Sinema
Sepideh Farsi ile Red Rose Üzerine
Melike Ölker
Matematik eğitimi almak için Fransa’ya giden ve orada yaşamaya başlayan Tahran doğumlu yönetmen Sepideh Farsi, uzun yıllar fotoğrafçılık yaptıktan sonra kısa filmler ve belgeseller yapmaya başladı. Başta Toronto Film Festivali olmak üzere uluslararası pek çok festivalde gösterilen ve büyük beğeni toplayan Red Rose filmi ile adını daha geniş çevrelere duyuran Farsi, bu filmiyle İran’ın politik meselelerini de arka planına alarak bir kadın ve bir erkeğin ilişkisini aktarıyor beyazperdeye. Kurmaca bir öyküyü gerçek bir hikâye ile besleyen filmde Sara adında genç bir kadın ile orta yaşlardaki Ali’nin, 2009 yılındaki seçimlerin hemen ardından tüm İran’da patlak veren Yeşil Hareket olarak bilinen protestoların arasında başlayan samimi, derin ve tutkulu ilişkilerine tanık oluyoruz. Atina’da İranlı oyuncularla çekilen Red Rose’da Yeşil Hareket protestolarının cep telefonlarından kaydedilmiş görüntülerinin kullanılmış olması da hikâyeyi kavuran ve gerçekliğini yoğunlaştıran bir etken olarak karşılıyor izleyiciyi.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali aracılığıyla ülkemizde de izleme şansına eriştiğimiz bu başarılı yapımın yönetmeni ve ortak senaristi Sepideh Farsi ile filmi ve İran politikası ile ilgili kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Yılda bir kez de olsa ülkesini ziyaret eden Farsi, bu cesur filminden sonra İran’a bir daha dönemeyeceğine emin; ancak söylemek istediklerini yüksek bir sesle ve açıkça söylemekten asla pişman olmadığının, olmayacağının da altını çiziyor.
Filmlerinizdeki ana temalarınızı sorarak başlamak istiyorum. Özellikle “kimlik” kavramını sormam gerekiyor. Filmlerinizdeki ana temalardan birinin kimlik olduğunu ya da bu kimlik kavramının bireyler veya bireysellik üzerinden İran politikasını yansıttığını söyleyebilir miyiz?
Bence her bir sanat eserinde kişisel unsurlar her zaman vardır ancak daha az görünürdürler.
Bir süre önce İran’ı terk edip yurt dışında yaşamaya başladım. Benim durumumdaki gibi ülkenizi terk ettiğinizde ve onunla aranıza mesafe koyduğunuzda bu kimlik sorunsalı daha kalın bir çizgiye erişiyor, daha da görünür oluyor. Sanırım İran’da değil de yurt dışında yaşadığım ve oralarda film yaptığım için bunu daha da görünür kılıyorum; haksızlıkları, araştırmalarımı ve bu kimlik sorunsalını daha da açık bir şekilde yansıtabiliyorum. Tabii ki taşı İran’a atmam gerekiyor ve tabii ki bu da bir şekilde politikaya bağlanıyor. Çünkü benim neslim, özellikle de benim neslim, devrimin gerçekleştiği zamanlarda çok gençti. Biz o zamandan beri bu politik hengamenin içinde yaşıyoruz. Bu sebeple de politika çoğumuz için her zaman kimliğimizin bir parçası oldu, kişisel kimliğimizle iç içeydi. Bu filmden filme de değişen bir şey aslında; kimi zaman çok ön planda, çok daha görünür kimi zaman da çok daha gizli. Ama sanıyorum ki her zaman orada bir yerde.
Red Rose özelinde tutku ve politika kavramlarının özel bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Filminizde bu iki kavramı birbirine bağlayan şey nedir?
Politika ve devrim. Devrim hali tutkulu bir haldir. Devrim idealist bir durumdur ve tutkuludur. Bir devrim yapıyorsanız bu bir nevi aşktır aslında. Bu ilginç bir birlikteliktir; toplumun devrimsel ya da isyankâr halleri boyunca imkânsız bir tutku hakkında konuşmakla onun anlamının bir araya getirilebilirliğidir. Paradigma olarak bunun çok ilginç olduğunu düşünüyorum çünkü bir şekilde benzer vaziyetler; ancak biri daha toplumsal seviyedeyken diğeri daha kişisel bir konumdadır ve bu sebeple de onları bir hikâyede bir araya getirmemiz bizim için oldukça ilgi çekici bir konudur.
Bir sonraki projenizin de Yunanistan’da geçeceğinden ve göçmenleri konu alacağından bahsetmiştiniz daha önce. Bu projenizle ilgili daha detaylı bilgi verebilir misiniz?
Tabii ki. O da tutkulu bir hikâye olacak ancak bununla sınırlı kalmayacak. Bu kez bağlantı Ortadoğu ve Avrupa arasında olacak ya da Avrupalı ve yabancı olmanın ne demek olduğuyla ilgili olacak. Çünkü bu bölgeler; Suriye, Türkiye, Yunanistan ve hatta İran birbirine çok yakın bölgeler. Kültür olarak, coğrafik olarak birbirimize çok yakınız. Ancak bu kapkalın sınırlar her şeyin çok uzakta olduğunu düşünmemize neden oluyor.
Ida Panahandeh ile Nahid ve İran Sineması Üzerine
Melike Ölker
Cannes Film Festivali’nin Belli Bir Bakış bölümünde yarışan ve festivalden Avenir ödülüyle dönen Nahid, İranlı yönetmen Ida Panahandeh’in ilk uzun metrajlı sinema filmi. Daha önce pek çok kısa film ve bir de televizyon filmi çekmiş olan yönetmen, Nahid ile eşinden boşanmış ve on yaşındaki oğluyla yaşamını idame ettirmeye çalışan bir kadını anlatıyor. Çocuğunun velayetini yeniden evlenmemesi koşuluyla alan Nahid’in âşık olduğu adamla olan ilişkisi, kendisini büyük bir çıkmaza sokar. Toplumsal baskının ve ahlaki değerlerin içerisinde bir anne ve bir kadın olarak Nahid, derin bir mücadele ile beyazperdeye yansıyor.
İran Sineması’nın son yapımları arasında başarıyla sergilediği duruşu ve yansıttığı güçlü bir kadın profili ile Nahid’i ülkemizde 14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde görme şansına erişebildik. Bu süreçte İstanbul’a gelen Ida Panahandeh ile sizler için kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Daha önceki röportajlarınızın birinde “İkimiz de (ben ve Arsalan Amiri) babalarımızın yokluğuyla büyüdük. Annelerimizin geleneksel İran toplumunda bağımsız birer kadın olarak kendilerini kanıtlama mücadelelerine tanık olduk.” demişsiniz. Nahid özelinde konuşarak bunu Nahid’in annelerinizin mücadelesinin beyazperdeye doğrudan yansımış olduğu şeklinde yorumlayabilir miyiz?
Çok. Nahid karakteri tek başına bir kadının çocuğunu büyütme mücadelesini anlatıyor ve bu benim hayatımda doğrudan olan bir şeydi. Annem de böyle yaşayan bir kadındı. Bundan dolayı da bunun doğrudan filme yansıdığını söyleyebilirim.
Pek çok açıdan bir Avrupa ülkesi kadar kolay değil bu coğrafyada film yapmak. Fakat yine de çok büyük işler çıkıyor Ortadoğu ülkelerinden. Özellikle de İran’da. Buradan hareketle sanatın üzerindeki baskıların, hikâyeden mizaha kadar sanatın pek çok parçasını olumlu bir yönde etkilediğini ve sizi de bu şekilde etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Buna kesinlikle katılıyorum. Eğer o baskılar ve o sistem olmasa ve eğer biz İran’da yönetmenler ve sanatçılar, mesela İsveç gibi bir ülkede olsak belki hiçbirimiz film yapmazdı ya da belki de hiç kimse kendisini bu kadar dışa vurmak için çabalamazdı. Ama öte yanda da “Sanatçılar toplumun aynasıdır.” diye meşhur bir söylem vardır. O yüzden bu baskılar bir şekilde sanatçıları, yönetmenleri zaten o tarafa doğru götürüyor. Konuşmak için, diyalog üretmek için. Bu baskıların dışavurumu, o ayna olabilme durumu için çok etkili.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Aklımızda Kalanlar…
Melike Ölker
Bu yıl 14. kez düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 12-20 Mart tarihleri arasında İstanbul’da sinemaseverlerle buluştu. Bu yıl “Kadın Dayanışması Yaşatır” temasıyla yola çıkan festivalde birbirinden başarılı yapımlar gösterildi. Dünyanın pek çok ülkesinden gelen filmlerle seyircisine keyifli bir festival yaşatan Filmmor, kadınların yaptığı iyi sinemayı bir kez daha hatırlatıp, bizlere sunmaya devam ediyor. Aynı zamanda festival bu yıl toplu gösterimlerini, geçtiğimiz Ekim ayında aramızdan ayrılan feminist sinemanın ustalarından Belçikalı yönetmen Chantal Akerman filmlerine ayırdı ve bunun yanı sıra da; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Kadın Sineması başlığı altında Ürdün’den Fas’a, Mısır’dan İran’a uzanan bir coğrafyadan filmlerle de bizleri buluşturdu.
İstanbul, Hatay, Adana, Bodrum, Mardin, İzmir ve Van olmak üzere yedi şehirde sinemaseverlere 14. kez merhaba diyen Filmmor’un İstanbul’daki gösterimleri oldukça verimli ve keyifli geçti; tüm bu yaşananlar, tüm bu zorlu günlere rağmen bir nebze olsun nefes almamızı sağladı. Birbirinden başarılı, farklı, keyifli; kimi hüzünlü kimi komik kimi çarpıcı bu 66 filmin hepsi de kadın sinemasının ustalıklı işleri olarak hafızalarımıza kazındı. Ben de naçizane bizleri hepsi birbirinden değerli bu filmlerle buluşturan Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden akıllarda kalan birkaç kısa filmi sizler için kısaca yorumlamaya çalıştım.
Nice festivallere, nice özgür günlere, özgürce sanat yapabilmeye…
Dûr e… (Uzak mı…)
“Turnam gidersen aktaşa / Karlı dağlar aşa aşa / Hem kavime hem kardaşa / Turnam yâre selam söyle…”
2003-2013 yılları arasında Mezopotamya Dans Kolektifi’nde dansçı ve koreograf olarak yer alan Leyla Toprak, Kobanê direnişinin her daim hatırlanmasını sağlama amacıyla yola çıkarak Kobanê’de direnen YPJ’li kadınların başkaldırı ve mücadelelerini Dûr e… adlı bu kısa belgeseliyle ölümsüzleştiriyor. Hafızalara kazınması, vicdanları deşmesi gerektiğine inandığım bu belgesel, kamerasını IŞİD’e karşı dünya çapında yankılanan bir mücadele veren ve bu mücadeleyi hâlâ sürdüren ama her savaşın sonucunda olduğu gibi hayalet bir şehire dönüşen Kobanê’nin yıkıntıları arasında günlük yaşamlarını da sürdürmeye çalışan YPJ’li kadınların neler yaptıklarına, nasıl hissettiklerine samimi bir cevap sunuyor. Savaşın içinde, savaşa paralel gündelik yaşamlarına seyirciyi misafir eden kadınların dile getirdiği hikâyelerinin yanında şehre çöken gecede beyaz elbisesiyle yıkıntılar arasında, kendisine ayrılan küçücük bir alanda dans eden bir kadın beliriyor kadrajda. Karanlığı yalnızca beyaz elbisesi ve bir fener ışığıyla aydınlatan bu anlatımla bölgedeki ölenlerin ve kalanların maneviyatlarına, ruhlarına sürreal bir anlatım katmak istediğini belirten Toprak, bu yıl Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Mor Kamera Umut Veren Kadın Sinemacı Ödülü’nü aldı. Seyircilere ve sinema tarihine çok değerli, unutulması imkânsız bir belge bırakan Toprak, birbirinden farklı iki zaman dilimi kullanarak anlatıyor Kobâne’yi: Görüşmelerle doldurulan bir gündüz, fenerlerle aydınlatılan ve bekçiler dışında kimsenin bulunmadığı bir gece.
Oskar Töreni’ndeki Büyük Şaşkınlık: Yaşa Jenny Beaven!
Ülkü Özakın
Her yıl akademi ödüllerinin verilmesi, filmlerin yarıştığı bir tören olmakla, ünlü kadınların giydiklerinin yarıştığı bir tören olmak arasında gidip gelir. Bu kez, yeteneği tartışılmaz bir kadın ödülünü alırken, diğerleri gibi bir Disney Prensesi olmayı reddettiğinde, erkeklerin yüzerindeki ifade görmeye değerdi.
En iyi kostüm tasarımı ödülünü bu yıl ikinci kez kazanan Jenny Beaven, ödüle aday gösterilen diğer kadınlar gibi, o geceye özel tasarlanmış pahalı bir elbise giymemiş, saçını kuaförde saatlerce oturup mükemmelleştirmemiş, hatta makyajsız gelmişti. Beaven, geceye ödül aldığı filme atıf yapan alışılmadık bir kostümle katıldı. Giydiği sahte deriden, sırtında Mad Max filminden esinlenen, parıltılı kuru kafanın tepesinden çıkan ateş baskılı Marks and Spencer montu, topuksuz ayakkabıları ve bol siyah pantalonuyla, Beaven kendi kıyafetlerini, içinde rahat hareket etme ölçütüne göre seçen bir kadın. Ödülünü almak için sahneye doğru yürüyüşünde, topuklu giymediği için merdivenlerden hızla inişi, rahatça sallanan kolları ve geri dönüp baktıktan sonra başını kaldırıp yürümeye devam etmesi, bu seçiminden duyduğu gururu çok net göstermiyor mu? Harrison Ford, Indiana Jones kostümüyle katılmış olsa büyük sükse yapacakken kadınlara dayatılan elbiseler ne kadar tek tip, hatırlamış olduk.
Dünyada Diren! Filmine Dair Feminist Tartışmalar
Ülkü Özakın
Diren!/Suffragette filmi bu akşam özel gösterimle Türkiye’de ilk kez gösterilecek. Birkaç ay önce 59. Londra Film Festivali’nin açılış filmi olarak seçilen filmde, kadınların oy hakkı için mücadele eden sufrajet hareketinin lideri Emmeline Pankhurst’u canlandıran Meryl Streep, gösterim öncesi yapılan basın toplantısında filmin ve kendi açıklamalarının yarattığı tartışmalar hakkında konuştu. Streep, bir süre önce -hem de tam filmin tanıtımı sırasında- bir söyleşide “Feminist misiniz?” sorusunu olumsuz yanıtlayarak büyük hayâl kırıklığı yaratmıştı. “Hayır, hayır, hayır, bir feminist değil, o bir hümanist.” Time Out dergisine verdiği söyleşide, Streep, tam olarak şöyle diyor: “Ben bir hümanistim, hoş ve tatlı bir dengeden yanayım.” Alaya alınmamak ve söylediklerine itibar edilmesi için feminist olmadığını söylemek çok tanıdık değil mi? Streep, Londra Film Festivali açılışındaki basın toplantısında, daha önceki bu söyleşide kendisini “feminist” olarak nitelemeye yanaşmamasıyla ilgili soruya şöyle yanıt verdi: “Bu filmde bir ifade geçiyor; “Laf değil, iş!” diye… Benim için de aynı ifade söz konusu. Yaşamımda yaptıklarım, bir insan olarak ne olduğumu gösterir. Onunla uğraşın, sözcüklerle değil!” Streep daha sonra sinema endüstrisinin hâlâ erkeklerin egemenliğinde olmasının öfke uyandırdığını söylerken, karar alma süreçlerine daha fazla kadının dahil edilmesi çağrısında da bulundu.
Mustang filmine dair bir feminist okuma denemesi: Feminist filme sızan erkek bakışı
Ülkü Özakın
Bu yıl Fransa adına Oscar adayı olan ve Karadeniz’in bir köyünde geçen Mustang filminin artı ve eksilerini, feminist açıdan ele alan bir yazı yazmaya çalışacağım. Öncelikle ben filmi aşağıda paylaşacağım sorunlu noktalara rağmen genel olarak beğenenlerdenim. Çocuk yaşta, görücü usulüyle yapılan zoraki evlilikler, hala bu ülkede en büyük sorunlardan. Bu konuyu, genç kadınların ağzından, filmin ana teması olarak sunan bir filme çok ihtiyaç vardı.
Bir düşünelim, 1990’lardan önce çocuk olan hangimiz, ilkokul biterken sokaklardaki koşmaların “artık büyüdün kızım” sözleriyle sona ermesindeki şoku yaşamamıştır. (Böyle diyorum çünkü artık çocuklar mahalle aralarında sokakta oynama durumunu bile yaşayamıyor.) Cinsiyet farkını hiç önemsemez sandığım babamın anneme, bana iletmesi için söylediği “sen söyle, artık genç kız oluyor, bisiklete şortla binmesin bundan sonra” sözlerinin, bedenin özgürlüğünden, bedenin utancına geçişin zamanının geldiğini bildirmesini, o kırılmayı unutmak kolay değil. Mustang filmini izlemek bana o zamanları yeniden yaşattı. Erkeklerin bakışlarındaki tehdit edicilik, eskaza birinin hoşuna gidersen, istemeye gelmeyi düşünebileceğini, kendi ailen için geçerli olmasa da böyle bir gerçeğin olduğunu bilmek kız çocukları için önceki yılların çocukluğa ait coşkusunu nasıl da yok eder, tekrar hatırladım. Bir yandan ailelerin çocuklarını kötülüklerden korumaya çalışması da anlaşılmaz değil. Cinsiyet farkı konusu kolay çözülecek bir konu olmaktan hala çok uzak. Bu film o kırılma dönemine, kızların bakış açısından, her tür özgürlüğün ayrımcı biçimde kısıtlanması olarak bakıyor.
Sinemada Kadın Sesleri Yükseliyor
Melike Ölker
Gün geçmiyor ki Hollywood’un görkemli dünyasının ardındaki gerçekler gün yüzüne çıkmasın. Altın çağından bu yana süregelen bu gerçekleri cinsiyetçiliği, yaş ayrımcılığı gibi kadınların aleyhinde işleyen birçok durumla gösterebiliriz. Hatta göstermekle kalmayız, Amerika’da pek çok kurum tarafından yürütülen çalışmalarla, anketlerle, kanıtlarıyla sunabiliriz bunları. Hollywood’un yalnızca ekranda değil aynı zamanda kamera arkasında da yürüttüğü bu cinsiyetçilik rakamlara döküldüğü an Hollywood’un –aslında- oldukça başarısız olduğuna da işaret edecek. Bir sivil toplum organizasyonu olan American Civil Liberties Union, geçtiğimiz ay sinema sektörü içerisinde yaşanan bu cinsiyetçiliği vurgulayarak büyük şirketlerin kadın yönetmenlere iş imkânı tanımamasının arkasındaki nedeni incelemek adına soruşturma başlatacağını duyurdu. San Diego Devlet Üniversitesi‘ndeki Televizyon ve Filmlerde Kadın Çalışmaları Merkezi ise bu konuda bir araştırma yaptı. Araştırmaya göre 2014 yılının en çok kazandıran 100 filminin sadece yüzde 12’sinde başrolde kadın oyuncular yer alıyor. Bu rakamlar 2013 yılında yüzde 3’ün, 2002 yılında ise yüzde 4’ün altındaydı. Son 20 yılda en çok gişe yapan 2000 filmin ekibinde yer alan kişilerin ise sadece yüzde 22’si kadın olarak kayıtlara geçti.
“Bir Koca Yemeği Nasıl Pişirilir?” Üzerine Mülahazalar ve The Lunchbox (Dabba)
Arzu Lermioğlu
İki göz ocak, uzun dar bir mutfak, üst kattan ara sıra aşağıya, mutfak penceresine sarkıtılan bir sepet; içinde baharatlarla, acı biberlerle, püf noktalarıyla, seslerle, seslenişlerle günü kaynatıp giden. Bir tutam koymalı yemeğe, daha fazlası değil, “Gör bak nasıl değişiyor tadı yemeğin,” diyor, yıllardır gözleri tavandaki dönen pervaneye dikili kalmış yatalak kocasına bakan, film boyunca hiç görünmeyen üst kat komşu, Deshpande anti (teyze).
The Lunchbox (Dabba), 2013 yapımı bir Ritesh Batra filmi. Filmi izleyene kadar Hindistan’da böyle bir uygulama olduğunu bilmezdim, yani sefertası uygulamasını. Memurların öğle yemekleri için, çoğunlukla kendi evlerinden hazırlanmış çeşit yemekler, sefertaslarında hazır edilip, bu iş için görevli dabbawalla (sefertası taşıyan adam)’larca taşınıp, önlerine konuluyor yemek vakti geldiğinde. Pek ilginç geldi.
Film, iyi işlediği, hatasız olduğu kabul edilen sistemde meydana gelen küçük karışıklık, tesadüf üzerine kurulu; Ila’nın (Nimrat Kaur) o dar mutfağında hazırladığı ince tatlar kocasının değil, başka bir adamın masasına bırakılmaya başlar, e tabii sehven. Filmin kısa mevzusu da bu. Memur Saajan (İrffan Khan) Ila’nın yemeklerini tadıp, bu işte bir tuhaflık olduğu sezmişse de anlayamıyor işin doğrusunu, tâ ki Ila’nın durumu bildiren bir mektupla sefertasını ona yeniden göndermesine dek. Oysa Ila, geçen akşam kocasının gözünün içine içine bakmış, yemekleri için ne diyeceğini merakla beklemişti? Yoksa kalbe giden yol mideden geçmiyor muydu? Ertesi gün, dolu sefertası memur Saajan’a içinde hem durumu izah eden hem de afiyetle yenilen yemekler için teşekkür niyetiyle yazılmış bir mektupla geri döner, sonraki günler mektuplar sefertasıyla gidip gelmeye başlar. Kocasıysa Ila’ya, ona neden her gün karnabahar yemeği gönderdiğini sorar, “Karnabaharı toptan mı aldın?” diye çıkışır hatta. Ila’nın iştah açan yemeklerini hiç tanımadığı bir adam tadıyordu şimdi, adam aklından çıkaramıyordu artık Ila’nın yemeklerini, belki yolunu gözledikleri artık mektuplardı. Öte tarafta tanıdığı, bildiği, sevdiği adam ise gittikçe yabancılaşıyor, uzaklaşıyor, hatta aldatacağı varmış ki (diyorum), bir de aldatıyordu bir başkasıyla. Ila emin değil artık. O yemekleri gerçekten kocası yemiş olsaydı da, onun kendisine bu hiç tanımadığı adamdan gelen mektupların ilham verici seyriyle yarışacak sözler edebileceğinden kuşkulu.
İsrail Usulu Boşanma: Doğru Koca, İkiyüzlü Toplum
Arzu Lermioğlu
İsrail Usulü Boşanma adıyla, 34. İstanbul Film Festivali’nde gösterime giren film, başından sonuna dek bir mahkeme odasında geçiyor neredeyse. Neredeyse diyorum çünkü arada bir görünen diğer tek mekân, mahkemenin bekleme salonu. Elkabetz kardeşlerin yazıp yönettiği, Ronit Elkabetz’in aynı zamanda başrolde Vivianne karakterini canlandırdığı filmin konusu, İsrail (şeriat) yasaları uyarınca görülen sıradan (ama sıradanlığı tartışan) bir boşanma davası. Viviane Amsalem, on beş yaşında evlendirildiği Elisha Amselem’den boşanmak ister. Fakat, buna ancak yıllar sonra cesaret gösterir.
Halihazırda İsrail yasaları kadının talebiyle boşanmaya izin verse de görülen o ki, bu öyle pek de kolay olmuyor. Evvela kadının, kocasının kendisine karşı fiziksel ya da ruhsal olarak zarar verdiğini şahitlerle kanıtlaması gerekiyor.
Nihayet mahkeme, boşanmayı, erkeğin (tıpkı Sünni İslam uygulamalarındakine benzer biçimdeki, talak-ı selase mantığıyla) boşanmayı onaylayacak sözleriyle ve tabii yine mahkeme önünde hazırlanıp sunulan, ‘gett’ adı verilen bir belge ile sonuçlandırabiliyor. Yani her şekilde erkeğin rızasına dayalı bir iş görme usulü var, ortada.
Amsalem çifti, üç yıl boyunca boşanamıyor. Mahkeme, ilgi çekici diyaloglarla sürüp giderken, bezdirici bir şekilde her defasında sonuca yaklaşmadan ertelenip duruyor. Bu esnada, Vivianne’nin çoğunlukla sessiz konuşkanlığı, sıkıntılı, kaygılı, kimi yerde depresif jestleri o kadar iyi yansıtılıyor ki seyirciye, onun boşanma (özgürleşme) davasına sahip çıkar halde buluyorsunuz kendinizi bir anda. Bir yay gibi geriliyor, sonunda nöbetlerle gelen gülme krizlerine eşlik ediyorsunuz salonun ortasında. (Sinirden gülmek)
Yaşayan Çınara Uçan Süpürge’den Tema Ödülü!
Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali
“18’in Halleri”, sosyal bilimlerin konusu olduğu ölçüde farklı boyutlarıyla daha anlaşılır ve geliştirilebilir hale geliyor. Sosyal bilimler alanında hem bilgi üretimi hem de bilginin yeni kuşaklara aktarımı açısından yaşayan bir hazine olan Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, bu temelde şekillenen dinamik yaşamıyla “18’in Halleri”nden “hep 18” kalabilmeye örnek en önemli isimlerden. Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, bu seneki Uçan Süpürge Tema Ödülü’nün sahibi olacak.
1953 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistan olarak göreve başlayan Abadan Unat, 1966 yılında profesör olmayı başardı. “Beni ayakta tutan, hocalıktır. Başka bir şey öğrenmedim hayatımda. Bir de yeniyi öğrenmek…” sözleriyle yaşamı boyunca daima yeniye doğru attığı adımların kaynağını özetleyen Abadan Unat, kurmuş olduğu “Siyasal Davranış” kürsüsündeki ilk kadın asistan, ilk kadın doçent ve profesör olarak akademi tarihine geçti. Önce gazeteci olarak çalışıp basın alanında kadınlara rol modeli olan Abadan Unat, sayısız bilimsel eser verdiği akademik yaşamı kapsamında da kadın haklarıyla ilgili çalışmalar yaptı ve alanında öncü bir isim oldu.
“Aydınlanmanın Kadınları”, “Fulbright Yaşam Boyu Akademik Hizmet”, “Marmara Üniversitesi Yaşam Boyu Başarı” ödülleri gibi birçok ödül alan, Avrupa Konseyinin Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonunda 1978-1993 yılları arasında ikinci başkan ve üye olarak bulunan Abadan Unat, Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermeye devam ediyor. Kendisiyle yapılan söyleşiden oluşan kitabın neden “Hayatını Seçen Kadın” adını aldığı, Abadan Unat’ın büyük emeklerle örülü yaşam çizgisine bakmakla anlaşılıyor; 14 yaşında kendi isteğiyle Avrupa’dan Türkiye’ye hiç Türkçe bilmeden gelen, burada başladığı akademik yolculuğuna ise birçoğumuzun zorunluluk olarak gördüğü “belli bir yaştan sonra inzivaya çekilme”yi reddederek halen devam eden 94 yaşında bir bilge kadın…
Uçan Süpürge ile Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’ın yolları kısa bir süre önce Benim Madam Curie’m projesinde kesişmişti. Toplumsal cinsiyet rollerinin atadığı kalıplaşmış yargıların yıkılmasına yardımcı olmayı, kadınlara atfedilen kalıplaşmış meslek algısını yıkmayı ve özellikle kız çocukların meslek edinme konusunda ufuklarını açmayı hedefleyen Benim Madam Curie’m projesi kapsamında başarı hikayelerine odaklanılan ve tarihte iz bırakmış, yol açan dört bilim kadınının arasında Abadan Unat da yer almıştı.