Etiketler: son sayı

Fatma

shining

Hatice Meryem

Ne hilâldi kaşları ne bademdi gözleri, ne boyu servi ne saçı sırma. Yaşadığı devrin güzellik anlayışından fersah fersah uzak, düpedüz çirkindi. Çocuk yaşta geçirdiği sarılık yüzünden göz akları sarıya çalardı. Koyu kahve gözleri bu sarı bulanıklık içinden dünyaya çorak bir ada gibi bakardı. Çevresindekilerde takdir hissi uyandıracak hiçbir meziyete sahip değildi; kanaviçe işlemeyi denediyse de becerememişti. Bunca niteliksizliğine rağmen kocası onu el üstünde tutar, bir dediğini iki etmez, canı ne çekse koşar alırdı. Fatma’ydı adı.

Konu komşu ona gıptayla bakar, Fatma’nınki altın kaplı olmalı derlerdi. Bir alt tabaka latifesi gibi görünmekle beraber isabetli bir öngörüydü bu. Sarılık Fatma’nın çilliğini de vurmuş; ince, yumuşak, sarı bir zarla kaplamıştı. Dili, dudağı, hatta sağlam köklü kılları bile pasparıldı. Öyle ki eğer güneş hiç var olmasaydı bile Fatma’nın çilliğinden yayılan ışıkla geceler gündüze yahut en azından Norwegian night’lara dönüşebilirdi.

Share Button

Fakat Bu Derin Bir Aşinâlık Muazzez…ve Çok Başka!

kosova1

İkonaların Gündelik, Estetik ve Mahrem Kayıtları Üzerine Bir Deneme

Halide Velioğlu

İlk nerde gördüğüm konusu çok bulanık… sanki hep benimleydi, tanıyordum kendisini de neyi tanıdığım konusunda ne bir fikrim ne de öyle bir derdim vardı. Aslında takvimlerden bir miladımız da var; 1989 yazında görmüştüm onu ilk, bir kapak kızı olarak. Evimize eski Yugoslavya’dan gelen şık bir bombonjera (hediyelik çikolata ve şekerleme kutularının genel adı) kutusunun üzerindeki röprodüksiyon kapağın baş karakteriydi Kosovka Djevojka (Kosova Bâkiresi). Kutunun içindeki lezzetli vişne likörlü çikolatalar çabuk tükenmiş olmalı ama o kaldı. İlk gördüğümde aşinâ olmanın dalgın sularında bir başka farkındalık haliyle çoktan bağlıymışım ben ona; bilmekle bilmemek, görmekle görmemek, tanımakla tanımamak arası bir yerden. Anlatayım.

1989 yazı özeldi. Annem Yasemin’in Bosna, Makedonya ve Kanada’dan akrabaları bizim Istanbul’daki evimizde bir araya gelmişti, seneler sonra ilk ve son buluşmaları oldu bu kadar kalabalık. Aynı sene Yugoslavya’nın dört bir yanından Sırplar da Kosova Savaşı’nın 600. yılı anma ve kutlama törenlerine katılmak üzere, bir nevi hacca gider gibi Kosova’da toplanmışlardı. Mitik tarihlerine Osmanlılara karşı bir yenilgi ama kendilerine milli şuurlarını bahşeden özel bir bedel olarak kaydettikleri bir savaşı anmak üzere kutsal belledikleri Kosova’da. Sırp lider Milošević önderliğinde Yugoslav federasyon temsilcilerinin son kez bir arada resim verdiği bir toplaşmaydı bu. Çok geçmeden savaş çıktı ve Kosova Savaşı da destanı da boşanan eşlerin mal paylaşımını andırır bir biçimde ilk sahibi olan Sırpların elinde kaldı. Kosova Bâkiresi de bizim evde, bizim yarı Boşnak-yarı Türk-elhamdülillah Müslüman evimizin gayrisafi milli hafızamızın bir cüzü olarak.

Share Button

Bir Hayat Seçimi: Anna Politzkovskaya

anna0

Ayça Örer

Şimdi işimizde çalışamaz, doğru düzgün nefes alamazken, altımızda yumuşayan sandalyeler ve içimizde katılaşan kalplerle, “Hani” diyoruz, “kime tutunalım?” Gözümün önüne bir asansörde yatan bedeniyle Anna Politzkovskaya geliyor. Cesaretin nasıl öleceğimizi bilmekle bir ilgisi olmalı.

Kolay değil gazeteci olmak. İşin sonunda hayatını kaybetmek de var, kendini kaybetmek de. Ayrım zaten burada başlıyor: Neyi kaybetmek istersiniz?

Biz, bu ülkenin gazetecileri uzun zamandır kollarında serumlarla sedyelerinde bekleyen hastalarız. Serum bitmiyor, sedye gitmiyor.

Türkiye mesela bir Yunanistan’dan ya da Suriye’den ya da İran’dan daha zor bir ülke değil, yanlış anlamayın. Her yerin ritmi kendine göre, bu yerin de öyle. Mesela Rusya’dan da zor değil. Bakınca, Mardin’de akan bir oluk kanın izini Moskova’da sürersiniz. Faili meçhul kaypaklığı beynelmilel.

Biri bana “kadın kahramanın kim?” diye sorarsa, ki sordu; “böyle soru mu olur?” diye bir düşünme evresi geçirir, “nasıl yanıt versem acaba?” derim, ki dedim. Nihayet bir elinde bebek tutup boş kalan diğer eliyle çorbanın kıvamını ölçen, iş yerinde maruz kaldığı sayısı hatırlanmaz ayrımcılıklardan birini daha sineye çeken, metrobüste kendisini sıkıştıran adamın ayağına hırsla basan… Bir süper kahraman bütün gün bunlarla uğraşır mı?

Share Button

A Ay: İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar

aay_re

Hüner Aydın

Kadın kahraman veya anti-kahraman arayışını, kahraman’ı palaspandıras “kahır” ve “aman” olarak bölme ikirciğine kapılmaya kadar vardırdım. Sevim Burak’ın perdelerine tutturulan notların tutamağı toplu iğnelerin başlarını düşündüm. YPJ’den, YJA Star’dan bahsi açmak dururken daha soft bir konuyu yazmayı düşünmekle vakit geçirdim.

Yekta’yı bunca içselleştirmiş olmakla Sevim Burak’ın deliliğine uzanan çetrefilli yol, görmek’ten geçiyor. Daha dün Konur’da halay çekiyordun, şimdi Yekta da nereden çıkıyor? Hele ki daha dün halayda olduğunu, bugün Yekta’yı yazdığını, yarın doldurduğun biranın köpüğü gibi meşguliyetlerin olacağını bilince başatlık meselesiyle derde giren başını alıp nerelere gideceğini düşünüyorsun? Bunları düşünmekle Baron Bahar, hayatın dehşetini düşündüğünü mü zannediyorsun? Otomobilinin, yatının, yedi cüceli evinin, bonolarının, çocuklarının olmaması seni Baron Bahar’lıktan muaf tutmuyor. Çuvaldızı değil, on mm’lik şişi batıracaksın kendine ki bakabilesin Yekta’nın insanlığı, görmeyi, görmemeyi suçlandıran; rüyaları lanetleyen gözlerinin ta içine.

Share Button