Anneanne Geldiysen Saçlarımı Üç Kere Okşa
Zuhal Esra Bilir
Amargi’nin çağrı yazısını okuduğumda farklı zamanlarda ve koşullarda yaşamış, hayatta olmayan, tanımayı en çok istediğim kadın kim diye düşündüm birkaç gün boyunca. Çok uzaklardan kadınlar geldi önceleri aklıma ancak onlara dair içimde eksik ve yavan bir taraf kalıyordu. Nasıl ortaklıklarım nasıl farklılıklarım olduğunu keşfedeceğim, mazimden çağırabileceğim bir kadının olabileceğini söylüyordu Amargi. Aslında kime işaret ettiği çok belliydi: Anneannem Lütfiye Postacı. Ama biliyorum ki anneannemi yeteri kadar tanımıyorum aslında. İstedim ki bu yazı vesile olsun, ben anneannemi anlattırayım anneme, teyzemlere ve onu tanımış kuzenlerime.
Yirmi sekiz kadınız biz annemin ailesinde: bir anneannem, bir annem, beş teyzem, iki kız kardeşim, dokuz kadın kuzenim ve onların da dokuz tane kız çocuğu var. Şimdilerde hamile olan ablamın cinsiyeti belli olmayan bebeği de kız olursa yirmi dokuzuncumuz yola çıkmış olacak. Teyzelerimin hepsi gurbetlik çekmiş, kocalarından pek de hayır görmemiş, çokça yokluk görmüş, hayatın yükünü hep bacılarıyla dayanışarak sırtlamış kadınlar. Bugün durduğum yerden baktığımda feminizm adına söylenebilecek her şeyi bulabiliyordum onların hayatlarında. Feminizmin tüm bu yaşananlar için söylediği büyük laflar var elbette. Ama esas olan ve bana kalan çekilen acıların ötesinde bir şeydi. Mücadele etmenin, güçlü kadın olmanın hayatın içinde nasıl bir yere denk geldiğini anladım hep anlattıklarından.
On üç yaşında evlenen ve iki kaynanalı, bol görümceli bir eve gelin giden en büyük teyzeme, bu evde kimse yemek vermediği için nasıl zafiyet geçirdiğinin anlatıldığı hikâyenin hemen ardından evlerin damlarından atlaya zıplaya –sokaklarda gezmelerine izin verilmediği için- nasıl anneannemin hazırladığı yemekleri gizlice götürdükleri hikâyeyi hala aynı coşku ve muziplikle anlatmalarından inandım hayatta çıkar bir yolun varlığına.
Bir başka teyzemin doğum yaptığı gece anlatanın deyimiyle zamparalığa gitmiş kocası evde olmadığından nasıl kadın başına açık hava sinemasında dâhiliye doktoru -memleketteki tek doktor dâhiliyeci olduğundan- aradığını anlatan bacısının gurur dolu gözleri şu hayatta istediğim her şeyi başarabileceğime inandırmış beni meğer.
80’li yıllar, darbe sonrası sıkıyönetim zamanları Adıyaman’da öğretmenlik yapan teyzem Hakkâri’ye sürülmekle tehdit edildiğinde “Hakkâri de memleket toprağı değil mi? Ben memleketin her yerinde çalışırım!” karşılığını tek nefeste, dimdik veriyor vermesine de hemen aklına Siverek’ten birlikte geldiği ve yeni bir hayat kurmaya çalıştığı annesi düşüyor. Annem de benimle birlikte tüm bu güçlükleri yaşamak zorunda kalacak diye düşünüp kaygılanırken kızının içten içe kafasını kurcalayan bir şey olduğunu hemen fark eden anneanneme olan biteni tereddütle anlatıyor. Anneannemden aldığı “Ne diyorsun kızım sen? Sen neredeysen ben oradayım. Sürerlerse sürsünler! Ben senin arkandayım. Çok iyi yapmışsın!” cevabının ona verdiği güveni anlatan teyzemin otuz beş yıl öncesine gidip mutluluktan parlayan gözleriyle karşılaşınca bu hikâyeleri dinlemekle ne iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum.
Anlatılan onca acının hep bir mücadeleye ve güçlenme hikâyesine dönüşünü fark etmem elbette ki feminizm sayesinde olmuştur. Daha dinlenecek çok hikâyeleri var ama anlattırmak da bir meziyet ister. “Amman eski zaman karıştırma hiç şimdi onları!” cevabını aldığım çok olmuştur. Ama bir taraftan da anlatılan her şeyin sonuna illa ki “Bunları hep yazmak lazım aslında!” iliştiriverirler. İşte ben bu istekten alıyorum bu yazıyı yazarken gücümü.
Bizim ailedeki her kadının hayatının en zoru, en az konuşulan bir olayı vardır ki, acısı hala bıçak gibi kesiverir ortalığı: dedemin intiharı. Yaşamı boyunca dürüst olmanın ve onurlu bir hayat sürdürmenin mücadelesini vermiş bir adam olan dedem hayırsız bir erkek evlat yüzünden iflas etmiş, tefecilere borçlanmış, varını yoğunu kaybetmiş. Yaşadığı utanca daha fazla dayanamayarak yaşamına son vermiş. Geçmişe dair ne anlatılırsa anlatsın hep bu ölüme gelir dayanır anlatılanlar, bir yumruk oturur boğazına anlatanında da dinleyeninde de. Cenazesi nasıldı diye sorduğumda teyzemin “Kurşun sıksalar hiç birimizin kanı akmazdı.” cümlesinden daha iyi bir cümlem yok o acıyı anlatmak için. Keşke anneannemden dinleyebilseydim kocasının intiharını; ona duyduğu öfkesini, acısını, özlemini, sitemini onun cümlelerinden yazabilseydim. Bütün kızlarının büyük bir hayranlık, sevgi, saygı ile bahsettiği kocasını ondan dinlemeyi ne çok isterdim!
Anneannemi on üç yaşımdayken kaybettim. Ona dair çok az şey bildiğimi bundan tam bir yıl önce, Kadın Çalışmaları’nda okumuş on bir kadının, on yedi yıl evvel bir seminer dersinde birbirlerine anneannelerini anlattıkları “Anneanne Sırlarını Eskitmiş Aynalar” kitabını okurken fark ettim. Onu gerçekten tanımaya başlamaya ise bu yazıyı yazarak başlayabildim. Başlayabildim diyorum çünkü henüz tamamlayamadım. Dedim ya benim ve onun dışında yirmi altı kadın daha var hadi son kuşağı çıkar nerden baksan on beş kişi kalıyor. On beş kadın on beş farklı anneanne anlatısı eder. Üstelik Diyarbakır’dan İzmir’e memleketin başka başka yerlerinde yaşayan kadınlar. En kolayından -ya da öyle sandığım-, annemden başladım anneannemi konuşmaya. Daha sonra yine Ankara’da yaşayan iki teyzemle konuştum şimdilik.
Bu yazı benim ilk adımım. Devamı gelecek bir anlatının ilk cümleleri. İlk sorulan sorular. Anneannemin biyografisini yazma yolundaki ilk soluklanışım. Anlatanlar için geçmişi çağırma, bugünden yorumlama, gözden geçirme, yaşanan onca duygudan geriye kalanları ayıklama oluyor bu görüşmeler. Benim için kendimi eşelemenin, didiklemenin, anlamanın yolu. Anneyle yarım kalan hesaplaşmalar da çıkıyor ortaya, iç hesaplaşmalar da. Haliyle ağır geçiyor hepimiz için. Acemiyiz hepimiz. Başa çıkamadığımız anlar da oluyor, kahkahalarımızın çınladığı da. Dedim ya bu bir başlangıç yazısı. Konuşmaya, hatırlamaya başlamanın yazısı. Benim için de anneannemi ve ailedeki diğer kadınları tanıma, keşfetme yolunda bir ilk adım. Yol uzun. Anlatılacak, yazılacak, düşünülecek çok şey var. Ama içim çok rahat; çünkü bu yol her şeyiyle benim.