Etiketler: sayı 35
Ona Dair Bildiğim İki Üç Şey*
Bircan Polat
Olduğumdan daha şapşal bir halde, sidik kokulu lise koridorunda dolanıyorum. Büyük umutlarla girmişim buraya, Fransızca öğrenicem, Rimbaud’yu kendi dilinden okucam, şansonlar dinlicem… Reşit olunca bu sahneye şaraplar falan eklenir. Bunlar hayaller. Gerçekler müzik derslerinde şanson yerine “le coq est mort il ne dira plus co co di co co da” (horoz öldü, artık koko di koko da diyemeyecek) çocuk şarkısını söylemekle başladı, baskılar yıldıramadı, devam ediyor, devam edecek.
Beni Affet Huriye!
Dilara Caner
Kadın kahramanlardan bahsedilince, zihnimi yokladım ve taramaya başladım. Belleğimin derinliklerinden Huriye’yi bulup çıkardım. Onu bu kadar derinlere atmış olmanın suçluluğunu duydum sonra da. Bu yazı benim için Huriye’nin gönlünü alma yazısıdır da aynı zamanda. Şimdi hatırlatacağım size, önce filmi, sonra da Huriye’nin kim olduğunu. Senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı, Orhan Aksoy’un yönettiği, başrollerini Gülşen Bubikoğlu ve Tarık Akan’ın paylaştığı, 1975 yapımı bir film “Ah Nerede”. Bana kalırsa filmi de Huriye’yi de biliyorsunuz ama ben camın buğusunu silmek için özetleyeyim.
Filmde üç kardeş üniversite okumak için taşradan İstanbul’a gelirler. Ancak İstanbul’da her biri kendine okumak dışında başka meşgaleler edinir ve daha çok onlara zaman ayırır. Ferit (Tarık Akan) çapkınlık peşinde koşar, diğer iki kardeşten biri kendini kumara verir, diğeri ise örgütlü solcu olur. Bizim esas oğlanımız Ferit olduğu için hemen ona geçiyorum. Ferit sıkı çapkındır. Aynı anda üç kadınla birlikte olmayı ve bu ilişkiler yumağını idare etmeyi başarır. Ta ki Zehra’ya (Gülşen Bubikoğlu) gerçekten aşık olana kadar. Hayatına Zehra girdikten sonra diğer kadınların hiç birini arayıp sormaz ve nihayetinde foyası meydana çıkar. Vaziyet Zehra’nın kulağına gider ve Ferit terk edilir.
Zaman Yolcusu Kadınlar: Phoolan Devi – Haydutlar Kraliçesi
Gülden Treske
Phoolan Devi – Haydutlar Kraliçesi
(10 Ağustos 1963 – 25 Haziran 2001)
“Ne okumam var ne de yazmam, işte öyküm… …
Çoktan ölmüş olmalıydım ama hala yaşıyorum. ” Phoolan Devi
Phoolan Devi 1996 yılında, kendi anlatım ve sözlerinden yazıya dökülen otobiyografisinde “Doğduğumda bir köpekten daha değersizdim, şimdi bir kraliçe oldum.” diyor. Gerçekten de öldürüldüğünde, yaşadığı yer olan Hindistan’dan binlerce kilometre uzaktaki gazeteler bile, “Kraliçe öldü!” diye haberler yaptılar. “Bandit Queen/Haydutlar Kraliçesi” Phoolan Devi, bir öğle saatinde evinin kapısında, üç maskeli silahlının saldırısı ile başına ve vücuduna isabet eden beş kurşunla şöhretine uygun bir şekilde otuz sekiz yıllık hayatına veda etti. Çocukluğundan beri her türlü açlık, şiddet, dayak, taciz, tecavüz, cinayet, dağlarda çetecilik ve hapis hayatına dayanan bedeni; evinin önünde, Parlamentonun sabah oturumu dönüşünde ölüme teslim oldu.
Kadınlar Dayanışma Örüyor!
Zehra Tosun
Birlikte otuz yılı devirmiş dört kadın, dört yakın arkadaş. Hiçbiri şiş tutup ilmek atmaktan daha fazla örgü bilmiyor. Hikâyeleri rengârenk örgü parçalarını birleştirmeleriyle başlıyor. Acemi ilmekler minik battaniyelere dönüşüyor. Ördükleri battaniyeleri çevredeki hastanelere götürüyorlar önce, bebecikler çarşaflara değil de sıcak battaniyelere sarılsınlar diye. Sonra belki ilgilenen birileri çıkar diyerek sosyal medya üzerinden yapıp ettiklerini paylaşıyorlar. Daha bir yıl dolmadan 9200 takipçi, 350’nin üzerinde faal gönüllüleri oluyor. Adını Sevgi Battaniyesi koyuyorlar grubun.
Sayı 35
Feminist Tartışmalar
Ne Olacak Bu Memleketin Hali (9)- Ayile Demek Ne Demek- İfakat, Fitnat, Güzin
Hikâyelerimiz, Feminizmin Hikâyesidir- Demet, Özge, Fatma, Ceren, Melek, Selda, Hüner
Devrim Önce Kadınların Yaşamını Değiştirir (Arzu Demir’le Sohbet) – Hüner Aydın
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Yeni Bir Araç: İstanbul Sözleşmesi- Şehnaz Kıymaz Bahçeci
Şeytana Direnmek Mümkün mü? Angie Zelter ile sohbet – Hilal Demir
Feminist Bir Tarihçilik Mümkün! Leonore Davidoff’un Ardından…
Gülhan Erkaya Balsoy
Davidoff benim için onunla ilk karşılaşmamdan itibaren kadın bir tarihçi olarak, sırt çevrilen tarihsel meseleleri erkeklerden daha farklı bir dil ve üslupla ele almanın mümkün olduğuna dair umudun ve yapma gücünün simgesi oldu.
Leonore Davidoff ismini sanıyorum ilk defa tarih doktorası yapmaya başladığım sene duymuştum. Doktoraya başlamanın heyecanına rağmen tarih benim için oldukça yabancı bir alandı. Ne lisans ne yüksek lisansta tarih okumuştum. Üstelik tarih, doktoraya başlayana kadar öyle çok merak duyduğum, bildiğim bir alan da değildi.
Beni doktora yapmaya iten temel nedenlerden biri sanıyorum o dönem benzer tercihte bulunan pek çok kişi gibi Türkiye’nin ağır krizlerinden biri olan 2001 kriziydi. O zamana kadar, özel ders vermek, tercüme yapmak, kısa dönemli bir proje içinde çalışmak gibi yarı zamanlı işler, benim gibi üniversite mezunu, özel sektörde çalışan ve o zaman genç olan bir kadın için tek başına ayakta durmayı mümkün kılan alternatiflerdi.
Ceplerinde Çakıl Taşları, Saçlarında Rüzgârla
Nuran Çetao
Ceplerinde çakıl taşları, saçlarında rüzgârla, Ouse Irmağı’nda yürüyüp gittin. Elli dokuz yaşındaydın. Londra ateş altında, yıl bin dokuz yüz kırk bir, mevsim bahardı. Bir yonca tarlasına yürüyordun. Clarissa’nın vazoya koyduğu çiçeklerin üzerine düşen, gülerek, sıçrayarak odada dolaşan o altın beneği düşünüyordun; gölgenin ışığı kaplamasını, ışığı özgür bırakmasını, sonra yine ışığı kaplamasını. İçin için yanarken, Londra gibi, güneşli bir yonca tarlasına. Sümbüllerin, güllerin arasından. Zihninde cümleler bir ileri bir geri, rüzgârı rüzgâr yapan bütün ayrıntıları bir sümbülün içinden düşünüyordun. Zıp zıp zıplayarak, saçlarını savurarak güneşli bir yonca tarlasına yürüyordun, ceplerinde çakıl taşları, saçlarında rüzgârla.
O karanlık ülkeyi öyle bilmezdim, öyle yeşilimsi mavi.
Suruç
İlknur Üstün
Aralık 2014 sayısından…
Birbirine benzemez, birbirini tanımaz, bir hırka bir pantolon çıkıp gelmiş insanlar; kadınlar, erkekler. Kimliklerini, apoletlerini, aidiyetlerini saçmıyorlar ortalığa. Bir yanından tutma, paylaşma sorumluluğuyla, duygusuyla, bu zor zamanlara ancak birlikte ve böyle direnileceği inancıyla ordalar.
Suruç, çok kalabalık. Her yer insan. Meydanda daha çok erkekler, yerleşim yerlerinde kadınlar ve çocuklar. Çok insan var, hayal etmek zor, çok insan. Çadırlar, inşaatlar, sokaklar, yollar mesken olmuş insanlara. Kalabalığın yok ettiği değil, kendi kıldığı bir sahiplilik var Suruç’ta. Bunu daha çok belediyeye yaklaşır yaklaşmaz hissediyorum. Kapısında hep ordaymışsınız gibi karşılıyor, ağırlıyor, yardımcı oluyorlar. Çatışma bölgesinin sınırına gelmenin yarattığı gerginlikten bir nebze olsun uzaklaşabiliyorum.
Belediye binasında, gelene, oturana hal hatır soranlar, selam verenler… Milletin vekili, başkanı, desteğe geleni, personeli kim kimdir ayırt edilecek bir hava yok. “Vekil geldi toparlan, başkan geliyor ayağa kalk” seremonisinden azade. Mesele büyük, insanlar da büyük, hiyerarşinin küçüklüklerine takılmıyorlar. Takılsalar n’olacak, Belediye’de otururken gelip selam veren, hatırımızı soranlardan birinin HDP’nin Siverek, diğerinin Urfa milletvekili olduğunu muhabbet sırasında bilmiyoruz.