Edebiyat
Kadın Yazarlar Romanlarını Neden Günlüğe Dönüştürür?
Jordan Kisner, Çeviri: Özde Çakmak
Yazmayı ciddi bir azimle ele almaya başladığım sırada günlüğün doğası gereği aşağılayıcı bir yazım biçimi olduğu yanılgısına kapıldım. Kızlara has, ağlak ve gayriciddiydi. “Bir günlük yazarı olmaktansa, deneme yazarı ya da roman yazarı olmak yeğdir” diye hükmettim ve ufak asma kilitlerle, ilham verici suluboyalı alıntılarla ilişkilendirilebilecek herhangi bir şeydense bir not defteri tutmanın daha iyi olacağını düşündüm. Hem erkekler hem de kadınlar tarafından yazılan seçkin edebi günlüklerin süregelen geleneğine rağmen günlüğe karşı duyulan bu bir parça cinsiyetçi nefret yaygın biçimde paylaşılıyor gibiydi. En azından bana önerilen her üç kitaptan birinin ya bir kadının günlüğü ya da bir kadın hakkında veya bir kadın tarafından yazılmış ve bir şekilde anatomisi günlükvari nitelikte kitaplar olduğu zamanlara dek, bu böyle görünüyordu. Merak içinde işe koyuldum ve kimsenin kendi günlükleriyle yapmak istemediği bir şeyi yaptım: Yeniden okudum.
Bir şey hakkında düpedüz yanılmak çoğunlukla eğlencelidir. Kadın günlüklerinin mevcut akışı, biçimle ilgili her kibiri öylesine etraflıca ve neşeyle alaşağı ediyordu ki bu yıkımın kendisi eğlenceliydi. Özellikle Heidi Julavits’in The Folded Clock’unu [Kırık Saat, 2015], Sarah Manguso’nun Ongoingness’ını [Devam Eden: Bir Günlüğün Sonu, 2015], Maggie Nelson’ın The Argonauts’ını [Argonotlar, 2015], Jenny Offill’ın Dept. of Speculation’ını [2014], Sheila Heti’nin How Should a Person Be [Bir Kişi Nasıl Olmalı?, 2010] ve Amy Fusselman’ın 8: Unbelievable, All True’sunu [8: İnanılmaz, Hepsi Doğru, 2007] düşünüyorum. (Bir süre daha saymaya devam edebilirim…)
Bu kitaplar, eleştirmenler ve okurlar tarafından berbat ya da teşhirci olarak değerlendirilerek saf dışı edilmiyorlar; güzel, edebi türleri bükücü ve resmen maceracı oldukları için – haklı olarak – göklere çıkartılıyorlardı. Bu kadınlar günlüklerini hep olduğu gibi, keskin, korkusuz, samimi, entelektüel ve kişisel gözüpekliğin ideal birleşiminden oluşacak şekilde yineleyerek, aynı şekilde yeniden yazıyorlardı.
Bu kitaplar ve yazarlarla ilgili bariz benzerlikler var. Hepsi otuz ve kırklı yaşların sonlarında, hepsi beyaz, evli ve (Heti’nin dışında) hepsi de anne. Her bir kadın, doğrudan ya da dolaylı olarak, zamana dair bir kaygıya karşılık yazıyor gibi görünüyor. “Başından beri günlüğün işe yaramadığını biliyordum” diyor yazar Manguso, Ongoingness [Devam Eden: Bir Günlüğün Sonu] adlı kitabında; “ama yazmayı bırakamıyordum. Zamanın içinde kaybolmaktan kaçınmak için daha iyi bir yol düşünemiyordum”. Bu, yeni bir kaygı değil. Tutulamayanı tutma teşebbüsü olarak günlük tutmak, eski bir alışkanlık. “Ben olmak nasılmış hatırla. Asıl mesele her zaman budur” diye yazıyor Joan Didion, On Keeping A Notebook [Bir Defter Tutmak Üzerine, 1968] adlı kitabında.
Büyücü Gerçekti Mesela…

Hande Ertınas
Selva Almada ile yollarımızın kesişmesi Ankara’dan eski bir dostum ve aynı zamanda Amargi gönüllüsü olan Zeynep Ceren’in beni bulup “Sizin oralardan Arjantinli bir kadın yazar, Selva Almada’nın “ChicasMuertas / Ölü Kızlar” kitabı Türkçe’ye çevrildi. Bir röportaj yapmak mümkün müdür kendisiyle sence?” teklifi ile oldu. Hemen El Ateneo kitabevine koşarak kitabın orijinalini satın aldım. Elimde fosforlu kalemlerim, notlarımı yazacağım ayrı defterim, okurken aklıma gelen sorular için ufak sarı postitlerim ile hazırlıklarımı kısa sürede tamamlamıştım. Lakin ilk kez ciddi anlamda İspanyolca bir roman okuduğumu farkına varınca kendi kendime “iyi okuyorsun ama bu hızla kaç seneye biter acaba kitap” demeye başladım. Çok hızlı olamadığım aşikârdı. Evrenin güzel enerjilerinin Amargi, Selva, Zeynep Ceren ve bana yardım edeceği tutmuş olacak ki aynı tarihlerde bir arkadaşımızın kuzenleri Buenos Aires’e tatile gelirken Ölü Kızlar’ın Türkçe çevirisini bana getirdiler. Şimdi bir elimde ayna bir elimde cımbız çift koldan İspanyolca Türkçe karşılaştırmalı ışık hızına çıkabilmiştim.
Ana adında iç mimar bir arkadaşım Selva’nın edebiyat atölyesine gitmeye başladığından bahsetti benzer zamanlarda. Şansa inanırım ama bu sefer mekanizma daha enteresan işliyordu. Bizim bu konuşmamızdan az bir zaman önce Selva’nın e-mail adresine yazmış ama cevap ihtimalinin düşük olacağını sandığım için Ana’dan gelecek olan bilgiyi bekliyordum. Ve Selva beni şaşkına çevirir hız ve samimiyette cevap yazmıştı. Röportaj teklifinin onu çok heyecanlandırdığını ve hemen buluşabileceğimizi eklemişti.
Röportaj için önce “dilsel akıl karışıklığı” mevzu bahis oldu. Sorular Türkçe-İngilizce hazırlandı. Sonra İspanyolca ilk elden hazırlamak daha iyi dedik. Pek sevgili arkadaşım Camila soruların Arjantinli Arjantinli olup olmadığını kontrol etti ☺ Soruları önce e-mail ile gönderdim. Cevaplar geldikten sonra ise her şeyin üzerine güzel bir “cafeconleche” (Arjantin’in ünlü sütlü kahvesi) ile kutlarız dedik. “Merienda” (akşam üzeri çayı) için akşam Buenos Aires’in enfes “medialuna”larının kokusu sinmiş (bir tür kruvasan; tatlı ve tuzlu iki çeşidi bulunuyor) cafelerinden birinde yüz yüze tanışmak için buluştuk.
Selva Almada Arjantin, Entre Rios 1973 doğumlu. Buenos Aires’e taşınalı henüz birkaç sene olmuş. Kısa öykü, şiir kitabı ve roman yazıyor. Kitabı hakkında kendisi ile röportaj yapacağımı söylediğim birçok Arjantinli arkadaşım, ilk romanı “El Vientoque Arrasa”dan övgü ile bahsetti. Bir an önce Türkçe’ye çevrilmesini bekliyorum kendi adıma.
Ölüyor Olsam Şarkıyı Dinlemeden Ölmezdim…
Pamuk Yıldız
Aynı sokaklarda yürüdük,
Muhtemelen aynı kitapçılara girdik çıktık, kitaplara baktık.
Aynı belediye başkanları yönetti şehrimizi.
…
O günlerde sık sık zulmün sonu var mı diye düşünürdüm ve sonuna kadar yaşadığımıza inanırdım. Şu günlerde zulmün sonu olmadığını görüyorum ve o günlerden bahsederken içten içe suçlanıyorum.
O günlerde bizi sildiklerine inanıyorlardı, özgür olduğumuzda biz de silindiğimize inandık. Sohbetlerde, günlük kaygılarda, tatil planlarında yoktuk. Bu duygularla yaşamın eteğine yapışıp içine girmeye çalışıyordum.
“Özgür” olduktan sanırım iki ay sonraydı. İnsan Hakları Derneği’nden aileler İstanbul’a, Sultan Ahmet Meydanı’na oturma eylemi için gidiyorlardı. Ben de onlarla gidecek ama onlarla dönmeyecek, İstanbul’da gezecektim. Didar Şensoy’u ilk ve son kez orada gördüm. Didar Abla birden “… Büyü de baban sana / Baskılar işkenceler alacak / Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak / Büyü de / Büyüyüp onyedine geldiğinde / Büyü de baban sana / İdamlar alacak…” diyordu. Meydanda bulunanlar – benim dışımda – ellerini kaldırarak eşlik ediyordu. Büyülendim, dondum, nefesimi tuttum, dinledim. O an vurulsam, şarkının sonuna kadar dinlemeden ölmezdim. Yok saydıkları beni anlatıyordu, Erdal’ı anlatıyordu, oğulları, kadınları anlatıyordu. Büyüyünce babasının işkenceler, idamlar almak zorunda kalacakları anlatıyordu.
Onlar bizi yok saymak istemişlerdi ama onların yok saymalarıyla yok olmuyorduk. Şimdilerde yok saydıklarının yok olamayacağı gibi…
“Bir Kere Daha Okusanıza…”

Şebnem İşigüzel
Geçtiğimiz yazdı: İstanbul’un göbeğinde saçlarımı kestirdim. Pek kötü oldu sormayın. Şimdi uzadı tekrar eskisi gibi. Ama ilk kestirdiğimde tuhaf bir acıyla aynaya bakıp gayri ihtiyari mırıldanmıştım: “Kestim kara saçlarımı ne olacak şimdi?”
İşte o anda bir tatlı sürpriz beni bekliyordu. Hemen arkamda manikür pedikür yaptıran hanımefendi şiirin devamını okudu. Şaşırmıştım. Öyle şaşırmıştım ki bunun saçlarımı kestirdiğim bir rüya olduğunu düşünmüştüm. Bu hafif şaşkınlıktan sonra kendime geldim. Gülten Akın’ın güzelim şiirinin devamının kendi halinde bir berber dükkânında okunacağını nasıl bilebilirdim? Saçlarımı kestirmiş olmam değil ama bunun gerçek olması çok daha güzeldi. “Günün hediyesi” dedim kendi kendime.
Hanımefendi emekli öğretmenmiş. Nar çiçeği rengi ojeler sürdürdü. Torunu gelecekmiş. “Ellerimi çiçeğe durmuş nar ağacı gibi görsün, çok hoşuna gidiyor” dedi. Sordum tabii “Siz de mi şairsiniz?” diye. Değilmiş. “Gülten Akın yazmış yazacağını! Onu okumak yetti bana” dedi. Bunu yolundan alıkoyulmuş gibi söylemedi. Mutlulukla, sevecenlikle söyledi. Özellikle dikkat ettim, sesinin tınısında kıskançlık yoktu. Onun hissettiği her şey bir kadın tarafından çoktan dillendirilmişti. Bunun huzurunu taşıyordu sadece.
Deli kız Gülten…
Pınar Selek
Sanki kuytu sokakların dibinden, kaldırımın alt köşesindeki kırık taştaki delikten geliyordu sesin kulağıma. Deli kız. Ayaklarından zincirlenmiş, mahsene kapatılmış, küçük kâğıtlara yazdığı şiirleri demirlerin arasından bırakan kız.
Rüzgâr o deli türküleri dört bir yana dağıttı ya, delirdik hepimiz. Delirdik, uslandık, şiir okuduk, yine delirdik. Onları dağıtan rüzgâra alıştık biz, çığlığını kuytulardan fırlatan deli kızın nerede olduğunu merak bile etmeden.
Sonra rüzgâr esti, rüzgâr esti, şarkısız, şiirsiz.
Delilik bitti.
Şiir bitti.
Tabular, Korkular ve Kadınlar

Senem Donatan
Zehra İpşiroğlu’nun son kitabı ”Tabular, Korkular ve Kadınlar” Temmuz 2015’te E Yayınlarından çıktı. Ilık bir Eylül günü kitap üzerine söyleşi yapmak için, Eylem Ejder’le birlikte Zehra Hoca’nın evine gittik. Zehra Hoca sadece kitabının oluşum sürecini ve içeriğini değil, hayata ve toplumsal cinsiyete dair meraklarını, sorularını da paylaştı bizimle. Biz ona soru sormak için gitmiştik, ama bir anda kendimizi Zehra Hoca’nın hayata sorduğu sorulara yanıt ararken bulduk. Sohbet sohbeti açtı, muhabbet koyulaştı. Eylem sağ olsun, bu uzun ve keyifli muhabbetin ses kaydını iki günde çözümledi ama benim bu sohbeti kısaltmam, yazıyı derleyip toparlamam iki ayı buldu. Bu gecikmeden dolayı Zehra İpşiroğlu ve Eylem Ejder’den özür dilerim. Sizlere de keyifli okumalar dilerim. Umarım bizim sohbetten aldığımız tadı, siz de okurken duyumsarsınız.
S.D.: Her çalışmanın, kitabın bir oluşum hikâyesi vardır. ”Tabular, Korkular, Kadınlar” kitabının oluşum hikayesini bize anlatır mısınız? Böyle bir kitap hazırlama fikri nasıl ortaya çıktı? Çalışma süreciniz nasıl şekillendi?
Z.İ.: Bunun öncesi var tabii. Öncesi; benim toplumsal cinsiyet üzerine çalışmaya, araştırmaya başlamamla ilgili. Ben bu konuyla ilgilenmeye geç başladım diyebilirim. Aslında içinde büyüdüğüm toplumsal kesimden dolayı kadın olarak ezilmediğimi düşünüyordum, ve bazı şeyleri çok fazla sorgulamak aklımdan geçmiyordu. Ama zaman içinde kendimi, kendi yaşamımı sorgulamaya başladım. Bu bir süreçti tabii.
Küçük Feministin Kitabı ve Uslu Olmanın Tehlikeleri Üzerine

Ezgi Aydın Korkmaz
“Ben benim. Olduğum gibi olmalıyım!”
Bu sloganı Küçük Feministin Kitabı’nda Ebba ve arkadaşları buluyor. Önemli bir mesele değil mi olduğu gibi olabilmesi insanın? Ve bir hayli zor. “Ben” olmak ya da olduğu gibi olmak istemiyor mu insan, ya da olamıyor mu? Olamıyor çokça… Peki kadınlar? Onların tekinsiz olduğuna dair çok evvelden kehanette bulunulmuş, “babanın yasasını” erkek çocuklar gibi rızalarıyla kabullenmemiş, kendisine dayatılarak edinmiş. Yani koptu kopacak bir yama… Ebba’nın hatırlattığı gibi kadın olmak, “ bayan pilot, bayan doktor, bayan hakim” – kadın bile değil- gibi fazladan açıklamalarla tanımlanmak zorunda olmak değil mi zaman zaman? Nedir bu kadar belalı olan kadında? Yapabileceklerinden korkmak biraz da… Ataerkinin ilmek ilmek dokuduğu düzen örgüsünde sökükler görme korkusu belki de: sağlamların, kutsalların sarsılacağından korkmak, daha da ötesi, kadının bizatihi kendisinden korkmak!
Mercan Terlikler
Oktay Rifat’in “Bir Kadının Penceresinden” (1) romanındaki Filiz karakterinin cinsel uyanışı (uyanamayışı) üzerine bir deneme…
Simlâ Sunay
Orhan Koçak, Oktay Rifat şiirinde ‘ev’ olgusunu şöyle tanımlar: “Ev, el değmemiş bir dünyanın şifrelerinden biri olarak korunan bir yer olsa da, korunmak için sığınılan bir mekân değildir. Kendisi korunur, belki korunmak istenir, ama içindekileri koruma gücünden yoksundur.” (2)
Filiz, çocuklarının odasına kızını düşünerek giren ama ilkin oğullarıyla ilgilenen bir ev kadını. Yenilikçi şair, yazar, çevirmen,ressam Oktay Rifat romanında sürekli ‘kent soylu’ olarak tanımlasa da kimsesiz, kökü olmayan bir kadın, Filiz, bir besleme. Hatta yazarı tarafından da hayatı eksik (dar) bırakılmış: “… Öyküdeki çevre… kadın kahramanının dar açısından dışarı taşmamayı yeğlemiş ve gerisini okuyucunun yorumuna bırakmıştır” (s. 11).
Oktay Rifat, 1975 yılını anlattığı 1976’da yayımlanan romanın ilk bölümünde ‘azgelişmiş toplum’ üzerine başlıksız, önsözvari bir metin kaleme alır. Makale diliyle, ironik yazılmış, -romanla bağı düşünüldüğünde- deneysel olan bu metin zamanında çok eleştirilir. Selim İleri’nin savunduğu ama vaktiyle üstada, arkaya alabilirdiniz, diye serzenişte bulunduğu (3) bu bölüm romanın ayrılmaz parçasıdır aslında; roman kahramanları, mahalleli, esnaf ve küçük-orta sınıf kentsoylu aileler, batılılaşma sürüncemesindeki doğulu bir tarihin kurbanları olarak, azgelişmişlikle modernizm kıskacında sıkışmış bireylerden oluşur. “Bir Kadının Dar Penceresinden” gizli alt başlığını bir itiraf gibi taşır aynı zamanda.
Cinsel özgürlüğün yoksunluğunu temel sorun olarak esas alan, ev-kadın arasındaki paradoksu sınıfsal olarak çizerek, ‘Bir kadının, evli ve çocuklu olarak esaret portresi’ niteliğinde, zamanını aşan bir romanı gecikmeli ele alıyoruz. Gereğince analiz edilmemiş kırk yıl ne yazık ki. Oysa, Oğuz Demiralp’e göre erkek egemen bir toplumda bir erkeğin kalkıp kadın açısından roman yazması başlı başına bir olaydır (4).
Usulca savuran öyküler

Sema Aslan
Gaye Boralıoğlu’nun hikâyelerini, romanlarını okuyanların belki de ilk fark edecekleri ayrıntı, yazarın duyma becerisidir. Birbirinden pek farklı hayatları ve sesleri çok iyi duyduğu için olsa gerek, asla uzlaşamayacak gibi duran karakterlerin hepsi, Gaye Boralıoğlu’nun kaleminde bir araya, yan yana gelebiliyor. Bazen şehrin göbeğinden, bazen alt kültür diyebileceğimiz bir coğrafyadan, bazen de tüm dünyanın çeperine itilmiş gibi duran evlerin, odaların içinden konuşur, yazar.
Bu dil zenginliğine de değinmeye çalışarak, “Mübarek Kadınlar”dan söz edeceğim. Kitaptaki hikâyelerin tamamı kadınlar tarafından anlatılmış değil, erkek anlatıcılar da var. Ancak yine de kitap, kadınları anlatan, kadınlar üzerine düşünen hikâyeleri bir araya getiriyor. İçinde, kendi kendine konuşan kadınlar var; mesela “Muamma”, “Mi Hatice”, “Pilavcı Karısı”, “Kara Delik” bu hikâyelerden.
Muallim de Olsa Muharrir de…Go Home Feride!
Melike Koçak
“Sinemada da edebiyatta da kaybedenler, ıssızlaşanlar, aylaklar, tutunamayanlar neden hep erkekler? Biz erk’in diline ve bizim için kurduğu “makbul kadınlık”, “makbul yazar kadın / kadın yazar”lığa bir yerde, bir şekilde kendimizi kaptırmış olabilir miyiz? Erkeklik imgeleriyle uğraşırken kendi dilimizi kurmayı, dilin sunduğu özneleşme imkânlarını kullanmayı ihmal etmiş olabilir miyiz?”
“biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil,
eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün
içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem.
İki yolu var acı çekmenin. Birincisi pek çok kişiye kolay gelir:
cehennemi kabullenmek ve onu göremeyecek kadar onunla bütünleşmek.
İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor;
cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var,
onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”
Italo Calvino, Görünmez Kentler
Cinayetler, katliamlar, tecavüzlerin üzerinde teller, mayınlar, genelgeler, yasalar, baskılar, yasaklarla sınırlar çiziliyor, duvarlar örülüyor. Paradigmalar değişiyor, toplum mühendislerince şekillendirilme uğraşı 90 yıldır hiç bitmiyor. Bu kopkoyu, kekremsi cehennemin ortasında aklımız, kalbimiz, bedenimiz, dilimizle sınırlara ve duvarlara karşı koyarken “Güzin ablası kitaplar olan”, “Rahmin kadar konuş” dedikleri “oysa durmadan roman kahramanlarından” “hamile kal”an kadınlar olarak yazıyla ilişkimiz üzerine yeniden düşünmemiz bir tercih değil, zorunluluk sanki.