Etiketler: sayı 24

Firdevs

Hatice Meryem

Kocası onu bu yüzden boşadı.

Çilliğinin kanatları büyükçeydi. Adam cimaya her yeltendiğinde mübarek deliği bulana kadar canı çıkar, yorgunluktan bezip bu amansız uğraştan bıkar, karısını çok sevdiği halde ondan buz gibi soğurdu.

Nihayet ağlaya ağlaya onu boşadı ve kendisine yeni bir eş bularak Pera’nın aşağı mahallelerine taşındı.

Firdevs babasından kalan koca konakta böylece yapyalnız kaldı. Çok mutsuzdu. Sabahları tek başına kahvaltısını ediyor, öğleden sonraya kadar ev işi yapıyor, akşamüstü komşu kadınlarla görüşüyor, geceleri mutsuzluktan ağlıyordu.

Share Button

Dövme/Dek

dovmedek

Yektanurşin Duyan 

Üniversiteye başladığımda ayak bileğime uğursuzluk ve bilgeliğin simgesi olan baykuş dövmesi yapmaya karar vermiştim. Bu düşüncemi üç dövmesi/deki olan anneme açtığımda “hayır olmaz” cevabı ile karşılaştım. Nedenini sorduğumda “günah” cevabını alınca şaşkınlığım ve merakım arttı. Çünkü annem dindar bir kadın ve günah olduğunu iddia etmesine rağmen üç dövmesi var. Annemden beni dövme yaptırmamaya ikna etmesini istedim ve böylece dövme serüvenim başlamış oldu.

Annem mi beni ikna edecekti yoksa ben mi annemi ikna edecektim. Mardin’de başlayan dövme serüvenim Şanlıurfa’da son buldu. Yeşil renkte yapılan ve “dek” olarak bilinen dövmenin sadece Kürtlerde olduğunu sanıyordum. Fakat araştırmaya devam ettikçe Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan 50 yaş ve üstündeki birçok Kürt, Arap, Ezidi, Alevi ve Süryani kadının dövmesi olduğunu öğrendim. Kadınlarla konuştukça dövme/dek ile ilgili belki de annemin bile bilmediği birçok şeyi öğrendim.

Share Button

Mısır Devriminde “Kadın Sorunu”nun Ötesinde

Lila Abu-Lughod ve Rabab El-Mahdi
Çeviri: Demet Gülçiçek

Medya, Mısır Devrimi’nde kadınların rolünü sorarak, kadın işçilerin emek hareketi içinde 2006’dan bu yana oynadıkları rolü, 2003’ten beri demokrasi yanlısı ve savaş karşıtı hareketlerde kadın eylemcilerin rolünü ve öğrenci hareketi içindeki sürekli varlıklarını gözden kaçırıyor.

Bu metin, 23-24 Ekim 2011’de Barnard Kadın Araştırmaları Merkezi’nin kırkıncı kuruluş yıldönümünde gerçekleştirilen “Activism and the Academy: Celebrating 40 Years of Feminist Scholarship and Action” (Eylemcilik ve Akademi: Feminist Bilim ve Eylemin Kırkıncı Yılını Kutluyoruz) konferansındaki konuşmanın gözden geçirilmiş halidir.

Lila Abu-Lughod (LA): Rabab, uzun süredir Mısır üzerine düşünen bir aktivist ve akademisyensin. Sen de Tahrir Meydanı’ndaydın ve devrimin en ciddi ivmesi sırasında hareketin içindeydin. Batı medyasının devrimdeki kadının rolüne takıntılı ilgisi üzerine düşüncelerini sorarak başlamak istiyorum. İkimiz de kadın aktivizminin ‘Orta Doğulu / Müslüman kadın’ sorununun sembolik öneminden kaçamaması üzerine kafa yoruyoruz. İkimize de ‘Mısır Devrimi’nde kadın’ üzerine yorum yapmamız için sıkça sorular soruluyor. İkimiz de bu soru karşısında rahatsız oluyoruz. Bu isyanın kadınlar için önemine ilişkin medya takıntısı ve kadınların gerçek katılım biçimleri üzerine ne düşündüğünü merak ediyorum. “Mısır Devrimi’nde kadınların rolü” hakkındaki sorularla nasıl baş ediyorsun? Bu soruların arkasında sence ne var? Kadınların devrime katılımlarını somut olarak ele alabilmek için daha iyi bir yol önerebilir misin?

Rabab El-Mahdi (RM): Şimdilerde ‘devrimden sonra kadın hakları ve statüsü’ne evrilmiş olan “kadınların devrimdeki rolleri” hakkındaki soru beni birkaç düzeyde rahatsız ediyor. İlk olarak, bu soru kadınları bir şekilde eylemsiz veya pasif olarak varsayıyor –devrim başlayınca bir anda nasıl eyleme geçtiklerini merak ediyoruz.

Share Button

Tezer Özlü’nün romanlarına psikanalizin penceresinden bakmak

Ayşegül Ergişi

Melankolik hayat, özünde her zaman varoluşsal ve sosyal bir eleştiri taşır. Bu radikal eleştiriler aynı zamanda kişinin bireysel güçsüzlüğünü de üretmektedir. Bu güçsüzlük, içine kapanan melankoliğin iç güçlerine tutunmasıyla giderilir. Melankolik ruh halinde umut ve umutsuzluk gibi karşıt duygular bir arada varlığını sürdürürken, öz benliğin zamanıyla reel zamanın uyuşmaması yüzünden yaşanan bu umutsuzluk ve huzursuzluk halleri ömür boyu sürer. Aslolan melankolinin yazınsal yaratıcılığa dönüştürülmesidir. Julia Kristeva’nın dediği gibi ‘Yazınsal yaratı, duygulanımın kanıtını taşıyan imlerin ve bedenin serüvenidir.’ Özlü’nün serüveni de böyle okunabilir.

Otobiyografik eserleriyle Tezer Özlü, yazınsal alanda kendine özgü bir yer edinmiştir. Yazarın modernist çizgideki kısa romanı “Çocukluğun Soğuk Geceleri” ile “Yaşamın Ucuna Yolculuk” anlatısındaki karakterlerin ruh hali, psikanalizin konusu olan melankolik ruh haliyle örtüşmektedir. Antik inanışa göre organizmanın dört özsuyu olan kan, salgı, sarı safra, kara safra insanın karakterini ve ruh halini belirler.

Share Button

Mısır’da Feminizmin Yolu

Seda Altuğ

Ocak ayında Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansında konuşmak üzere İstanbul’a gelen Rabab El-Mahdi ile Mısır’daki devrim sürecinin kadın hareketi ve feminizm üzerindeki etkisi hakkında konuştuk. El-Mahdi, Kahire Amerikan Üniversitesinde ders veriyor ve Demokrasi İçin Kadınlar grubu üyesi.

Batı medyasında Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin kadınlar ve kadın hareket için de için bir “bahar” olduğunu iddia edebilir miyiz?

Bence bu süreç her toplumsal kesim için farklı şekillerde de olsa da bir bahardı. Ben feminizmi belli bir şekilde tarif etmemiz gerektiğine inananlardan değilim. Kadın hareketine beyaz liberal bir şekilde yaklaşmıyorum. Sanki belli bir gündeminiz olup da belli şeyleri yaparsanız feminist olursunuz. Mısır’da ve Arap dünyasının geri kalanında kadınlar kendileri içn önemli gördükleri konularda mücadeleye aktif olarak katıldılar. Başka bağlamlarda bu meseleler feminist olarak görülmeyebilir. Ama onlar için bu mücadele onların mücadeleleri. Benim için de feminizm kadınların kendi geleceklerini belirleme hakkını kendi ellerine almaları, kendilerini etkileyen ve kendilerinin elzem gördükleri konulara dair mücadele etmeleridir.

Share Button

Kadınların Dilleri de Tel Örgülerle Çevrili

arizababalar

Gül Yaşartürk

Ayten Kaya Görgün’le Söyleşi

Ayten Kaya Görgün ilk romanı, “Arıza Babalar’ın Çatlak Kızları”nda Ankara’nın gecekondu mahallelerinden birinde iç içe yaşayan göçmen ailelerin hayatını anlatıyor. Bunu yaparken kadınların özgürlüğünü alıyor merkezine, ahlâk anlayışının, kendisini kadın bedeni üzerinden tanımlamasını dert ediniyor.

“Beş altı yıl önce okula gittiğin için orospuydun, bugün erkek arkadaşın olduğu için, kim bilir yarın da boşanmak istediğinde orospu olacaksın. Hangi kapıyı açarsan aç, kaç adım atarsan at, canlarını her yaktığında içlerindeki en eğitimlisi, en harbi adam dediğin bile sana orospu diye bağırmaktan kendini alamayacak. En sıkıştıkları, en beceriksizleştikleri yerlerde dişlerinin arasından aynı cümleyi kuracaklar sen de kadın mısın diyecekler…”

Share Button

Tomris Uyar için bir “Gündökümü”

Ayşe Sağlam

Tomris Uyar yazmayı yaşamdan; yaşamayı yazıdan hiç ayırmadan kendi özgün dilini oluşturan, kelimenin tam anlamıyla özgün bir yazar. O nedenle sadece öyküleri değil ‘yaşayış hali’ de üzerinde uzun uzun konuşulması gereken bir konu olmuştur daima. Güncelerinde kişiliğinin, dünyaya bakışının, nelere kızıp neleri çok sevdiğinin, tutkularının ve çekincelerinin ipuçlarını vermesi bakımından en az yazınsal varlığı kadar ‘esaslı bir kadın’ oluşuyla da ayrıcalıklıdır.

Var olmanın salt hayatta kalma kurgusundan kopup, bir şeylere dokunarak; yanarak ve bazen de yakarak yaşamakla ilişkili olduğunu ilk muştulayandır edebiyat. Yazmak bir direnme, uyumsuzlanma hali olursa ancak sanata dönüşür ve buradan yola çıkanların elindeki kalem yazanın uzvundan ötesi değildir.

Share Button

İlişkide Hijyen

Didem Türe

“Seks şop üzerine ödev hazırlamanın, sunum yapmanın ve Amargi’de bunu sizlerle paylaşmanın en yorucu yanı milyonlarca defa ‘seks’ demek. Biraz da kendisinden ‘Bülent’ diye mi bahsetsem acaba?”

“Hayat içkiden ibaret değil. Hayat seksten ibaret değil. Bir kısım çağdaş düşünceye sahip olduğunu söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara bakıyorlar. Evet onlar da bir insan için çok büyük ihtiyaçlar. Onlara da ihtiyacımız var. Onlar da bir şekilde tatmin edilecek ama Türkiye bir hukuk devleti…” (Bülent Arınç)

“Ama”dan sonra gelen saçmalamalara bayılıyorum ama köfte versem yersin. Neyse efendim, seks ayıptır, yedi büyük günahtan kesin ilk sıralardadır. İnsan sevişmeyi öyle abartmamalı. Aç gibi sevişiyorsunuz, ayıptır.

Share Button

Kurtlara Yem Olan Kadınlar

Ayşe Uslu

kurtlarakosankadinlar

Akılcılığın dünyası ile mitosun dünyası arasında zamandan daha yaşlı bir kadın durmaktaymış. Dişil niyetlerin arşivleyicisi bu kadın, bıyıklarıyla geleceği hisseder, yaşlı kocakarıların çok uzağı gören süt gibi beyaz gözleriyle zaman içinde geriye ve ileriye doğru eşzamanlı yaşar, bu ikisini dans ederek dengelermiş. Zihin ve içgüdülerin birbirine karışıp bu iki dünyanın üzerinde döndüğü eklem kemiğinden evi, bağışıklık sistemimizin kök saldığı, okyanuslardan daha yaşlı topraklarda kuruluymuş. Kaybolmuş ve başıboş dolaşan insanların ve arayış içindekilerin yaşadığı yere gelmelerini beklerken yaptığı tek şey kemik toplamakmış. Mağarası her türden çöl yaratığının kemikleriyle dolu olan kadın, özellikle Dünya’dan kaybolma tehlikesi olan kemikleri toplar, korur ve saklarmış. Toprağı didik didik ederek bulduğu kemiklerden bütün bir iskeleti bir araya getirdiğinde, onun yanında durur ve şarkı söylemeye başlarmış, bu iskelet yeniden can kazanıp ete kemiğe bürünene dek.

Share Button

Evvel Zaman İçinde

Nihan Bozok

Her daim bilir ve dillendiririz “Şu dünyada kadın olmak zor zanaattır,” diye. Evet, çok çileli ve de çetrefilli bir iştir kadın olmak. Sadece gerçeklerin dünyasında değil, masallarda kurulan dünyalarda bile zahmetler; eziyetler bırakmaz kadınların peşini. Hani masalların sonunda gökten üç elma düşer; biri anlatanın başına, biri dinleyenin başına, biri de masal kahramanının başına… İşte o elmanın hikmetinden midir nedir, elmayla ezelden beridir dertli başımıza masallarda da gelmeyen kalmaz.

Genç ve güzelleri yakışıklı prensin mükâfatı, yaşlı ve çirkinleri bohçalarında nice kötülük iksiri saklayan birer cadı… Masalların hayal kadınları… Sabır taşını çatlatacak kadar çok dertleriyle, beyhude bekler dururlar bir güzel günü. Su damlası güzellikleriyle gider keloğlan keleş oğlana yâr olurlar. Kaf dağının ardında yakışıklı prensi beklerken unutulurlar. Bir pencere önünde oturmuş işlerken nakışlarını, iğne batıverir ellerine de sararıp solarlar. Taş kalpli üvey analar, çocuklara her daim eziyet etmeyi kurarlar. Ucube cadalozlar, harlı ateşlerin üstüne kaynar kazanlar koyup yaramaz çocukları içlerine atarlar. Hiçbir şey olamayanlar, kralın, büyükleri merhametsiz, en küçüğü yufka yürekli üç kızından biri olurlar. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de gidip musibet kurbağayı öperler. Neymiş? Hazret yakışıklı prens olacakmış. Aman ne dert, olsan ne yazar olmasan ne yazar… Onca hayalden, hülyadan düşe düşe bunlar mı düşer kadınların payına?

Hep şu elma belasından demekle açıklanacak türden işler değil bunlar. Bu işlerin arkasında hayaller değil gerçekler var. Hayalleri kurduran gerçekler var. Bu minvalde eğer masal imgelerin dayanağı acımasız gerçeklerin dünyasıdır diyorsak, masallarda kadınların yeri mevcut toplumsal cinsiyet rollerinden yola çıkılarak kurgulanmış da diyebiliriz. Ama ekseriyetle masalları kadınlar anlatır durur. Hal böyleyken niye yapsınlar kendilerine bunca haksızlığı, reva görsünler bunca sıkıntıyı? Hem de masal dünyalarda dilediklerince atıp tutmak varken! Üç sebep geliyor aklıma: Ya içlerine ata ata çatlatmışlardır tüm sabır taşlarını bir eski zamanda. Bu yüzden ahvallerini anlatır dururlar masallar boyu ve dahi masallara dökerler gerçeklerini. Ya da küçük kızlara erken verirler dibi delik dünyanın sırlarını; büyürken ürkmesinler, yabancılamasınlar, dayansınlar ona diye. Kim bilir belki de kadınlar dalga geçmektedirler kendi halleriyle. İnanmazdan gelmektedirler. Olsa olsa masal olur bu yaşadıklarımız demeye getirmektedirler.

Kıssadan hissesi başka iki masal

Ama her şeye rağmen dünyanın eşitsizliklerine türlü oyunlarla karşı çıkan, onun acılarını içine katmayan, düzenini tersine işleten masallar da var elbette. Başka türlü hayal kadınları da mümkün ve bilinir kılmak için işte böyle iki masalı anlatmak istiyorum şimdi. Dünyanın kaderini kadınların ele geçirdiği iki Kızılderili masalını. İlki dünyayı yaratan genç bir gökyüzü kadınına[1], ikincisi ise dünyanın sonuna karar verecek olan yaşlı bir mağara kadınına ilişkin. Dünyayı yaratan gökyüzü kadının masalı Amerikan yerlileri Iroquoislar arasında anlatılır. Iroquoislar, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’yı kuran sonradan görmelere asla boyun eğmemiş bir halktır[2]. Yıllar boyu geniş aileleriyle, sayıları yüz yirmiye varan aile üyeleriyle uzun, büyük evlerde yaşamış, çocuklarını bu evlerde ortaklaşa büyütmüş bu halk uzun evin insanları olarak da bilinirdi. Dünya ve insanın arasındaki o özel ilişkinin müzik ve dansla korunacağına ve her insanın kendi özel hediyesiyle ve diğerleriyle eşit olarak doğduğuna inanırlardı. Kadınların dünya ananın ritimlerine karşı daha duyarlı olduğunu düşündükleri için klanların sosyal ve politik işlerini kadınlara devretmişlerdi. Klan liderleri erkekti ama kadınlar tarafından seçilirdi ve işini iyi yapamayan klan lideri yine kadınlar tarafından değiştirilirdi [3].

Iroquoislar, içinde yaşadıkları bu güzel dünyanın ve tüm iyiliklerle kötülüklerin bir kadın tarafından yaratıldığına inanırlardı. Onların yaratılış masalında anlattıklarına göre, gökyüzünde mutlu ruhlar ülkesinde büyük ruh yaşardı. Günlerden bir gün, büyük ruh, mutlu ruhlar ülkesinin orta yerindeki kocaman elma ağacını yerinden söktü ve kızını o ağaçtan geriye kalan boşluktan yeryüzüne gönderdi. O zaman yeryüzü sularla kaplıydı. Gökten kendilerine doğru ışıklar içinde gelen kadını gören karanlık yeryüzü dünyasının su hayvanları, bu kadına üzerine basabileceği bir toprak bulmaya çalıştılar. En sonunda bataklık kunduzu daldığı sulardan bir parça toprağı su yüzüne çıkardı ve toprağı büyük bir kaplumbağanın sırtına koydu. Beyaz kuğular da gökyüzü kadınını sırtlarına alarak onu bu toprağa ulaştırdılar. Toprağa ulaşan kadın bir süre sonra ikiz çocuklarını doğurdu. İkizlerden önce doğanı iyi ruh, ondan sonra doğanı ise kötü ruhtu. Kötü ruh doğarken annesi öldü. İyi ruh ölen annesinin başını gökyüzünde salladı ve kadının başı güneş oldu. Gövdesinden parçalar ise ay ve yıldızları oluşturdu. İyi ruh kalan parçaları da toprağa gömdü. O gün bugündür toprakta yiyecek bir şeyler bulmamız hep bundandır. Ama ne var ki, anneleri ölünce iyi ruhla kötü ruh kavgaya tutuştular. Dev bir elma ağacının dikenleriyle yürüttükleri bu kavgayı iyi ruh kazandı ve kardeşini sonsuza kadar kalacağı mağaraya kapattı. Kötü ruhun sadık hizmetkârları yine de dünyada dolaşmaya devam ettiler. İşte bu yüzden Iroquoislara göre her insanda bir iyi bir de kötü kalp vardır ve hiçbir insan tamamıyla mükemmel değildir.

Peki ya dünyanın sonu? O da başka bir Kızılderili halkı olan Siouxlara teslim. Siouxlar da Amerikan yerlilerinden kadim bir halk. Meşhur direnişçi Oturan Boğa’nın halkı olarak da bilinirler. Siouxlar doğadan uzak kalan insanın kalbinin sertleşeceğine inanırlardı ve toprağa karşı gerçek bir sevgi beslerlerdi. Toprak onlar için anaç bir güçtü. Bu güce yakın olabilmek için toprağa otururlar, sık sık toprak üstünde çıplak ayakla dolaşırlardı. Toprağa oturanların, yaşamın gizlerini daha iyi gördüğüne ve etraftaki yaşamları daha yakından hissedebildiğine inanırlardı. Dünyayı bir kadın olarak düşünürlerdi ve dünya anaya sahip olduklarına değil ona ait olduklarına inanırlardı. Kadınlar herkes için iyi olanın ne olduğunu bilen kişilerdi ve bu yüzden alınan her türlü karara katılırlardı[4].

Siouxlar, kadınların herkes için iyi olanın ne olduğunu kadınların bildiğine inandıklarından olsa gerek, masallarında dünyanın sonunu da yaşlı bir kadının ellerine bıraktılar. Onların dünyanın sonu masalında anlattıklarına göre, ovayla bozkırın buluştuğu yerde hiç kimsenin bilmediği bir mağara vardır. Bu ıssız mağarayı bugüne kadar bulan gören hiç kimse olmamıştır. İşte bu gizemli mağarada belki bin yıldır, kim bilir belki de daha uzun zamandır yaşlı mı yaşlı bir kadın kocaman bir kara köpekle birlikte yaşayıp gider. Yaşlı kadın bufalo derisinden bir elbise giyer. Elbisesinin üstüne örtmek için de kirpi oklarından bir şal örer gün boyu. Kadın şalını büyük büyük ninelerinden öğrendiği gibi örer. Tıpkı beyaz tacirler bu kaplumbağa ülkesine getirmeden evvel cam boncuklarını, nasıl boyadıysa nineleri kirpi oklarını, o da öyle boyar. Sonra da kirpi oklarından işler şalının desenlerini. Kocaman kara köpek de bir yandan pençelerini yalar, bir yandan da kadını izler durur. Bir de harlı bir ateş yanar bu ıssız mağaranın köşesinde. Ateşin üstünde de tatlı, kızıl renkte bir yaban üzümü çorbası kaynar bir toprak kap içinde. Belki bin yıldır, kim bilir belki de daha uzun zamandır kaynattığı bu çorbayı karıştırmak için arada bir örgüsünü elinden bırakır kadın. Ama öylesine yaşlıdır ki, yerinden doğrulup ateşin başına gidene kadar bir hayli zaman geçer. Geçen zamanı fırsat bilen kocaman kara köpek, kadının o güne kadar ördüğü şalı söker. Issız mağarada günler böylece geçip gider… O ördükçe köpek söker, köpek söktükçe o örer… Ve böylece hiç ilerlemez yaşlı kadının şalı. Siouxlara göre, ne zaman ki bu yaşlı kadın şalındaki desene son kirpi okunu işleyecek ve bitirecek örgüsünü, işte tam o an getirecek dünyanın sonunu.

Masalda getirmişken dünyanın sonunu, artık başka bir son istemez sanırım bu yazı. Ama yine de adettir kıssaların hissesi: Işığı, güneşi, ayı, yıldızları, toprağın bereketini kadınlardan bilmek, kadınların kazanında kaynatmak dünyanın kaderini, kadınlara emanet etmek dünyanın doğuşunu ve de son anını, başka dünyalar var etmek, hayal etmek, anlatmak çocuklara ve de büyüklere… Masal da olsa tüm bunlar ne güzel geliyor insana! Bugünün masalları, yarının gerçekleri… Neden olmasın?

[1] Gökyüzü kadınının masalı, Iroquois Masalları içinde, Yaratılış adıyla yer almaktadır; Iroquois Masalları, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2000, ss. 34-42.

[2] Yaşlı mağara kadının masalı, Dünya Masalları içinde, Dünyanın Sonu adıyla yer almaktadır; Dünya Masalları, Ankara: Dipnot Yayınları, 2010, ss. 265-267.

[3] Ronald Wright, Çalıntı Kıtalar: Amerika’da Fetih ve Direnişin Beş Yüz Yılı, İstanbul: Versus, 2009, s. 171.

[4] Bu bahis, Friedrich Engels tarafından da “İrokua Gensi” başlığı altında ayrıntılı bir biçimde tartışılmıştır. Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Ankara: Sol Yayınları, 1998, ss. 99- 116.

[5] H. James Birx (ed.), Encyclopedia of Anthropology, London: Sage, 2006, ss. 1328-1331.

[6] T.C. MacLuhan, Yeryüzüne Dokun: Kızılderili Gözüyle Kızılderili Benliği, Ankara: İmge Kitabevi, 1994, s. 12.

[7] http://www.sioux.org/index.php/main/static

Share Button