Annemin Çeyiz Sandığı

sandık2

Nurşen Gülloğlu

Hangi eve taşınırsak taşınalım yatak odasının değişmez eşyasıydı o ceviz sandık. Ceviz miydi acaba, şimdi kararsız kaldım, daha çok meşeye yakındı rengi, kalın bir cila tabakasıyla kaplıydı ve el girebilecek gibi anatomik bir tutamağı vardı. Oda ne kadar dar olursa olsun mutlaka sığdırılırdı bir köşeye; karyola, gardrop, tuvalet masası defalarca değiştiği halde o hep sabit kalırdı. Benim için Alaaddin’in sihirli lambası ya da Ali Baba’nın hazine mağarası gibi gizemli bir şeydi. Elbise dolabı ya da çekmece değildi ki zırt pırt açasın, hem açma ehliyetim yoktu, onu ancak anneler açabilirdi. Babaların bile yaklaşması yasaktı. İçinden bir şey alınacağı zaman heyecandan boğazım kururdu. Annem sandığın önüne diz çöker, törensel bir edayla kaldırırdı ağır sayılabilecek kapağı. İçinden ahşapla naftalin karışımı bir koku yükselir, içeriği daha da esrarlı kılardı. Öyle bir saygılı el hareketiyle alırdı ki annem içindekileri ibadet ediyormuş gibi gelirdi. O zamanlar çok gençti, bense küçük bir çocuk. İçinde annemin genç kızlık hayallerinin, ana evinin sıcaklığının, anılarının, belki de kırılmış umutlarının yattığını düşünemez, sandıktakileri görmek için sabırsızlanır, “haydi, haydi” diye dürterdim biteviye. Belki de acelemin ve heyecanımın nedeni annemin benim doğmadığım zamanlarından bir ipucu ele geçirmekti.

Sandıkta benim için en çarpıcı eşya pembe bir kutuydu. Kalın kartondan yapılmış, üzerine leblebi yiyen dalgalı saçlı, esmer bir kadının resmedildiği, Çorum’dan geldiği alt yanındaki leblebicinin adresinden belli olan orta boy bir kutu. Annem sandığın içindekilere dalmışken fark ettirmeden kutuyu açmış ve üst üste yığılmış bir sürü mektup görmüştüm. Babamın el yazısını tanımış ve müthiş merak etmiştim neler yazdığını. Okumaya hiç muvaffak olamadım, sonraları sandık açma yasağımın sona erdiği zamanlarda aklım kendime yazılmış mektuplara kaymıştı, merakım tekrar hayata geçtiğinde ise gizemli pembe kutu sandıktan yok olmuştu. Hep şaşarım, annem gibi tutucu, romantik gönül hikâyelerinin hayatında pek fazla yer almadığı bir kadının babamın muhtemelen askerden ve onsuz birkaç ayını geçirdiği görev yeri Meriç’ten yazdığı mektupları niye bu kadar uzun süre sakladığına.

Pembe kutunun sırrına erememiştim ama sandıktan çıkan annemin hiç kullanılmamış, zamanla sandık lekeleri oluşmuş çeyizlerine, eski giysilerine, kendimin çocukluk kıyafetlerine bakmaktan büyük zevk alırdım. Bir sabahlık vardı mesela, pembe satenden, pek görkemli bir şey. Dikiş kursunda bizzat dikmiş, işlemiş, su büzgüleriyle, kapitone dikişlerle süslemişti. Bir kere bile üstünde görmedim, ben doğmadan ya da yeni gelinken giydiyse giymiştir, o kadar. Utanırdı annem öyle kadınsı giysilerle ortalık yerde salınmaya. Üzerinde onca emeğin, ince işin olduğu o sabahlık sandık köşesinde ihtiyarlayıp gitti. Sabahlığın takımı, daha ince bir satenden geceliği de vardı, onu bazen yalvar yakar bir süreliğine dışarı alır, üzerime giyip şarkıcılık oynardım. Sonraları gecelik olarak ben giyip eskittim zaten, o sabahlık ablası gibi sandıkta yaşlanmadı sayemde.

Üst sıralarda, mor üstüne sarı dallar işlenmiş bir bohçanın içinde nişanlığı ve gelinliği dururdu. Nişanlığına bayılırdım, bir yüzü pembe, bir yüzü mavi, üzerinde minik çiçekler olan yine satenden bir giysiydi. Elimi kaygan yüzeyinde gezdirir, “Annem bunu şimdi neden giymez ki?” diye düşünürdüm. Gelinlik bohçadan çıkarkense nefesimi tutardım; kendinden desenli, verev etekli, beyaz bir tuvaletti. Duvağı hiç yer etmemiş zihnimde ama kırmızı kurdeleyle bağlı bir yumak gelin telini hiç unutmadım. Her seferinde birkaç tel koparır, o gün bebeklerimden birini mutlaka gelin ederdim. Sandığın kuytu karanlığında uzun süre dinlenen iki giysiden birincisi zaman içinde yastık başına, ikincisinin kocaman verev eteğinin bir kısmı bir aile dostunun oğlunun sünnetinde kardeşim için gelinliğe, bir başka kısmı da bana şık bir bluza dönüşecekti.

Eski giysilere gelirdi sonra sıra; yeşilli-sarılı, belden kloş kaşe paltosu, eski fotoğraflarında gördüğüm kahveli bejli, yarasa kollu kazağı, mavi jilesi, yakası el örgüsü dantelden beyaz bluzu çıkardı ardı ardına. “Bunları niye giymiyorsun?” diye sorardım, gülerdi, “Demode oldu bunlar, hem dar geliyor” derdi. Niye saklardı ki acaba bir daha giymeyeceğini bile bile?

Derken beni güldüren ve sevindiren bebeklik giysilerim dökülürdü ortaya. Çiçekli basmadan büzgülü bir tulum. Fotoğraflarımdan biliyorum, minik bir ayıya benziyorum onu giydiğimde. Annem her seferinde aynı şeyi anlatırdı, bu tulumu giyer, Meriç’de düğün olup davul çaldığında oynamaya başlarmışım, herkes beni izlermiş. Ayıya benzetmekte haksız değilmişim kendimi. Eflatunumsu pembe, askılı bir etek, göğsünde ve etek uçlarında çiçek sepetleri işli, tabii ki annem işlemiş. Ve koleksiyonun en nadide parçası, turuncu üstüne beyaz çiçekli 1 yaş elbisem. Kundak bezleri, kol bezleri, battaniyeler sırayla dizilirdi halının üstüne. Bunların saklanma sebebi hatıra olsun diye miydi, yoksa yeni bir bebek olur da giyer düşüncesiyle miydi, ne sordum, ne merak ettim. Yıllar içinde hepsi bir şekilde yok oldu zaten.

Sandığın diplerine yaklaşırken yatak takımları, kumaşlar, yorgan yüzleri ve annemin işlenmesi yıllar süren ara dantelinin bitmiş parçaları görünürdü. Şimdi o ara danteli kumaşa eklenmiş ve hiç kullanılmamış bir yatak takımı olarak bende duruyor. Sandığım yok ama o da bir çekmecenin içinde yaşlanmakta. Sandığın dibinden patiska ve kola kokusu yükselmeye başladı mı tören sona eriyor demekti. Son bir gayretle niye orada durduğuna akıl erdiremediğim takı kutusuna-altın falan değil, sıradan bijuteri takıları-el atar, kulağımı boynumu doldururdum. Turkuaz rengi süngerden yapılma gül biçimi klipsli küpeler gözdemdi, annemden çok ben takıp sonunda süngerlerini parçalayarak muradıma ermiştim. İçinden çıkanlar yavaş yavaş geri konmaya başlarken kapanış ritüeli olarak pompalı, pembe parfüm şişesini alır, boş oluşuna aldırmadan yüzüme boynuma fısfıs yapar ve gönülsüzce kalkardım sandığın başından.

Annemin orta yaşlarına kadar sandığa gösterilen özen ve içindekiler hep aynı kaldı. Sonraları benim sandığa olan ilgim azalmışken annem içini bana ve kardeşime yaptığı çeyizliklerle doldurmaya başladı. Nikâhıma birkaç gün kala, eşyalarım yeni evime gidecekken sandık bir kez daha törenle açıldı ve içindekiler kardeşimle aramızda paylaştırılmaya başlandı. Kardeşim çok küçüktü ve içinden her çıkan parça, özellikle renkli ve süslü olanlar o kadar hoşuna gidiyordu ki sonunda anneme şöyle bir teklifte bulundu: “Şimdi kapat bu sandığı, ablam işe gidince açarsın, o yokken ben istediklerimi alırım, kalanlar onun olur”.

Share Button