Etiketler: sayı 10
Çirkin Bir Nefret İdeolojisi Olarak Feminizm
Aksu Bora
Feminizmi keşfettiğimde, yirmilerimin başındaydım, seksenlerin ilk yarısı. Kendi kuşağımdan pek çokları gibi ben de siyasetle ilişkimi düşünmekle, yeniden şekillendirmekle meşguldüm. Pek çokları gibi ben de inançların, anlamların, tutumların ne kadar kendimize ait olabileceğini, ne kadar “dışarıdan” geldiğini merak ediyordum- ne de olsa meydanlar dolusu insanla “tek yol devrim” diye bağırdıktan bir kaç yıl sonra seçmenlerin yüzde doksan küsurunun darbeyi onayladığını görmüştüm! Belki de kişisel olan ile toplumsal olan arasındaki ilişki sandığımdan daha karmaşıktı ve iktidarın daha önce bildiğimden farklı tarifleri vardı… İşte, o dönemin yazarları, önce Gramsci sonra Foucault öyle girdi görüş alanıma… Aynı dönemde, hayatıma feministler de girmişti ve şimdiden bakınca tuhaf gelen bir şey yaptığımı fark ediyorum: Bu kadınları biraz egzantrik tipler olarak sevip beğenmek ama feminizmi bir tür İstanbul züppeliği olarak kabul edip kendi meselelerimle ilişkisini kurmamak (Kezban İstanbulda!). Bunda muhtemelen kendi kuşağımdan pek çok kadınla paylaştığım bir tür kadın düşmanlığının payı vardı: akıllı kadınlar öteki kadınlardan farklı, erkeklere daha yakındırlar. İşte, bildiğiniz “ben küçükken hep erkeklerle oynardım, ağaçlara tırmanırdım” hikayeleri.
Neyse, feminizmin benim sorularıma bir cevabının olduğunu farkettiğim nokta, “kişisel olan politiktir” sözü üzerine bu kadınlardan biriyle yaptığımız sohbetti- kendisi hatırlamıyordur bile muhtemelen, ama benim için tam bir aydınlanma anı olmuştu. Bugün de öyle düşünüyorum, feminizm bu tek cümleye sığdırılabilir: Kişisel olan, politiktir! Belki kadınların ezilmesini göre göre kadınlık bilinci geliştirmediğim, feminizmi başka bir can acısından gelerek keşfettiğim için böyle bir sonuca vardım. Aslında tam da tersi: ezilmeyi görebilmem için feminizme ihtiyacım varmış, bütün o “ben erkeklerle kankayım” hikayelerinin anlamını çözebilmem için. Bu bana bir görüş berraklığı sağladığı kadar bazı konuları görmemi de zorlaştırdı galiba. Mesela eski arkadaşlarımdan gelen inanılmaz düşmanca tepkileri (feminist oldum ya!) kendimce siyasi kodlar olarak deşifre etmeye çalıştım uzun zaman. Yahut hiç unutmuyorum, eşcinsel ilişkinin doğaya ihanet olduğu yolunda bir söylevi dinleyip sinirden titremiş ama bunu da bir medeniyetsizlik olarak görmüştüm… Anlaşılan gayet basit, sıradan, dümdüz kadın düşmanlığını ya da homofobiyi gördüğümde tanıyamıyordum! Sonraki yıllarda bunlarla o kadar çok karşılaşınca tabii benim bile görüşümde bir açılma oldu (eskiler buna zihnine küşayiş geldi derler!), hatta o kadar ki, gayet sofistike biçimlerini bile teşhis edebiliyorum artık.
Tarih, Suçlu Kadınlar ve İnci Avcısı
Ebru Aykut
Eylemi diğer tüm insanî etkinlikler içinde ayrı bir yere koyarak yücelten Hannah Arendt’e göre, “…ölümlüler arasında cereyan eden şeyler… hiç bir zaman gerçekleştikleri andan sonraya kalamazlar ve hatırlayışın yardımı olmadan arkalarında hiç bir iz bırakmazlar.” Hatırlamayı mümkün kılacak, denizin derinliklerindeki inci ve mercanları bulup suyun yüzeyine çıkartan bir inci avcısı gibi, zamanın tortusu altında saklı kalmış geçmiş olayları unutuluşun boşluğundan kurtaracak olan ise şairlerin ve tarihçilerin edimleridir. Tarihçi bir inci avcısı gibi, gerçekte ne olduğunu tüm veçheleriyle asla bilemeyeceği bir geçmişin katmanları arasından “ne”leri hatırlayıp “ne”leri unutuluşa terkedeceğine karar verirken, bugüne politik bir müdahalede bulunur. Hangi heyecan ve kaygılarla kimin hikâyesini kimler için anlatacaktır? Geçmişten hangi “an”ları kurtaracaktır? Padişahlar, sadrazamlar ve devletlû paşa hazretlerinden mütevellit bir büyük iktidar anlatısının arkasında kaybolmuş sizin bizim gibi (sıradan) insanların (sıradan) hayatlarıyla ne yapacaktır?
Jana Sanskriti- Hindistan’da Ezilenlerin Tiyatrosu
Jale Karabekir
Kadınların oyuncu olmaları, kadın takımlarına katılmaları ya da seyirci-oyuncu olmaları ilk olarak onların bireysel hayatlarını değiştiriyor
Anlatacağım hiçbir şey gerçek dışı değil, hiçbir şey ütopik değil. İnanması zor, ama Hindistan’da dev bir tiyatro topluluğu var. 1984’ten beri Hindistan’ın kırsal bölgelerinde, ufacık köylerde tiyatro çalışan, köy meydanlarında oyunlar sergileyen, demokrasiye inanan, asıl sorun patriarka diyen, kadın takımları oluşturan, kadın sorunları üzerine oyunlar yapan, tiyatro monolog değildir diyalogdur diye haykıran ve seyircisini oyuncu yapan dev bir tiyatro topluluğu: Jana Sanskriti. 24 yıllık yolculuklarını bu kısa yazıya sığdırmam mümkün değil, ama imkânsızın nasıl imkânlı olduğunun en büyük kanıtı Jana Sanskriti; katılımı, kolektivizmi, örgütlenmeyi yaşayan, deneyimleyen, değişimi ve dönüşümü hedefleyen, en önemlisi de bunları başaran bir kolektif.
Jana Sanskriti’nin merkezi Batı Bengal’in Kalküta kentinde. Ancak kentli bir tiyatro topluluğu değil, tam tersi Hindistan’ın köylerinde birçok tiyatro takımı bulunuyor. Şu anda binden fazla oyuncusu, 150 kadın takımı var.