devam etmenin zaman dışı bir alanda bulunduğunu görmemize vesile oldu.
Zamanın içliğinde kıpırtıyı; savruluşu, bulanık ve alelade olmadığını düşündüğümüz bir savruluşu, olağan olan ve güzellik düşleyen bir savruluşu belleğimize yol eyledik. Şimdi, bu
iç zamanın bize bir “durmak” getirdiğini hissediyoruz. Hiç değilse Amargi’nin iç zamanının bunu getirdiğini… Kırılma, yılgınlığa uğrama, rızasız kalma gibi duyguların bulunmayışı,vedalarımızın kulağına telkari küpedir. Bu küpelere minnettarız. Bizi bir arada tutan her şeye minnettarız. Sevgilere, dostluklara, okurlarımıza ve yazarlarımıza, bölüştürdüğümüz işlere,toplandığımız masalara…
Amargi’nin damağımızda bıraktığı tatla söyleyebiliriz: kadınlar, biz hayata çok güzel şarkılar söyledik, elbette karşılıksız kalmayacak (1). Amargi’yi öpe koklaya bir eylemsizliğe yolculuyoruz. Velhasıl sonlandırıyoruz.
Başka bir kıpırtının iç zamanını duyurarak bizi sürükleyecek bir rüzgara dek hoşça kalmanızı diliyoruz.
Sevgiyle…
Amargiweb Ekibi
(1) Yeditepe İstanbul (2001 yapımı TRT dizisi)
Avon bizle masaya oturacak!
Avon Direnişi’nden Eylem Görgü’yle Röportaj
Meral Akbaş – Burcu Saka
Avon’un Gebze’deki depo fabrikasında haklarını aradıkları, sendikalı oldukları için işten atılan, “Güzelliğimiz gücümüzden, gücümüz direnişten geliyor!” diyerek 22 gündür mücadelelerini sürdüren Avon direnişindeki kadınlardan Eylem Görgü sorularımızı yanıtladı.
Birbirimizden bunu duymaya, güçlü olabileceğimizi birbirimize hatırlatmaya bu kadar ihtiyacımız varken… “Tüm kadın dostlarımız hak gasplarına karşı dimdik dursunlar. Biz de bu güç var!” diyor Eylem… Eylem’den sonra sorularımızı yönelttiğimiz ve sendikada örgütlenme uzmanı olarak çalışan bir başka kadın da şöyle devam ediyor: “Avon’da yaşadıkları hak gasplarına karşı sendikalaşmak isteyen arkadaşlar bizi buldular. Normalde örgütlenme bizlerin işçiye ulaşmasıyla olurken, Avon başından beri çok farklıydı. İçerde çalışan işçiler kendileri bizleri buldu. Kadınlar erkeklere göre çok daha dirençli ve cesurlar. İnandıkları zaman ve bir arada hareket ettiklerinde çok güçlüler. Kadın dayanışmasını sağlıklı bir biçimde kurduğumuz sürece önümüzde hiçbir güç duramaz. Avon direnişindeki sloganımızda da dediğimiz gibi: Güzelliğimiz gücümüzden geliyor. Gücümüz direnişten!”
Yayınladığınız dayanışmaya çağrı metnini şöyle bitiriyorsunuz: “Sizleri sendika üyesi olan ve haklarımız için mücadele eden bizlerin hikâyesini dinlemeye çağırıyoruz”. İsterseniz buradan başlayalım: Avon deposunda çalışan kadınların hikâyesini anlatır mısınız? Ne kadar zamandır çalışıyorsunuz? Çalışma koşullarınız nasıl?
Ben Eylem Görgü. 10 yıldır Avon deposunda sipariş hazırlama biriminde çalışıyorum. Çalışma koşullarım çok ağır. Bundan 1 sene öncesine kadar sabah 7:45’den akşam 22:00’ye kadar çalışıyorduk. Gelen müfettişlere şikayet ederek çalışma saatlerimizi iyileştirebildik. Ne kadar iyi dersiniz artık?! Şu an depoda çoğunluğu kadın işçiler 2 vardiya biçiminde çalışıyorlar. Tüm gün ve gece boyunca ürünleri kolileyerek ve indirip kaldırarak raflara yerleştiriyoruz. Sürekli ayaktayız. Toplamda 2 tane 15 dakikalık çay molası ve de yarım saatlik yemek molası var. Bu kadar fiziksel emek harcadığımız bir işte çevremizdeki şefler de psikolojik olarak bizi yoruyorlar. Paketleri hızlıca hazırlamamız için sürekli baskı altında kalıyoruz. Hem zihnen hem bedenen yorulduğumuz bu işin karşılığı olarak asgari ücret alıyoruz. Hiçbir sosyal hakkımız yok. Ben 10 yıllık emeğimi Avon için harcadım. Tek kuruş zam almadan, karın tokluğuna çalışarak hem de.
Güzelliğimiz Gücümüzden, Gücümüz Direnişten Geliyor
İşten Atılan Avon Depo İşçilerinin Basına ve Kamuoyuna Duyurusudur
Angela’ya kendimize ve ailelerimize daha iyi bir hayat sağlayacak taleplerimize kulak vermesini öneririz:
İşten atmalara son verilsin
Atılan arkadaşlarımız işe geri alınsın
Sendikalaşma hakkımızın önündeki engeller kaldırılsın
Güzelliğimiz gücümüzden, gücümüz dayanışmamızdan gelir!
1886’da ABD’de kurulan AVON, 10 milyar dolar cirosu ile dünyanın en büyük doğrudan satış şirketi. 100’den fazla ülkede 6 milyon “bağımsız kadın satış temsilcisi” var. Bu kadınlar; komşularına, iş arkadaşlarına, sosyal çevrelerine AVON kozmetik ürünlerini satıyorlar. AVON, bağımsız satış temsilcisi ile doğrudan satış modelini, “kadınların güçlenmesini” sağlayan otantik bir iş modeli olarak pazarlıyor.
Son kampanyalarının adı: Bir Amaç İçin Güzellik (The Beauty for a Purpose). Sosyal medya üzerinden, ünlüleri kullanarak, başarı hikayeleri sunuyorlar. Sosyal medyanın bugün üretimi değiştiren ve şekillendiren bir unsur olduğunu, kadın profesyoneller ve girişimcilerin sosyal medyayı aktif bir şekilde kullandığını görüyorlar. Bu nedenle AVON bir “cause-based” yani “amaç temelli” pazarlama stratejisi üzerine kurulu.
“Kadınları güçlendirmek” bir pazarlama stratejisi. Sadece bir slogan!
“Bağımsız satış temsilcisi” dedikleri, güçlendirdiklerini iddia ettikleri kadınlar, çalışma ve tüketim arasındaki ilişkiyi muğlaklaştıran, ürünlerin dağıtımındaki tüm riski kadına yükleyen bir sisteme dahil oluyor. Yani AVON’un doğrudan satış sistemi, günümüzün güvencesiz emek ilişkilerinden daha fazla kar sağlamanın bir yolu.
Dahası, AVON’un üretim, depolama, taşıma süreçlerinde çalışan fazla sayıda kadın ve erkek milyonlarca işçi var. Kadınların kardeşliğinden bahseden AVON, bu işçilerin dayanışmasının ve örgütlenmesinin maliyetine asla katlanmak istemiyor. Çünkü kadınların güçlenmesi, haklarını talep etmesi, sendikalaşması ve güvenceli işler talep etmesi demek.
Diğer yandan, pazarlama stratejisini “kadın güçlendirme” gibi toplumsal bir amaç üzerinden kurarak ve meme kanseri, aile içi şiddetle mücadele gibi sosyal sorumluluk temalarını kullanarak, fabrika içinde ve dışında cinsiyetçi bir şekilde yaptığı kadın emeği sömürüsünü pazarlama ayağında da sürdürüyor.
Kadın Yazarlar Romanlarını Neden Günlüğe Dönüştürür?
Jordan Kisner, Çeviri: Özde Çakmak
Yazmayı ciddi bir azimle ele almaya başladığım sırada günlüğün doğası gereği aşağılayıcı bir yazım biçimi olduğu yanılgısına kapıldım. Kızlara has, ağlak ve gayriciddiydi. “Bir günlük yazarı olmaktansa, deneme yazarı ya da roman yazarı olmak yeğdir” diye hükmettim ve ufak asma kilitlerle, ilham verici suluboyalı alıntılarla ilişkilendirilebilecek herhangi bir şeydense bir not defteri tutmanın daha iyi olacağını düşündüm. Hem erkekler hem de kadınlar tarafından yazılan seçkin edebi günlüklerin süregelen geleneğine rağmen günlüğe karşı duyulan bu bir parça cinsiyetçi nefret yaygın biçimde paylaşılıyor gibiydi. En azından bana önerilen her üç kitaptan birinin ya bir kadının günlüğü ya da bir kadın hakkında veya bir kadın tarafından yazılmış ve bir şekilde anatomisi günlükvari nitelikte kitaplar olduğu zamanlara dek, bu böyle görünüyordu. Merak içinde işe koyuldum ve kimsenin kendi günlükleriyle yapmak istemediği bir şeyi yaptım: Yeniden okudum.
Bir şey hakkında düpedüz yanılmak çoğunlukla eğlencelidir. Kadın günlüklerinin mevcut akışı, biçimle ilgili her kibiri öylesine etraflıca ve neşeyle alaşağı ediyordu ki bu yıkımın kendisi eğlenceliydi. Özellikle Heidi Julavits’in The Folded Clock’unu [Kırık Saat, 2015], Sarah Manguso’nun Ongoingness’ını [Devam Eden: Bir Günlüğün Sonu, 2015], Maggie Nelson’ın The Argonauts’ını [Argonotlar, 2015], Jenny Offill’ın Dept. of Speculation’ını [2014], Sheila Heti’nin How Should a Person Be [Bir Kişi Nasıl Olmalı?, 2010] ve Amy Fusselman’ın 8: Unbelievable, All True’sunu [8: İnanılmaz, Hepsi Doğru, 2007] düşünüyorum. (Bir süre daha saymaya devam edebilirim…)
Bu kitaplar, eleştirmenler ve okurlar tarafından berbat ya da teşhirci olarak değerlendirilerek saf dışı edilmiyorlar; güzel, edebi türleri bükücü ve resmen maceracı oldukları için – haklı olarak – göklere çıkartılıyorlardı. Bu kadınlar günlüklerini hep olduğu gibi, keskin, korkusuz, samimi, entelektüel ve kişisel gözüpekliğin ideal birleşiminden oluşacak şekilde yineleyerek, aynı şekilde yeniden yazıyorlardı.
Bu kitaplar ve yazarlarla ilgili bariz benzerlikler var. Hepsi otuz ve kırklı yaşların sonlarında, hepsi beyaz, evli ve (Heti’nin dışında) hepsi de anne. Her bir kadın, doğrudan ya da dolaylı olarak, zamana dair bir kaygıya karşılık yazıyor gibi görünüyor. “Başından beri günlüğün işe yaramadığını biliyordum” diyor yazar Manguso, Ongoingness [Devam Eden: Bir Günlüğün Sonu] adlı kitabında; “ama yazmayı bırakamıyordum. Zamanın içinde kaybolmaktan kaçınmak için daha iyi bir yol düşünemiyordum”. Bu, yeni bir kaygı değil. Tutulamayanı tutma teşebbüsü olarak günlük tutmak, eski bir alışkanlık. “Ben olmak nasılmış hatırla. Asıl mesele her zaman budur” diye yazıyor Joan Didion, On Keeping A Notebook [Bir Defter Tutmak Üzerine, 1968] adlı kitabında.
Büyücü Gerçekti Mesela…
Hande Ertınas
Selva Almada ile yollarımızın kesişmesi Ankara’dan eski bir dostum ve aynı zamanda Amargi gönüllüsü olan Zeynep Ceren’in beni bulup “Sizin oralardan Arjantinli bir kadın yazar, Selva Almada’nın “ChicasMuertas / Ölü Kızlar” kitabı Türkçe’ye çevrildi. Bir röportaj yapmak mümkün müdür kendisiyle sence?” teklifi ile oldu. Hemen El Ateneo kitabevine koşarak kitabın orijinalini satın aldım. Elimde fosforlu kalemlerim, notlarımı yazacağım ayrı defterim, okurken aklıma gelen sorular için ufak sarı postitlerim ile hazırlıklarımı kısa sürede tamamlamıştım. Lakin ilk kez ciddi anlamda İspanyolca bir roman okuduğumu farkına varınca kendi kendime “iyi okuyorsun ama bu hızla kaç seneye biter acaba kitap” demeye başladım. Çok hızlı olamadığım aşikârdı. Evrenin güzel enerjilerinin Amargi, Selva, Zeynep Ceren ve bana yardım edeceği tutmuş olacak ki aynı tarihlerde bir arkadaşımızın kuzenleri Buenos Aires’e tatile gelirken Ölü Kızlar’ın Türkçe çevirisini bana getirdiler. Şimdi bir elimde ayna bir elimde cımbız çift koldan İspanyolca Türkçe karşılaştırmalı ışık hızına çıkabilmiştim.
Ana adında iç mimar bir arkadaşım Selva’nın edebiyat atölyesine gitmeye başladığından bahsetti benzer zamanlarda. Şansa inanırım ama bu sefer mekanizma daha enteresan işliyordu. Bizim bu konuşmamızdan az bir zaman önce Selva’nın e-mail adresine yazmış ama cevap ihtimalinin düşük olacağını sandığım için Ana’dan gelecek olan bilgiyi bekliyordum. Ve Selva beni şaşkına çevirir hız ve samimiyette cevap yazmıştı. Röportaj teklifinin onu çok heyecanlandırdığını ve hemen buluşabileceğimizi eklemişti.
Röportaj için önce “dilsel akıl karışıklığı” mevzu bahis oldu. Sorular Türkçe-İngilizce hazırlandı. Sonra İspanyolca ilk elden hazırlamak daha iyi dedik. Pek sevgili arkadaşım Camila soruların Arjantinli Arjantinli olup olmadığını kontrol etti ☺ Soruları önce e-mail ile gönderdim. Cevaplar geldikten sonra ise her şeyin üzerine güzel bir “cafeconleche” (Arjantin’in ünlü sütlü kahvesi) ile kutlarız dedik. “Merienda” (akşam üzeri çayı) için akşam Buenos Aires’in enfes “medialuna”larının kokusu sinmiş (bir tür kruvasan; tatlı ve tuzlu iki çeşidi bulunuyor) cafelerinden birinde yüz yüze tanışmak için buluştuk.
Selva Almada Arjantin, Entre Rios 1973 doğumlu. Buenos Aires’e taşınalı henüz birkaç sene olmuş. Kısa öykü, şiir kitabı ve roman yazıyor. Kitabı hakkında kendisi ile röportaj yapacağımı söylediğim birçok Arjantinli arkadaşım, ilk romanı “El Vientoque Arrasa”dan övgü ile bahsetti. Bir an önce Türkçe’ye çevrilmesini bekliyorum kendi adıma.
Anneannem ve Madam Manik
Seda Yılmaz
Anneannem ellerime iyi bakmamı tembihlerdi hep. “Eldivensiz iş yapma sakın” derdi. İş dediği, ömrünü vakfettiği ev işleri. Eski Yugoslavya’nın Prizren şehrinde başlayan, ailesiyle birlikte göç ettiği Nazilli’de, ardından da İstanbul’da süren yaşamının kim bilir kaç gününü mutfakta yemek pişirerek, çamaşırları çitileyerek geçirdi? Tertemiz yaptığı halıları, camları, parkeleri gösterip, maharetlerini sergilediğinde yüzünde muzaffer bir ifade olurdu. “Aman anane!” derdim, “Benim ilgimi çekmiyor bunlar. Boşuna didiniyorsun.” Şimdi anlıyorum; yegâne varoluş sebebiymiş mum gibi ütülenmiş çamaşırlar, ocakta devamlı kaynayan yemekler, çamaşır suyuyla kar gibi beyazlatılmış perdeler… Ölmeden bir yıl önce kanser tedavisi görürken ellerini uzatıp, “Karardılar baksana. Kemoterapi bozdu ellerimi” demişti. Artık ne yemek pişirmek istiyordu, ne de çamaşır yıkayıp asmak. Yılların yükünü sırtlanan elleri mecburiyetlerden yılmıştı belli ki. Geçmişi anlatır dururdu. Aynı geçmişi bir de ellerinden dinleyebilseydim keşke. Çünkü insanın ağzından dökülen sözcükler, iç dünyasında yaşadıklarına tercüman olmaktan uzaktır çoğunlukla. Belki tam da bu sebepten ötürü Manik Manukyan’ın elleri, gördüğüm andan itibaren günlerce zihnimde asılı kaldı. Bir Ermeni’nin acısını görmek demekti onlara bakmak. Soykırımdan kaçan ve kurtulan bir Ermeni’nin…
Elem görmemiş el yoktur elbet. Ancak Madam Manik’in kırış kırış ellerinde, doğduğu topraklardan koparılmış, zorunlu göç ve kıyıma maruz kalmış bir halkın yaşadıklarının canlı tanığı olmanın elemi var sanki. 1910’da Silivri’de dünyaya gelmiş Madam Manik.
Aşkta Kimse Hükümdar Değil
Lauren Berlant ve Michael Hardt’la Söyleşi
Heather Davis & Paige Sarlin
Çeviren: Simge Sargın
Mayıs 2011’de Banff Sanat Merkezi’nde Research in Culture programının açılışı sebebiyle düzenlenen “On the Commons; or, Believing-Feeling-Acting Together” etkinliğinde öğretim üyesi misafirimiz Laurent Berlant ve Michael Hardt’la bir araya gelerek onlara aşkı politik bir kavram olarak nasıl kullandıklarını sorduk. Her ikisi de aşk tabirini bağımsız toplumsal ve öznel oluşumlar aracılığıyla düşünerek politik söylemi yıkmak için kullanıyor. Her iki düşünür için de aşk, değişen toplumsal imgeleri anlamaya yarayan kolektif bir dönüşüm aracı. Fakat bunun nasıl gerçekleştiği konusunda iki düşünürün görüşleri farklılaşıyor. Michael Hardt, Banff’ta Marx hakkında verdiği bir derste toplumsalı düzenlemek amacıyla paranın ya da mülkün yerine aşkın konulması ile yeni toplumsal ve politik tasarıların oluşturulabileceğini öne sürdü. Daha da genellersek, Hardt, aşkın ontolojik açıdan kurucu ya da üretici bir güç olarak pozisyonundan bahsetti. Lauren Berlant ise aşkın tanımını yaparken onun hayatlarımızı altüst eden ve kendimizi aşmamıza kapı aralayan yönlerine odaklanıyor. Bu yüzden Berlant’a göre, aşk ve iyimserlik kavramları bazı zorluklar ve toplumsal değişiklik yaratmayı içeren yatırımları ön plana alır, henüz bilmediğimiz ama işlerin iyi gideceğini ümit ettiğimiz bir dünyaya olan bağlılığı inşa eder. Tüm röportaj boyunca Berlant ve Hardt birbirlerinin iddiaları arasında, çeşitlilik ve uyumsuzluk modelleri aracılığıyla bir tür ilişkisellik örgütlediler. Böylece queer topluluklardan neo-anarşist düzenlere kadar uzanan toplumsal değişim aktörlerinin aktivist projelerini yansıtmak, ortaya koymak ve teşvik etmek için konuştular. Hemen arkalarındaki pencereyi çerçeveleyen dağ manzarası ile birlikte, bu iki muhteşem düşünürün birbirleriyle sohbetini izlemek nefes kesiciydi. Birbirlerinin fikirleri arasında gidip gelmeleri, fikirlerini açıklamaları ve birbirlerine karşıt düşünceler oluşturmaları, entelektüel zenginliklerinin, diyaloglarının ve ortak çabalarının bir kanıtıydı.
“Müebbeden” Bir Susmanın Hikâyesi
Şükûfe Nihal’in Yaşamöyküsü Üzerine
[1896-24 Eylül 1973]
L. Gülden Treske
2008 yılında anaakım ulusal televizyon kanallarında yayımlanan bir ev tekstili markasının reklam filminde bir kadın, mutluluk içinde şarkılar söyleyerek evinin odalarını geziyor; perdelerini, çarşaflarını, örtülerini seviyor; havlu ve bornozları kokluyor:
“Monoton diyorlar hayatıma / Hadi oradan canım / Perdeme bakarım ben
Renklenir günüm hemen / Severim nevresimi / Deseni anlatır beni
Bakma ona göremezsin / Yatak örtüm duvak gibi / Evimde mutluyum ben
Yok hiçbir şeye değişmem / Evimde mutluyum ben
Havluları katlarım / Bornozları koklarım / Ruhuma yer açarım
Bak elimde tacım / Buraların sultanıyım / Taç bende taç bende
Evimde mutluyum ben…”
“Mutluluk” olarak tanımlanan bu ev içi hayata, Şükûfe Nihal, yetmiş sekiz yıl öncesinden, şiirleriyle isyan ediyor:
“Bu yumuşak yastıklar bana taştan da katı!
Kefen soğukluğu var beyaz örtülerimde.” [1]
Sepideh Farsi ile Red Rose Üzerine
Melike Ölker
Matematik eğitimi almak için Fransa’ya giden ve orada yaşamaya başlayan Tahran doğumlu yönetmen Sepideh Farsi, uzun yıllar fotoğrafçılık yaptıktan sonra kısa filmler ve belgeseller yapmaya başladı. Başta Toronto Film Festivali olmak üzere uluslararası pek çok festivalde gösterilen ve büyük beğeni toplayan Red Rose filmi ile adını daha geniş çevrelere duyuran Farsi, bu filmiyle İran’ın politik meselelerini de arka planına alarak bir kadın ve bir erkeğin ilişkisini aktarıyor beyazperdeye. Kurmaca bir öyküyü gerçek bir hikâye ile besleyen filmde Sara adında genç bir kadın ile orta yaşlardaki Ali’nin, 2009 yılındaki seçimlerin hemen ardından tüm İran’da patlak veren Yeşil Hareket olarak bilinen protestoların arasında başlayan samimi, derin ve tutkulu ilişkilerine tanık oluyoruz. Atina’da İranlı oyuncularla çekilen Red Rose’da Yeşil Hareket protestolarının cep telefonlarından kaydedilmiş görüntülerinin kullanılmış olması da hikâyeyi kavuran ve gerçekliğini yoğunlaştıran bir etken olarak karşılıyor izleyiciyi.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali aracılığıyla ülkemizde de izleme şansına eriştiğimiz bu başarılı yapımın yönetmeni ve ortak senaristi Sepideh Farsi ile filmi ve İran politikası ile ilgili kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Yılda bir kez de olsa ülkesini ziyaret eden Farsi, bu cesur filminden sonra İran’a bir daha dönemeyeceğine emin; ancak söylemek istediklerini yüksek bir sesle ve açıkça söylemekten asla pişman olmadığının, olmayacağının da altını çiziyor.
Filmlerinizdeki ana temalarınızı sorarak başlamak istiyorum. Özellikle “kimlik” kavramını sormam gerekiyor. Filmlerinizdeki ana temalardan birinin kimlik olduğunu ya da bu kimlik kavramının bireyler veya bireysellik üzerinden İran politikasını yansıttığını söyleyebilir miyiz?
Bence her bir sanat eserinde kişisel unsurlar her zaman vardır ancak daha az görünürdürler.
Bir süre önce İran’ı terk edip yurt dışında yaşamaya başladım. Benim durumumdaki gibi ülkenizi terk ettiğinizde ve onunla aranıza mesafe koyduğunuzda bu kimlik sorunsalı daha kalın bir çizgiye erişiyor, daha da görünür oluyor. Sanırım İran’da değil de yurt dışında yaşadığım ve oralarda film yaptığım için bunu daha da görünür kılıyorum; haksızlıkları, araştırmalarımı ve bu kimlik sorunsalını daha da açık bir şekilde yansıtabiliyorum. Tabii ki taşı İran’a atmam gerekiyor ve tabii ki bu da bir şekilde politikaya bağlanıyor. Çünkü benim neslim, özellikle de benim neslim, devrimin gerçekleştiği zamanlarda çok gençti. Biz o zamandan beri bu politik hengamenin içinde yaşıyoruz. Bu sebeple de politika çoğumuz için her zaman kimliğimizin bir parçası oldu, kişisel kimliğimizle iç içeydi. Bu filmden filme de değişen bir şey aslında; kimi zaman çok ön planda, çok daha görünür kimi zaman da çok daha gizli. Ama sanıyorum ki her zaman orada bir yerde.
Red Rose özelinde tutku ve politika kavramlarının özel bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Filminizde bu iki kavramı birbirine bağlayan şey nedir?
Politika ve devrim. Devrim hali tutkulu bir haldir. Devrim idealist bir durumdur ve tutkuludur. Bir devrim yapıyorsanız bu bir nevi aşktır aslında. Bu ilginç bir birlikteliktir; toplumun devrimsel ya da isyankâr halleri boyunca imkânsız bir tutku hakkında konuşmakla onun anlamının bir araya getirilebilirliğidir. Paradigma olarak bunun çok ilginç olduğunu düşünüyorum çünkü bir şekilde benzer vaziyetler; ancak biri daha toplumsal seviyedeyken diğeri daha kişisel bir konumdadır ve bu sebeple de onları bir hikâyede bir araya getirmemiz bizim için oldukça ilgi çekici bir konudur.
Bir sonraki projenizin de Yunanistan’da geçeceğinden ve göçmenleri konu alacağından bahsetmiştiniz daha önce. Bu projenizle ilgili daha detaylı bilgi verebilir misiniz?
Tabii ki. O da tutkulu bir hikâye olacak ancak bununla sınırlı kalmayacak. Bu kez bağlantı Ortadoğu ve Avrupa arasında olacak ya da Avrupalı ve yabancı olmanın ne demek olduğuyla ilgili olacak. Çünkü bu bölgeler; Suriye, Türkiye, Yunanistan ve hatta İran birbirine çok yakın bölgeler. Kültür olarak, coğrafik olarak birbirimize çok yakınız. Ancak bu kapkalın sınırlar her şeyin çok uzakta olduğunu düşünmemize neden oluyor.
Ida Panahandeh ile Nahid ve İran Sineması Üzerine
Melike Ölker
Cannes Film Festivali’nin Belli Bir Bakış bölümünde yarışan ve festivalden Avenir ödülüyle dönen Nahid, İranlı yönetmen Ida Panahandeh’in ilk uzun metrajlı sinema filmi. Daha önce pek çok kısa film ve bir de televizyon filmi çekmiş olan yönetmen, Nahid ile eşinden boşanmış ve on yaşındaki oğluyla yaşamını idame ettirmeye çalışan bir kadını anlatıyor. Çocuğunun velayetini yeniden evlenmemesi koşuluyla alan Nahid’in âşık olduğu adamla olan ilişkisi, kendisini büyük bir çıkmaza sokar. Toplumsal baskının ve ahlaki değerlerin içerisinde bir anne ve bir kadın olarak Nahid, derin bir mücadele ile beyazperdeye yansıyor.
İran Sineması’nın son yapımları arasında başarıyla sergilediği duruşu ve yansıttığı güçlü bir kadın profili ile Nahid’i ülkemizde 14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde görme şansına erişebildik. Bu süreçte İstanbul’a gelen Ida Panahandeh ile sizler için kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Daha önceki röportajlarınızın birinde “İkimiz de (ben ve Arsalan Amiri) babalarımızın yokluğuyla büyüdük. Annelerimizin geleneksel İran toplumunda bağımsız birer kadın olarak kendilerini kanıtlama mücadelelerine tanık olduk.” demişsiniz. Nahid özelinde konuşarak bunu Nahid’in annelerinizin mücadelesinin beyazperdeye doğrudan yansımış olduğu şeklinde yorumlayabilir miyiz?
Çok. Nahid karakteri tek başına bir kadının çocuğunu büyütme mücadelesini anlatıyor ve bu benim hayatımda doğrudan olan bir şeydi. Annem de böyle yaşayan bir kadındı. Bundan dolayı da bunun doğrudan filme yansıdığını söyleyebilirim.
Pek çok açıdan bir Avrupa ülkesi kadar kolay değil bu coğrafyada film yapmak. Fakat yine de çok büyük işler çıkıyor Ortadoğu ülkelerinden. Özellikle de İran’da. Buradan hareketle sanatın üzerindeki baskıların, hikâyeden mizaha kadar sanatın pek çok parçasını olumlu bir yönde etkilediğini ve sizi de bu şekilde etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Buna kesinlikle katılıyorum. Eğer o baskılar ve o sistem olmasa ve eğer biz İran’da yönetmenler ve sanatçılar, mesela İsveç gibi bir ülkede olsak belki hiçbirimiz film yapmazdı ya da belki de hiç kimse kendisini bu kadar dışa vurmak için çabalamazdı. Ama öte yanda da “Sanatçılar toplumun aynasıdır.” diye meşhur bir söylem vardır. O yüzden bu baskılar bir şekilde sanatçıları, yönetmenleri zaten o tarafa doğru götürüyor. Konuşmak için, diyalog üretmek için. Bu baskıların dışavurumu, o ayna olabilme durumu için çok etkili.