Etiketler: röportaj
Avon bizle masaya oturacak!
Avon Direnişi’nden Eylem Görgü’yle Röportaj
Meral Akbaş – Burcu Saka
Avon’un Gebze’deki depo fabrikasında haklarını aradıkları, sendikalı oldukları için işten atılan, “Güzelliğimiz gücümüzden, gücümüz direnişten geliyor!” diyerek 22 gündür mücadelelerini sürdüren Avon direnişindeki kadınlardan Eylem Görgü sorularımızı yanıtladı.
Birbirimizden bunu duymaya, güçlü olabileceğimizi birbirimize hatırlatmaya bu kadar ihtiyacımız varken… “Tüm kadın dostlarımız hak gasplarına karşı dimdik dursunlar. Biz de bu güç var!” diyor Eylem… Eylem’den sonra sorularımızı yönelttiğimiz ve sendikada örgütlenme uzmanı olarak çalışan bir başka kadın da şöyle devam ediyor: “Avon’da yaşadıkları hak gasplarına karşı sendikalaşmak isteyen arkadaşlar bizi buldular. Normalde örgütlenme bizlerin işçiye ulaşmasıyla olurken, Avon başından beri çok farklıydı. İçerde çalışan işçiler kendileri bizleri buldu. Kadınlar erkeklere göre çok daha dirençli ve cesurlar. İnandıkları zaman ve bir arada hareket ettiklerinde çok güçlüler. Kadın dayanışmasını sağlıklı bir biçimde kurduğumuz sürece önümüzde hiçbir güç duramaz. Avon direnişindeki sloganımızda da dediğimiz gibi: Güzelliğimiz gücümüzden geliyor. Gücümüz direnişten!”
Yayınladığınız dayanışmaya çağrı metnini şöyle bitiriyorsunuz: “Sizleri sendika üyesi olan ve haklarımız için mücadele eden bizlerin hikâyesini dinlemeye çağırıyoruz”. İsterseniz buradan başlayalım: Avon deposunda çalışan kadınların hikâyesini anlatır mısınız? Ne kadar zamandır çalışıyorsunuz? Çalışma koşullarınız nasıl?
Ben Eylem Görgü. 10 yıldır Avon deposunda sipariş hazırlama biriminde çalışıyorum. Çalışma koşullarım çok ağır. Bundan 1 sene öncesine kadar sabah 7:45’den akşam 22:00’ye kadar çalışıyorduk. Gelen müfettişlere şikayet ederek çalışma saatlerimizi iyileştirebildik. Ne kadar iyi dersiniz artık?! Şu an depoda çoğunluğu kadın işçiler 2 vardiya biçiminde çalışıyorlar. Tüm gün ve gece boyunca ürünleri kolileyerek ve indirip kaldırarak raflara yerleştiriyoruz. Sürekli ayaktayız. Toplamda 2 tane 15 dakikalık çay molası ve de yarım saatlik yemek molası var. Bu kadar fiziksel emek harcadığımız bir işte çevremizdeki şefler de psikolojik olarak bizi yoruyorlar. Paketleri hızlıca hazırlamamız için sürekli baskı altında kalıyoruz. Hem zihnen hem bedenen yorulduğumuz bu işin karşılığı olarak asgari ücret alıyoruz. Hiçbir sosyal hakkımız yok. Ben 10 yıllık emeğimi Avon için harcadım. Tek kuruş zam almadan, karın tokluğuna çalışarak hem de.
Sepideh Farsi ile Red Rose Üzerine
Melike Ölker
Matematik eğitimi almak için Fransa’ya giden ve orada yaşamaya başlayan Tahran doğumlu yönetmen Sepideh Farsi, uzun yıllar fotoğrafçılık yaptıktan sonra kısa filmler ve belgeseller yapmaya başladı. Başta Toronto Film Festivali olmak üzere uluslararası pek çok festivalde gösterilen ve büyük beğeni toplayan Red Rose filmi ile adını daha geniş çevrelere duyuran Farsi, bu filmiyle İran’ın politik meselelerini de arka planına alarak bir kadın ve bir erkeğin ilişkisini aktarıyor beyazperdeye. Kurmaca bir öyküyü gerçek bir hikâye ile besleyen filmde Sara adında genç bir kadın ile orta yaşlardaki Ali’nin, 2009 yılındaki seçimlerin hemen ardından tüm İran’da patlak veren Yeşil Hareket olarak bilinen protestoların arasında başlayan samimi, derin ve tutkulu ilişkilerine tanık oluyoruz. Atina’da İranlı oyuncularla çekilen Red Rose’da Yeşil Hareket protestolarının cep telefonlarından kaydedilmiş görüntülerinin kullanılmış olması da hikâyeyi kavuran ve gerçekliğini yoğunlaştıran bir etken olarak karşılıyor izleyiciyi.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali aracılığıyla ülkemizde de izleme şansına eriştiğimiz bu başarılı yapımın yönetmeni ve ortak senaristi Sepideh Farsi ile filmi ve İran politikası ile ilgili kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Yılda bir kez de olsa ülkesini ziyaret eden Farsi, bu cesur filminden sonra İran’a bir daha dönemeyeceğine emin; ancak söylemek istediklerini yüksek bir sesle ve açıkça söylemekten asla pişman olmadığının, olmayacağının da altını çiziyor.
Filmlerinizdeki ana temalarınızı sorarak başlamak istiyorum. Özellikle “kimlik” kavramını sormam gerekiyor. Filmlerinizdeki ana temalardan birinin kimlik olduğunu ya da bu kimlik kavramının bireyler veya bireysellik üzerinden İran politikasını yansıttığını söyleyebilir miyiz?
Bence her bir sanat eserinde kişisel unsurlar her zaman vardır ancak daha az görünürdürler.
Bir süre önce İran’ı terk edip yurt dışında yaşamaya başladım. Benim durumumdaki gibi ülkenizi terk ettiğinizde ve onunla aranıza mesafe koyduğunuzda bu kimlik sorunsalı daha kalın bir çizgiye erişiyor, daha da görünür oluyor. Sanırım İran’da değil de yurt dışında yaşadığım ve oralarda film yaptığım için bunu daha da görünür kılıyorum; haksızlıkları, araştırmalarımı ve bu kimlik sorunsalını daha da açık bir şekilde yansıtabiliyorum. Tabii ki taşı İran’a atmam gerekiyor ve tabii ki bu da bir şekilde politikaya bağlanıyor. Çünkü benim neslim, özellikle de benim neslim, devrimin gerçekleştiği zamanlarda çok gençti. Biz o zamandan beri bu politik hengamenin içinde yaşıyoruz. Bu sebeple de politika çoğumuz için her zaman kimliğimizin bir parçası oldu, kişisel kimliğimizle iç içeydi. Bu filmden filme de değişen bir şey aslında; kimi zaman çok ön planda, çok daha görünür kimi zaman da çok daha gizli. Ama sanıyorum ki her zaman orada bir yerde.
Red Rose özelinde tutku ve politika kavramlarının özel bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Filminizde bu iki kavramı birbirine bağlayan şey nedir?
Politika ve devrim. Devrim hali tutkulu bir haldir. Devrim idealist bir durumdur ve tutkuludur. Bir devrim yapıyorsanız bu bir nevi aşktır aslında. Bu ilginç bir birlikteliktir; toplumun devrimsel ya da isyankâr halleri boyunca imkânsız bir tutku hakkında konuşmakla onun anlamının bir araya getirilebilirliğidir. Paradigma olarak bunun çok ilginç olduğunu düşünüyorum çünkü bir şekilde benzer vaziyetler; ancak biri daha toplumsal seviyedeyken diğeri daha kişisel bir konumdadır ve bu sebeple de onları bir hikâyede bir araya getirmemiz bizim için oldukça ilgi çekici bir konudur.
Bir sonraki projenizin de Yunanistan’da geçeceğinden ve göçmenleri konu alacağından bahsetmiştiniz daha önce. Bu projenizle ilgili daha detaylı bilgi verebilir misiniz?
Tabii ki. O da tutkulu bir hikâye olacak ancak bununla sınırlı kalmayacak. Bu kez bağlantı Ortadoğu ve Avrupa arasında olacak ya da Avrupalı ve yabancı olmanın ne demek olduğuyla ilgili olacak. Çünkü bu bölgeler; Suriye, Türkiye, Yunanistan ve hatta İran birbirine çok yakın bölgeler. Kültür olarak, coğrafik olarak birbirimize çok yakınız. Ancak bu kapkalın sınırlar her şeyin çok uzakta olduğunu düşünmemize neden oluyor.
Ida Panahandeh ile Nahid ve İran Sineması Üzerine
Melike Ölker
Cannes Film Festivali’nin Belli Bir Bakış bölümünde yarışan ve festivalden Avenir ödülüyle dönen Nahid, İranlı yönetmen Ida Panahandeh’in ilk uzun metrajlı sinema filmi. Daha önce pek çok kısa film ve bir de televizyon filmi çekmiş olan yönetmen, Nahid ile eşinden boşanmış ve on yaşındaki oğluyla yaşamını idame ettirmeye çalışan bir kadını anlatıyor. Çocuğunun velayetini yeniden evlenmemesi koşuluyla alan Nahid’in âşık olduğu adamla olan ilişkisi, kendisini büyük bir çıkmaza sokar. Toplumsal baskının ve ahlaki değerlerin içerisinde bir anne ve bir kadın olarak Nahid, derin bir mücadele ile beyazperdeye yansıyor.
İran Sineması’nın son yapımları arasında başarıyla sergilediği duruşu ve yansıttığı güçlü bir kadın profili ile Nahid’i ülkemizde 14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde görme şansına erişebildik. Bu süreçte İstanbul’a gelen Ida Panahandeh ile sizler için kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Daha önceki röportajlarınızın birinde “İkimiz de (ben ve Arsalan Amiri) babalarımızın yokluğuyla büyüdük. Annelerimizin geleneksel İran toplumunda bağımsız birer kadın olarak kendilerini kanıtlama mücadelelerine tanık olduk.” demişsiniz. Nahid özelinde konuşarak bunu Nahid’in annelerinizin mücadelesinin beyazperdeye doğrudan yansımış olduğu şeklinde yorumlayabilir miyiz?
Çok. Nahid karakteri tek başına bir kadının çocuğunu büyütme mücadelesini anlatıyor ve bu benim hayatımda doğrudan olan bir şeydi. Annem de böyle yaşayan bir kadındı. Bundan dolayı da bunun doğrudan filme yansıdığını söyleyebilirim.
Pek çok açıdan bir Avrupa ülkesi kadar kolay değil bu coğrafyada film yapmak. Fakat yine de çok büyük işler çıkıyor Ortadoğu ülkelerinden. Özellikle de İran’da. Buradan hareketle sanatın üzerindeki baskıların, hikâyeden mizaha kadar sanatın pek çok parçasını olumlu bir yönde etkilediğini ve sizi de bu şekilde etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Buna kesinlikle katılıyorum. Eğer o baskılar ve o sistem olmasa ve eğer biz İran’da yönetmenler ve sanatçılar, mesela İsveç gibi bir ülkede olsak belki hiçbirimiz film yapmazdı ya da belki de hiç kimse kendisini bu kadar dışa vurmak için çabalamazdı. Ama öte yanda da “Sanatçılar toplumun aynasıdır.” diye meşhur bir söylem vardır. O yüzden bu baskılar bir şekilde sanatçıları, yönetmenleri zaten o tarafa doğru götürüyor. Konuşmak için, diyalog üretmek için. Bu baskıların dışavurumu, o ayna olabilme durumu için çok etkili.