Feminizm İyidir
Büyücü Gerçekti Mesela…
Hande Ertınas
Selva Almada ile yollarımızın kesişmesi Ankara’dan eski bir dostum ve aynı zamanda Amargi gönüllüsü olan Zeynep Ceren’in beni bulup “Sizin oralardan Arjantinli bir kadın yazar, Selva Almada’nın “ChicasMuertas / Ölü Kızlar” kitabı Türkçe’ye çevrildi. Bir röportaj yapmak mümkün müdür kendisiyle sence?” teklifi ile oldu. Hemen El Ateneo kitabevine koşarak kitabın orijinalini satın aldım. Elimde fosforlu kalemlerim, notlarımı yazacağım ayrı defterim, okurken aklıma gelen sorular için ufak sarı postitlerim ile hazırlıklarımı kısa sürede tamamlamıştım. Lakin ilk kez ciddi anlamda İspanyolca bir roman okuduğumu farkına varınca kendi kendime “iyi okuyorsun ama bu hızla kaç seneye biter acaba kitap” demeye başladım. Çok hızlı olamadığım aşikârdı. Evrenin güzel enerjilerinin Amargi, Selva, Zeynep Ceren ve bana yardım edeceği tutmuş olacak ki aynı tarihlerde bir arkadaşımızın kuzenleri Buenos Aires’e tatile gelirken Ölü Kızlar’ın Türkçe çevirisini bana getirdiler. Şimdi bir elimde ayna bir elimde cımbız çift koldan İspanyolca Türkçe karşılaştırmalı ışık hızına çıkabilmiştim.
Ana adında iç mimar bir arkadaşım Selva’nın edebiyat atölyesine gitmeye başladığından bahsetti benzer zamanlarda. Şansa inanırım ama bu sefer mekanizma daha enteresan işliyordu. Bizim bu konuşmamızdan az bir zaman önce Selva’nın e-mail adresine yazmış ama cevap ihtimalinin düşük olacağını sandığım için Ana’dan gelecek olan bilgiyi bekliyordum. Ve Selva beni şaşkına çevirir hız ve samimiyette cevap yazmıştı. Röportaj teklifinin onu çok heyecanlandırdığını ve hemen buluşabileceğimizi eklemişti.
Röportaj için önce “dilsel akıl karışıklığı” mevzu bahis oldu. Sorular Türkçe-İngilizce hazırlandı. Sonra İspanyolca ilk elden hazırlamak daha iyi dedik. Pek sevgili arkadaşım Camila soruların Arjantinli Arjantinli olup olmadığını kontrol etti ☺ Soruları önce e-mail ile gönderdim. Cevaplar geldikten sonra ise her şeyin üzerine güzel bir “cafeconleche” (Arjantin’in ünlü sütlü kahvesi) ile kutlarız dedik. “Merienda” (akşam üzeri çayı) için akşam Buenos Aires’in enfes “medialuna”larının kokusu sinmiş (bir tür kruvasan; tatlı ve tuzlu iki çeşidi bulunuyor) cafelerinden birinde yüz yüze tanışmak için buluştuk.
Selva Almada Arjantin, Entre Rios 1973 doğumlu. Buenos Aires’e taşınalı henüz birkaç sene olmuş. Kısa öykü, şiir kitabı ve roman yazıyor. Kitabı hakkında kendisi ile röportaj yapacağımı söylediğim birçok Arjantinli arkadaşım, ilk romanı “El Vientoque Arrasa”dan övgü ile bahsetti. Bir an önce Türkçe’ye çevrilmesini bekliyorum kendi adıma.
“Kadının yazısız tarihi bir mücadele tarihidir!”
Kampüsün Cadılarıyla Röportaj
Işıl Kurnaz
“Ben yürümüyorum Füsun, cadde yürüyor
Bir cadı olduğumu burdan anlıyorum”
Didem Madak,Büyümüş Çocuk Şiiri
Bir süredir kampüslerde bir ses duyuluyor. Sesini çıkarırken aynı anda dişlerini ve tırnaklarını da gösteren; cinsiyet kodlarını alaşağı ederken, makbul kadınlığı cadılığa tahvil eden; bilinç yükseltme çalışmalarını kamusallaştırırken, o kamusal mekânı kadın sözüyle sil baştan yaratan ve sesleri çoğalan, seslerini çoğaltan kadınlar onlar, yani Kampüs Cadıları…
Onlar, ses çıkarıyorlar. Sonra sesleri yankılanıyor…Hem alternatif gündem yaratıyorlar, hem de gösterişsiz ama haklı bir kavgaya tutuşuyorlar. Mertliği, erkeklere bırakmayacak kadar inatçılar. Yeşilçam’dan çalalım: “Güzel oldukları kadar cüretkârlar” da yani!
Evet, kampüsün cadılarına kulak verdik bu sefer. Süpürgeyi ortalığın tozunu almak için değil, biraz da tozu dumana katmak için elimize alalım diye. Ya süpürgeye binip gökyüzüne uçalım, ya süpürgeden inip onu, ismi lazım değillerin kafasına geçiriverelim diye. Biraz da Bandista’nın şarkısını mırıldandık bu arada; diyordu ki: “Ne sokakta/ ne meydanda/ ne kampüste/ ne yolda/ özgürlük içinde/ özgürlük seninle özgürlük/ özgürlük sen nerdeysen orada!”
Cadılığı deşmekle başlamak istiyorum biraz. Cadılık, sanırım ne sadece cadılarla ilgili ne de mitolojiyle. İtalyan feminist Silvia Federici [1], cadılığın anlamının tüm kadınlara doğru nasıl genişlediğini anlatıyor meselâ: Kâfir kadın, şifacı kadın, ebe kadın, itaatsiz kadın, tek başına yaşamaya cüret eden kadın, efendinin yemeğine zehir katan ve kölelerin isyanına ilham veren büyücü kadın… Bu kadınların hepsi topyekûn cadı olup çıkıyor. Verili olanın makbul olduğu bu yerde, nasıl oldu da kötücül anlamlarıyla yüklü “cadılık” hâlini tersine çevirebilmeyi, onu asıl taşıyıcısı olan kadınlarla tekrar ortak edebilmeyi başardınız?
Bizler üniversiteli genç kadınlar olarak bir araya geldiğimizde ismimizin ne olacağına dair uzunca kafa yorduk. Kadının özgürleşme mücadelesinin tarihine baktık ve orada “cadılar”la tanıştık. Ortaçağ’da kilise monarşisinin erkek egemen politikalarına direnen kadınların; ebe, doktor, eczacı, isyankâr, laf dinlemeyen, başkaldıran kadınların, “cadı”, “büyücü” gibi sıfatlarla yakıldığı, katledildiği bir dönem var. Laf söz dinlemeyen, öğretilmiş kadınlık rollerini kabul etmeyen, başkaldıran, isyan eden kadınlarla bütünleşmiş bir sıfattır “cadılık”…
Tarihin unuttuğu kadınlar
Seda Yılmaz
“Bilim alanında çalışan kadınların sakal bırakma riskini göze almaları gerekir. Immanuel Kant’ın belirttiği üzere, eğer bir kadın sakal bırakırsa, karşı cins üzerinde kullandığı müthiş gücü, yani cazibesi azalır.”
Feminist karikatürist Jacky Fleming, kendi tabiriyle kadınları tarihin çöp tenekesine tıkmak için ortaya atılan mantık dışı ve absürt fikirleri böyle parodileştiriyor. Fleming, The Trouble with Women (Sorun Kadınlarla İlgili) kitabında, ismi belki de hiç duyulmamış başarılı kadınları bir bir çöplükten çıkarıp okuyucuyla tanıştırıyor. Bu esnada, onların tarihe gömülmesinde elbirliğiyle çalışan erkekleri de anıyor. Mesela, Darwin’in, erkeğin biyolojik olarak kadından üstün olduğu iddiasını karikatürize ediyor. Araştırdıkça, rastladığı tüm kadınları not ederek bir yığın defter doldurduğundan söz ediyor.
Oskar Töreni’ndeki Büyük Şaşkınlık: Yaşa Jenny Beaven!
Ülkü Özakın
Her yıl akademi ödüllerinin verilmesi, filmlerin yarıştığı bir tören olmakla, ünlü kadınların giydiklerinin yarıştığı bir tören olmak arasında gidip gelir. Bu kez, yeteneği tartışılmaz bir kadın ödülünü alırken, diğerleri gibi bir Disney Prensesi olmayı reddettiğinde, erkeklerin yüzerindeki ifade görmeye değerdi.
En iyi kostüm tasarımı ödülünü bu yıl ikinci kez kazanan Jenny Beaven, ödüle aday gösterilen diğer kadınlar gibi, o geceye özel tasarlanmış pahalı bir elbise giymemiş, saçını kuaförde saatlerce oturup mükemmelleştirmemiş, hatta makyajsız gelmişti. Beaven, geceye ödül aldığı filme atıf yapan alışılmadık bir kostümle katıldı. Giydiği sahte deriden, sırtında Mad Max filminden esinlenen, parıltılı kuru kafanın tepesinden çıkan ateş baskılı Marks and Spencer montu, topuksuz ayakkabıları ve bol siyah pantalonuyla, Beaven kendi kıyafetlerini, içinde rahat hareket etme ölçütüne göre seçen bir kadın. Ödülünü almak için sahneye doğru yürüyüşünde, topuklu giymediği için merdivenlerden hızla inişi, rahatça sallanan kolları ve geri dönüp baktıktan sonra başını kaldırıp yürümeye devam etmesi, bu seçiminden duyduğu gururu çok net göstermiyor mu? Harrison Ford, Indiana Jones kostümüyle katılmış olsa büyük sükse yapacakken kadınlara dayatılan elbiseler ne kadar tek tip, hatırlamış olduk.
Feminizmin Sınıfı Kadınlığın Kimliği
Gülnur Elçik
“Bu ülkeye ideolojilerden evvel onların eleştirileri geliyor.” diye bir sitem dinlemiştim yıllar önce. Sanırım bu haksızlıktan en çok nasibini alan, çoğu kez ekşi sözlük kıvamında “ortalamacı” bir dilin eleştirileriyle boğuşmak zorunda kalan hareket, feminizmdir.
“Küreselleşme, emperyalizm kavramlarını konuşmadan kadın hareketini konuşmanın gereksizliği”, “Kimlik siyasetlerinin sınıf çelişkilerinin üzerini örttüğü ve hala açıklayabilirlik değeri taşıyan tek yöntemin sınıf çözümlemesi olduğu”, “erkeklerin de kadınlar kadar özne olarak rol almadığı, özne-özne ilişkisinin gerçekleşmediği bir hareketin dışlayıcı olması itibariyle desteklenemezliği” gibi varsayımlar üzerine oturan siyasi bakışın temelinde feminizmin bir kimlik politikası olmasının eleştirisi bulunuyor. Fakat bu noktada bir kimlik siyaseti olarak feminizmin doğruluk düzeyinin tartışılmasından ziyade hayatı kategorik karşıtlıklar üzerinden algılama sorununun gündeme getirilmesi doğru gibi görünüyor. Çünkü bu kategorik düşünme keskinliği bir yandan her kimlik talebinin birbirine düşmanlıktan beslendiğini öne sürerken diğer yandan özgürlüğü yek bir projesi olan etkinlik hali olarak kurarak özgürleşmeci ideal ve pratiklerin kendi arasında çelişkili olduğu saptamasına yöneliyor. Neticede Feminizm, hiçbir özgürlük-eşitlik idealinin, temelindeki cinsiyetçiliği sorgulamadan ve katılımın eşit hareketinden faydalanmadan özgürleşemeyeceğini hatırlatan “anayol” (1) olarak makul özgürlük versiyonlarından da faydalanarak temeldeki çatlağı işaret ediyor.
Batı’da Akademik Feminizmin Müdahale Arayışları
Gülru Çakmak
Batı’da 1960’ların sonunda ortaya çıkan, 70’lerde tüm gücüyle yayılmaya başlayan ikinci dalga feminizmin en önemli amaçlarından biri kadınları modern homojen kamusal alandan dışlayan ataerkil pratiklere ve toplumsal yapılara karşı durmaktı. Bu karşı duruş, ‘kadın’ kimliğinin, ataerkinin edilgen ve erkeğe bağımlı olarak tanımladığı bir durumdan çıkarılarak, bu kimliği kamusal alanda etkin bir bireylik pozisyonuna taşımayı, bu bağlamda kadınlığı yeniden tanımlamayı amaçlıyordu. 70’lerin Batılı radikal feministleri, canla başla sarıldıkları bu yeniden tanımlama projesinin hedeflediği genel toplumsal değişimin bireylerde başladığına inanıyorlardı. Bu nedenle, kadınlığın yeniden tanımlanması projesini gerçekleştirebilmek için toplu eylemlerin yanısıra kadınların küçük gruplar halinde toplanarak hayatlarını paylaştıkları ve hayatlarındaki radikal politik değişim olasılıklarını tartıştıkları bilinç yükseltme toplantıları bu dönemin toplumsal değişim stratejileri arasında önde gelmişti. 1970’lerden günümüze feminist hareketin tarihi üzerine düşünen Batılı feminist akademisyenler arasında özellikle 90’larda ortaya çıkan bir akım, radikal hareketin günlük hayata dayalı ve günlük hayatı değiştirmeyi amaçlayan feminist bilgi üretimine özlemle ve imrenerek bakar. Çünkü bu erken tarihte feminizm henüz akademik kurumlara, standartlara ve beklentilere uyum sağlamamıştır. Bu yazarlara göre, feminist kuramın ve toplum eleştirisinin sosyal ve insani bilimlere girmesiyle hareket radikal niteliğini kaybetmiş ve feminizm akademik bilgi üretim ve tüketim mekanizmasına kabul edilerek evcilleştirilmiştir (1).
Çirkin Bir Nefret İdeolojisi Olarak Feminizm
Aksu Bora
Feminizmi keşfettiğimde, yirmilerimin başındaydım, seksenlerin ilk yarısı. Kendi kuşağımdan pek çokları gibi ben de siyasetle ilişkimi düşünmekle, yeniden şekillendirmekle meşguldüm. Pek çokları gibi ben de inançların, anlamların, tutumların ne kadar kendimize ait olabileceğini, ne kadar “dışarıdan” geldiğini merak ediyordum- ne de olsa meydanlar dolusu insanla “tek yol devrim” diye bağırdıktan bir kaç yıl sonra seçmenlerin yüzde doksan küsurunun darbeyi onayladığını görmüştüm! Belki de kişisel olan ile toplumsal olan arasındaki ilişki sandığımdan daha karmaşıktı ve iktidarın daha önce bildiğimden farklı tarifleri vardı… İşte, o dönemin yazarları, önce Gramsci sonra Foucault öyle girdi görüş alanıma… Aynı dönemde, hayatıma feministler de girmişti ve şimdiden bakınca tuhaf gelen bir şey yaptığımı fark ediyorum: Bu kadınları biraz egzantrik tipler olarak sevip beğenmek ama feminizmi bir tür İstanbul züppeliği olarak kabul edip kendi meselelerimle ilişkisini kurmamak (Kezban İstanbulda!). Bunda muhtemelen kendi kuşağımdan pek çok kadınla paylaştığım bir tür kadın düşmanlığının payı vardı: akıllı kadınlar öteki kadınlardan farklı, erkeklere daha yakındırlar. İşte, bildiğiniz “ben küçükken hep erkeklerle oynardım, ağaçlara tırmanırdım” hikayeleri.
Neyse, feminizmin benim sorularıma bir cevabının olduğunu farkettiğim nokta, “kişisel olan politiktir” sözü üzerine bu kadınlardan biriyle yaptığımız sohbetti- kendisi hatırlamıyordur bile muhtemelen, ama benim için tam bir aydınlanma anı olmuştu. Bugün de öyle düşünüyorum, feminizm bu tek cümleye sığdırılabilir: Kişisel olan, politiktir! Belki kadınların ezilmesini göre göre kadınlık bilinci geliştirmediğim, feminizmi başka bir can acısından gelerek keşfettiğim için böyle bir sonuca vardım. Aslında tam da tersi: ezilmeyi görebilmem için feminizme ihtiyacım varmış, bütün o “ben erkeklerle kankayım” hikayelerinin anlamını çözebilmem için. Bu bana bir görüş berraklığı sağladığı kadar bazı konuları görmemi de zorlaştırdı galiba. Mesela eski arkadaşlarımdan gelen inanılmaz düşmanca tepkileri (feminist oldum ya!) kendimce siyasi kodlar olarak deşifre etmeye çalıştım uzun zaman. Yahut hiç unutmuyorum, eşcinsel ilişkinin doğaya ihanet olduğu yolunda bir söylevi dinleyip sinirden titremiş ama bunu da bir medeniyetsizlik olarak görmüştüm… Anlaşılan gayet basit, sıradan, dümdüz kadın düşmanlığını ya da homofobiyi gördüğümde tanıyamıyordum! Sonraki yıllarda bunlarla o kadar çok karşılaşınca tabii benim bile görüşümde bir açılma oldu (eskiler buna zihnine küşayiş geldi derler!), hatta o kadar ki, gayet sofistike biçimlerini bile teşhis edebiliyorum artık.
Nesnelliğin Ağırlığını Tanımaya Bir Çağrı
Aksu Bora
Özne-Yapı Gerilimi, Gülnur Acar Savran’ın Beden, Emek, Tarih kitabından iki yıl sonra yayınladığı bir derleme. İlki, münhasıran feminist teorinin içinden, onun kavramlarıyla, onun soru(n)larıyla cebelleşiyordu, ikincisinin odağı Marksizm ve maddecilik. Feminizme dair sadece bir yazıda, “yeni toplumsal hareketler” üzerine olanda bir tartışma var. Ama kitap, dünyayı değiştirmeye çalışan herkesin bir biçimde uğraşmak zorunda olduğu temel bir problemle, özne/yapı gerilimiyle uğraşıyor. Yani, feministlerin (“maddeci” yahut sosyalist olup olmadıklarından bağımsız olarak!) ilgi alanı dışında değil. Savran da feminist teori ve politika ile bu tartışma arasındaki bağı, “feminizm saflarında da hegemonik olan öznelci, tikelci eğilimlerle hesaplaşmak zorunda” kalması üzerinden kuruyor. Yani, bu iki kitap benzer bir kaygıyla, benzer bir öfkeyle yazılmış. Bunu yazarın öfkeyi nezaket ve mizaha saran dilinden duyabiliriz: “Postmodernist teorilerde biteviye sürüp giden bu meşrular ve gayrı meşrular listesi, insanda postmodernizmin neredeyse bir ruh hali olduğu izlenimini uyandırıyor. Bütüncül teoriler karşısında perspektif çokluğunu, evrensellik karşısında yerellik ve tikelliği, hakikat karşısında yorumu ve göreliliği, politika ve etik karşısında estetiği, ideoloji eleştirisi karşısında yapıbozumunu, gerçeklik karşısında imgeleri, temsil karşısında benzetimi (simülasyon), zaman karşısında mekânı, çelişki karşısında farklılıkları, sınıf karşısında kimlikleri, gereklilik karşısında olumsallığı ve kaosu öne çıkaran, bilgiye, akılcılığa, kurtuluş söylemlerine kuşkuyla bakanların paylaştığı, estetize edilmiş bir ruh hali”…
Feminist Kuramın Sorunları
Zeynep Direk
Feminist kuramın tarihi anlatıldığında artık biraz eskimiş ve şu anda gündemimizde olan tartışmaları çok fazla içermeyen bir kategorizasyon dilimize yerleşmiş drumda. Bu anlatıya göre feminizm üç dalgadır: Eşitlik, farklılık ve kimsenin tam adlandıramadığı o üçüncü hal: Karşılaştığımız tekil duruma göre eşitlik ile farklılık arasında bir strateji belirleme kararı, önceden karar verilemezlik diyelim bu üçüncü dalgaya da. Bildiğim kadarıyla bu anlatı ilk kez Kristeva’nın “Kadınların Zamanı” başlıklı ünlü yazısında dile gelir. Ne var ki, eşitlik/farklılık dikotomisine dayalı bu kurgu, feminist kuram içinde meydana gelen olayları ve kavramsal hareketleri açıklamaya yetmiyor. Kanımca feminist kuramın zenginliği onun yeni sorular ve kuramsal tavırlar doğurma gücünden kaynaklanır. Ancak bu soruların nasıl birbirine yol açtığını ve tartışmanın nereden gelip nereye gittiğini de görmeye ihtiyacımız var. Eşitlik/farklılık karşıtlığına göre anlatılan bu kısa feminist kuram tarihi, soyutluğuyla, feminist kuramın kavramsal hareketini görmeyi engelliyor.
Kadın Kadına mı, Feminist Feministe mi?
Yasemin Akış
Geçtiğimiz sayıda Nil Mutluer, “Feminizm kimin için?” başlıklı yazısında, feministlerin şimdiye kadar ortaya koydukları mücadeleyle sadece kadınları değil, erkekler dâhil birçok kişiyi etkilediğine ve insanların ortak çalışma için bir araya gelmesiyle feminizmin herkes için olabileceğine değindi. Feminist hareketin önemli bir bölümüne eşlik etmiş olan feminizmin kimler için olabileceği sorusu, ‘erkekler feminist olabilir mi’ gibi sıkça konuştuğumuz, tartıştığımız, sıkıldığımız, sustuğumuz ve yeni bir gündem sonucu tekrar tartışmaya başladığımız bir mevzuya dokunmakta. Bununla birlikte, son yıllarda daha da belirgin olmaya başlayan bir durum olarak üniversitelerin kadın çalışmaları bölümleri ve diğer sosyal bilim alanlarında feminist teori veya toplumsal cinsiyet çalışmaları yapan erkeklerin sayısının, erkeklik çalışmalarının da ortaya çıkmasıyla daha da artmaya başladığını görmekteyiz.
Bazıları erkeklik çalışmalarını erkeklerin ataerkil sistem karşısında psikolojik olarak yaşadıkları ezilmeyi dillendirip kendilerini ‘sistem mağduru’ gösterecekleri ya da en azından kadınların ezilmişliğine karşılık erkeklerin ‘biz de eziliyoruz’ diyerek feminizmin önemini azaltacağı yeni bir alan düşüncesiyle eleştiriyor. Erkeklik üzerine henüz yeterince çalışma olmasa da şimdilik görünür olan durum, erkeklerin cinsiyetler arası eşitsizliğe dair söz söylenen alanlarda daha çok yer almaya başladığı. Bunu sadece akademi içersinden değil, çeşitli medya kanalları ve sivil toplum kuruluşlarından takip etmek de mümkün. Bu duruma ilişkin verilebilecek farklı tepkiler hâlihazırda mevcut. Bunlardan birkaç tanesi; bu alanda çaba harcayan erkekleri ‘istisna’, ‘özel olarak ilgilenmeyi gerektirmeyecek kadar az sayıda’ veya ‘her şeye rağmen erkek’ kabul ederek mevzu üzerine çok fazla konuşmamak. Nitekim buna benzer tutumlar bizim geçmişten bugüne ‘feminizm kimin için’ sorusunu sormayı bırakmamıza yaramadığı gibi, bir takım çalışmaların (erkeklik çalışmaları vb.) geleceğine ilişkin endişe üretmemize de engel olamadı. Ayrıca dünyada ve Türkiye’de eşcinsel hareketin de erkek egemenliğine karşı eleştirel sorgulamaya girmesi ataerkilliği eleştirmenin daha fazla insan grubu için bir ihtiyaç olduğunu bizlere gösteriyor. Bu sebeple gelişmelere karşı göstereceğimiz tepkinin, ataerkil sisteme ve birçok baskı biçiminin yeniden üreticisi olan kapitalizme karşı verilen mücadelenin sınırlarını genişletmesi ve mücadelede bizi farklı bir yere taşıyacak yeni sorular üretmesi gerekiyor.
Peki, ataerkil sisteme veya erkek egemen yapıya karşı genişleteceğimiz mücadeleden bahsederken yenileyeceğimiz şey sadece sorularımız mı olacak yoksa bu soruları yönelteceğimiz kişilerin alanını da genişletecek miyiz? Başka bir ifadeyle, feminist kadınların bir araya gelerek oluşturduğu alanların kaybolmaması veya bozulmaması için yeni gruplarla oluşabilecek karma çalışmalara karşı mesafe koyacak mıyız? Feminist alanda söz söylemek isteyenlerle oluşacak ortak diyalogun hangi biçimde kurulacağını belirleyecek olanlar yine feminist kadınların kendileri olabilir. Bu sebeple kadınların geçmişte (özellikle sol örgütlenmeler içinde erkeklerle) yaşadığı olumsuz deneyimlere rağmen başka gruplarla şimdi ve gelecekte oluşabilecek yeni, ortak eylemlere kapılarını kapatmaması lâzım. Bunu savunmak elbetteki erkeklerin büyük oranda değiştiği ve kadın örgütlerinin topyekûn karma olması gerektiği gibi bir anlayışa götürmemeli. Özellikle son yıllarda gelişim gösteren erkeklik çalışmalarıyla, erkeklerin ve erkekliklerin tek tip olmadığını daha iyi biliyoruz. Bu sebeple gelecek kazanımlara, tehlikelere veya taleplere karşı hazırlıklı olmak için feminist duruşu tazelemenin önemli olduğunu düşünüyorum.