“Bir Kere Daha Okusanıza…”

gulten2

Şebnem İşigüzel

Geçtiğimiz yazdı: İstanbul’un göbeğinde saçlarımı kestirdim. Pek kötü oldu sormayın. Şimdi uzadı tekrar eskisi gibi. Ama ilk kestirdiğimde tuhaf bir acıyla aynaya bakıp gayri ihtiyari mırıldanmıştım: “Kestim kara saçlarımı ne olacak şimdi?

İşte o anda bir tatlı sürpriz beni bekliyordu. Hemen arkamda manikür pedikür yaptıran hanımefendi şiirin devamını okudu. Şaşırmıştım. Öyle şaşırmıştım ki bunun saçlarımı kestirdiğim bir rüya olduğunu düşünmüştüm. Bu hafif şaşkınlıktan sonra kendime geldim. Gülten Akın’ın güzelim şiirinin devamının kendi halinde bir berber dükkânında okunacağını nasıl bilebilirdim? Saçlarımı kestirmiş olmam değil ama bunun gerçek olması çok daha güzeldi. “Günün hediyesi” dedim kendi kendime.

Hanımefendi emekli öğretmenmiş. Nar çiçeği rengi ojeler sürdürdü. Torunu gelecekmiş. “Ellerimi çiçeğe durmuş nar ağacı gibi görsün, çok hoşuna gidiyor” dedi. Sordum tabii “Siz de mi şairsiniz?” diye. Değilmiş. “Gülten Akın yazmış yazacağını! Onu okumak yetti bana” dedi. Bunu yolundan alıkoyulmuş gibi söylemedi. Mutlulukla, sevecenlikle söyledi. Özellikle dikkat ettim, sesinin tınısında kıskançlık yoktu. Onun hissettiği her şey bir kadın tarafından çoktan dillendirilmişti. Bunun huzurunu taşıyordu sadece.

Bu arada berber ilk dizesini benden, devamını diğer müşterisinden dinlediği şiiri merak etti. “Bir kere daha okusanıza” dedi, okuduk. Resmen düet yaptık hanımefendiyle. Bütün kalbimle okuduğum dizelere başıyla onay vermesi hoşuma gitti. Benim de böyle hayat dolu, iyi kalpli öğretmenlerim olmuştu. Hatta asık suratlı görünen biyolojicimiz Füsun Hanım bile hepimizi aniden güldüren espriler yapıverirdi. Şimdi sıkı durun: Ben Gülten Akın’ın ismini ilkin o biyoloji hocamızdan duymuştum. Ama önce şu berber dükkânından çıkalım: Berber şiiri öyle sevmişti ki bunca zaman duymamış olmasına hayıflandı.

Peki ben Gülten Akın şiiriyle ilk kez nasıl tanışmıştım?

gulten1

Lisedeydim. Bahardı. Aylardan Mayıs bile olabilir. Çünkü okula gelmeden önce kıyıya inip oturmuştuk. Dört beş sınıf arkadaşımız küçük bir sandal sefasına çıkmışlardı da Hale suya düşmüştü. İşte o sıçan gibi ıslanan, eve gidip üstünü değiştirmekten başka çaresi kalmayan Hale biyoloji sınavına geç kalmıştı. Asık suratlı ama nasıl oluyorsa bir o kadar muzip ve altın kalpli Füsun Hanım sınav kâğıtlarını dağıtıyordu. Hale kuru sivil giysileriyle sınıfa girmiş ve doğruyu anlatmıştı. Füsun Hanım dudağının kenarında müstehzi bir gülümsemeyle dinlemişti onu. Sonra da Gülten Akın’ın “Bir Kayığa Biner Geceleri” şiirinden bir dörtlük okumuştu. Ardından yine yapmıştı yapacağını: Bu şiirin ve şairin adını bilen öğrenciyi, verdiği kâğıt ne olursa olsun isterse boş kâğıt vermiş olsun, en yüksek notu almış kabul edecekti. “Özellikle senin bilmen lazım” demişti benim kâğıdımı verirken.

Ahhh, Füsun Hanım! Ciğerimizi biliyordu. Okumaya yazmaya sevdalı bir kız olduğumu biliyordu. Bu şiiri ve şairini bilmemek bana fena koymuştu. Sınav kâğıdının altına da yazmıştım: “Bu şiiri kimin yazdığını bilmiyorum.” Hakikaten utanmıştım bu şiiri ve şairini bilemiyor olmaktan. “Sadece bu şiiri bir kadının yazmış olabileceğini düşünüyorum.” İşte bu sezgim bana tam not almaktan çok daha kıymetli bir şeyi kazandırmıştı: Biyolojicimizin kütüphanesinden bir Gülten Akın kitabı!

Gülten Akın’la tanışmam ve onun şiirine sevdalanmam böyle oldu. Onu gerçek hayatta tanıma şerefine erişemedim. Ama şiirleriyle tanımış kadar oldum. Uzaktan uzağa en yakınımdakini sever gibi sevdim kendisini. Çantası kolunda Ahtamar Adası’nda çekindiği  – William Saroyan da aynı fotoğraftadır – gençlik fotoğrafıyla büyülendim. Sanırım en çok onun kendi halinde oluşunu sevmiştim. Çünkü ben de öyleydim. Kızıma bir taraftan pek beğendiği paltoyu dikerken diğer taraftan romanımı yazıyordum. Bu sömestr – prova saatlerimiz rahat olsun diye – ipekli tiril bir elbise diktim ona. Kollarını takmak roman yazmaktan daha zor ve bir o kadar da zevkli geldi, itiraf etmeliyim.

Gülten Akın’a da şiirlerinin kendi halinde böyle bir gündelik hayatta geldiğini hayâl etmişimdir nedense. Onu kendime yakın buldum demek bile ne haddime ama biraz öyle hissettim. Bizi büyülemesinin mucizesi belki bu olabilirdi. Dünyaya şair olarak gelmesi, bir şair olarak yaşaması, hep öyle kalması ve herkesin kalbine dokunacak incelikte şiirler yazması… Hem bir berberi hem bir romancıyı hem de bir çocuğu büyüleme, etkileme ustalığını ondan başka kim becerebilirdi?

Kendisiyle ilgili yaşanmış bir hikâyem daha var. Kızım yağmurda ıslanmayı hep sevmiştir. O zaman küçüktü: Yağmur yağdığını görmeye görsün kendisini dışarı atar, gözlerini yumar, yüzünü gökyüzüne çevirir, avuçlarını açardı. İşte o zaman ona  Deli Kızın Türküsü’nü okumuştum. Şiiri dinlemiş dinlemiş, o vakit her sözünün başına iliştirdiği nidasıyla “O-ha! Benim şiirim yazılmış” demişti. Şiiri ve şairini hiç unutmadı. Liseye başladığında onun da baş ucunda Gülten Akın kitapları yükselmeye başladı.

Ölümünü öğrendiğimizde iyi şairlerin hiç ölmeyeceğini düşündük ikimiz de. Tıpkı sevdiklerimiz gibi iyi şairler de biz ölünce ölür. Liseli bir genç kızı büyüleyip ondan  bir yazar yaratan şairimin anısı huzurunda sevgiyle eğiliyorum.

Share Button