Doris Lessing’in “Anılar”ı’nın İzinde: Gerçekler, Hatıralar ve Anlatılar
Selda Tuncer
“Kadınlar çoğu zaman hafızalardan, sonra da tarihten silinir giderler.”
Doris Lessing
Kadınların yazmayla ilişkisi her zaman çetrefilli olmuş ve hep bir yazma korkusu, yazdığını beğenmeme veya ondan utanma ve gizlice yazsa bile kendini yazıyor saymama gibi duygularla baş etmek zorunda kalmıştır. Yazma eyleminin kendisi her birey için çok zorlu bir süreç olsa da kadınların yazı yazarken ve belki daha da önemlisi yazmaya başlarken kapıldıkları endişe, tedirginlik ve karmaşık ruh halini erkeklerin bu denli yaşadığını sanmıyorum. Bu sorgulamaların altında yatan en temel nedenlerden biri yazdığını, anlattığını ama en çok da kendini ve yaşadıklarını önemsememek duygusu yatıyor. Hangimiz bir konuda yazmaya niyetlendiğimizde kendimizi şu sorulardan birini sorarken bulmamışızdır: Anlatacak bu kadar önemli neyin var? Kayda değer ne yaşadın ki anlatmak istiyorsun? Zaten senden önce onlarca kişi bunları en güzel şekliyle yazmış, sen yeni ve daha iyi üzerine ne koyabilirsin? Bugüne dek çevremde yazarken ya da yazması için motive ettiğim kadınlardan bu soruların en az birini dillendirmeyenine rastlamadım –Amargi Dergi bu hikâyelerle doludur. Kendimi zaten hiç saymıyorum, derdi olmayan bu yazıyı niye yazsın ki!
Bu kendini önemsememe, yazmaya değer görmeme halinin bireysel, sadece kendine ait olduğu yanılgısı –öyle ya bizim dışımızdaki herkes masanın başına oturdu mu sular seller gibi yazmaktadır- ancak başka kadınların hikâyesini dinleyene kadar sürer. Aslında biricik sandığımız o deneyim bizden önce ve şu an bizimle birlikte sayısız kadının yaşadığı ortak bir durumdur ve bunu görmenin en iyi yolu kadın yaşam öykülerine bakmaktan geçer. İşte bu anlamda biyografi yazını bize çok değerli ve zengin bir kaynak sunar. Biyografiler sayesinde başka kadınlarla temas etme imkânı bulur ama daha da önemlisi farklı kadınlık deneyimlerini okuyarak bir paylaşma ve ortaklaşma alanı açarız kendimize. Epey zamandır bu alanın keyfine varmış bir okur olarak, en sevdiğim yazarlardan Doris Lessing’in otobiyografisinin yayınlanmasına kayıtsız kalamazdım elbette. Altın Defter’i okuduğumdan bu yana gözümde ayrıcalıklı bir yeri olan Lessing’in kendi sözcükleriyle anlattığı hayatına konuk olmak benim için heyecan verici olduğu kadar, bir kadın olarak, çok besleyici ve güçlendirici bir deneyim oldu. İki cildin bir arada yayınlanması sonucu 850 sayfalık bir kitap olması gözümü korkutmadı değil ama tam da bu nedenle okumak için yaz tatilini bekledim. Ve şimdi evde, otobüste, uçakta ya da bir sahilde elimden düşürmeyerek okuduğum zamana baktığımda beklediğime değdi diyorum, Lessing adeta bütün yaz yanımda gezerek bana arkadaş oldu.
Bazı kitaplar sizi o kadar etkiler ve içine alır ki biri nasıl olduğunu sorduğunda ne kadar anlatsanız da yeterince kelimelere dökemeyip bir noktadan sonra mutlaka okumalısın der bırakırsınız. Açıkçası Lessing’i okurken ben de benzer bir hisle özellikle de kadın arkadaşlarıma bir an önce okumalısınız diye defalarca telkinde bulundum. Okudukça sadece kendimden bir şey değil, hayatımdaki kadınlardan da bir şeyler bulup bunları fark ettikçe onlar da okusun istedim. Peki, bir kitabı ya da daha da özelleştirecek olursak bir oto/biyografiyi bu kadar iyi, bu kadar okunası yapan şey nedir? Biyografiyi yarın karanlıkta düz ve çoğu zaman yorucu bir yolda yürümeye benzeten Lessing, gerçekten güzel yazılmış bir biyografiden daha iyi ne olabilir ki diye sorar kitabın başlarında. Açıkçası ben otobiyografisini okurken bu sorunun hakkını fazlasıyla verdiğini düşündüm. Kitapta beni etkileyen, yazarın olağanüstü derecede sıra dışı bir hayat hikâyesi olmasının yanında bunu güçlü tespit ve sorgulamalar eşliğinde çarpıcı bir biçimde anlatmasıydı. Şüphesiz her insanın, en sıradanımızın bile, kendine göre sıra dışı bir hikâyesi vardır ama burada düşünün ki İran Kirmanşah’ta başlayıp kısa bir zaman sonra bugün Zimbavbe olarak anılan Güney Rodezya’ya atlayan ve son olarak savaş sonrası Londra’sına uzanan bir yaşam serüveninden bahsediyoruz. Bir de bunu, dönemin siyasi hayatına aktif olarak katılan, Komünist parti üyesi ve Londra’ya geçmesinden kısa bir süre sonra ise tanınan bir kadın yazarın tanıklığıyla dinlediğimizi düşünün.
1919-1962 yılları arasında kırk yılı aşkın zaman dilimini kapsayan kitapta, Lessing çocukluk zamanlarından orta yaşlara kadar geçirdiği hayat hikâyesini, içinde bulunduğu dönemlerin koşullarını büyük bir açıklıkla tartışarak ortaya koymaya çalışıyor. Yani, kişisel hikâyesini anlatırken okuyucuya zamanın ruhunu verebilmek için büyük bir çaba sarf ediyor. Zaten, kendisini böyle bir otobiyografi yazmaya iten sebeplerden birinin, olağanüstü bir dönemin, Afrika’daki Britanya İmparatorluğu’nun sonunun bir parçası olduğunu giderek daha fazla hissetmesi olduğunu dile getiriyor. O zamanların nasıl olduğunu bugün kimsenin, hatta Güney Afrika’daki insanların bile bilmediğine dikkat çekiyor –ki kendi adıma bunun çok doğru olduğunu söyleyebilirim. Koloni Afrikası’ndaki zamanlarını anlattığı kısımları adeta bir dönem filmi izliyormuş hissiyle okudum. Savaş sonrası Londra’ya ilişkin çizdiği detaylı manzaraysa daha önce Londra’da yaşamış biri olarak benim için çok etkileyiciydi, o dönemde feci halde yoksul, harap haldeki Londra’yı güçlükle canlandırabildim zihnimde. Burada asıl çarpıcı olansa, savaş atmosferinin şehirde her şeyi çılgınca etkisi altına almasını, Lessing’in deyişiyle adeta bir zehir gibi her yere yayılmasını bu kadar içerden birinin anlatımıyla dinlemekti. Bununla ilgili Lessing, kitabı yazma sürecinde en zorlandığı şeylerden birinin soğuk savaş atmosferini aktarabilmek olduğunu söyler. Aslında bu noktada iyi bir oto/biyografinin nasıl olacağına dair ipuçlarını da vermektedir. Kendi hayat hikâyesini anlatırken Lessing bir yandan da bu anlatının belkemiğini oluşturan hatırlama, unutma, bellek ve gerçeklik gibi sorularla uğraşır. Ve bir yerde şöyle bir saptama yapar: “Gerçekler kolaydır. Anlaşılması zor olan, bu gerçekleri mümkün kılan atmosferdir.” İşte Lessing’in kendi satırlarında yapmaya çalıştığı ve bana kalırsa fevkalade şekilde yapmış olduğu tam da böyle bir şeydir.
Lessing’in Anılar’ında sevdiğim şeylerden biri de ne kadar dürüst olursa olsun, ne kadar gerçekleri anlatmaya çalışırsa çalışsın yazar nihayetinde bunun bir anlatı olduğunun açıklıkla farkındandır ve sürekli okuyucuya hatırlatır. Kimi zaman sesli düşünürcesine kimi zaman okuyucuyla adeta sohbet eder gibi niye onu değil de bunu hatırladığını ya da niye hep belli anıları çağırdığını sorar: “Hatırladığın şeylerin, hatırlamadıklarından daha önemli olduğunu nereden biliyorsun?” O’na göre bir oto/biyografinin asla doğru olamamasının nedeni de bunda yatar; yani zamanın sübjektif olarak yaşanıp hatırlanmasıdır. Ancak yine de bunu başkası yerine kendi yapmayı tercih eder ve bir otobiyografi yazarak bir nevi kendi hayatına sahip çıkacağını düşünür çünkü Lessing’e göre yazarlar ne derse desin hayatları kendilerine ait değildir. Ve bunun üzerine hayatına yön veren bazı “gerçek”lerden bahsederek kendi anlatısını kurar. Bunlardan biri annesiyle çatışmalı ilişkisi diğeriyse çocukluğundan itibaren her türlü otoriteye karşı olma isteğidir. Lessing, kişisel hayat hikâyesinde belirleyici olan bu iki durumla ilgili anılarını anlatırken sürekli bir sorgulama, anlamaya çalışma ve yüzleşme içine girer; özellikle annesiyle hiçbir zaman çözülemeyen ilişkisine hayatının farklı dönemlerinde nasıl baktığına tanıklık ederiz. Annesiyle bıkıp usanmadan yaptıkları kavgaların nedenlerine yetmişli yaşlara gelinceye kadar bir cevap bulamadığını itiraf eder.
Aslında bu durum, yani anneyle kurulan ilişki, çoğu kadın biyografisinde sıklıkla rastlanır. Ortak ve birincil derecede önemli bir kadınlık deneyimi olarak anneyle ilişki, olumlu ya da olumsuz, kadınların kişisel hayatlarında ve kendilik anlatılarında can alıcı rol oynar. Hele de Lessing’in durumunda olduğu gibi hayat boyu çatışmayla süren bir anne-kız ilişkisiyse, bu bütün her şeyin önüne geçer ve hikâyeyi belirler, hiç bahsi geçmediği anlarda bile satır aralarına siner. Lessing’in daha çocuk yaşlardan itibaren annesine duyduğu öfke, nefret, acıma, iğrenme ve pişmanlık duygularıyla nasıl baş etmeye çalıştığını okurken birçok kadın arkadaşımı düşündüm ve kendimi bir nebze de olsun şanslı saydım, yakın arkadaş gibi olmasak da annemle böyle bir çatışma yaşamadığım için. Lessing’in gerçek bir acı ve ıstırap diye tarif ettiği annesiyle yaşadığı bu durumu doktora araştırmam için yaptığım anne-kız görüşmeleri sırasında çok daha yakından görme ve anlama şansım olmuştu. O’nun yazdıklarını okurken fark ettiğim bazı görüşmecilerimin söyledikleriyle arasındaki çarpıcı benzerlik, dünyanın farklı yerlerinde bambaşka koşullarda yaşayan kadınların deneyimlerinin ne kadar ortaklaşabildiğini gözle önüne seriyordu. Lessing’in annesinin ölümü ardından yazdığı bu satırların benzerini daha birkaç yıl öncesine kadar bir görüşmecimden dinlemiştim: “Annemle benim bu uzun, acıklı hikâyemizin hangi noktasında farklı davranabilirdim? Farklı şeyler yapabilirdim. Ancak hiçbir şeyin farklı olamayacağı sonucuna varmak zorunda kaldım. Eğer canlanıp Londra’ya gelse ve cesur, alçakgönüllü ve anlamayan bir tavırla, “Ama tek istediğim beraber olmamız,” dese, kesinlikle aynı şekilde davranır, aynı şeyi söylerdim. O halde acı çekmenin ne yararı var? Üzülmenin? Pişmanlığın?” Şüphesiz, Lessing için -ve birçok kadın için- bu sorgulama hayatı boyunca sürecek, peşini bırakmayacaktı.
Lessing, Anılar’ında anneyle ilişkisinin dışında birçok farklı kadınlık deneyimine yer verir. Hayatına giren birbirinden farklı kadınlarla teması, onlarla kurduğu dostluk yanında hamilelik, kürtaj, cinsellik ve taşrada kadın olmak gibi çok çeşitli konularda yaşadıklarından anlatmaya değer bulduklarını çekinmeden paylaşır. Bu noktada yeri gelmişken bir parantez açıp feminist biyografiyle ilgili bir şeyler söylemek iyi olur. Bana kalırsa Lessing’in otobiyografisi çok iyi bir feminist biyografi örneği, her ne kadar kendisi bu tanımdan hoşlanmayacak olsa da, maalesef feministleri çok sevmediği için. Feminist biyografinin en önemli özelliklerden biri kadın olmaktan dolayı yaşanan farklı kadınlık deneyimlerini ortaya çıkarmasıdır. Böylelikle, bir yandan erkekler dünyasında bir kadın olmanın ne demek olduğunu açığa çıkarırken diğer yandan klasik anlatılarda önemsenmeyen ev alanı ve özel hayata dair gündelik deneyimleri hikâyeye dâhil eder. İşte Doris Lessing Anılar kitabında bunu muazzam bir şekilde gerçekleştirdiği söylenebilir. Feminist biyografi yazımında izlenmesi gereken bazı ilkeler şüphesiz bir biyografiyi okurken de bize yol gösterebilir. Catherine Heilbrun, Kadının Özyaşam Öyküsünü Yazarken kitabında feminist bir yaşam öyküsü yazımı için hatırlama, itiraf ve bilinçlenme aşamalarının önemine dikkat çeker. Yukarda kimi örneklerde de bahsettiğim üzere, Lessing’in kitabını güçlü yapan, kendilik anlatısını bu söz konusu aşamalar üzerine inşa etmiş olmasıdır.
Şüphesiz, feminist biyografi yazımında bir nevi kendini deşme, yüzleşme diyebileceğimiz süreçlerin en önemli uğraklarından biri kişisel tarihimizdeki kadınlarla karşılaşma ve ilişkilenmelerimizdir. Annesiyle ilişkisinin aksine, Lessing Anılar’ında hayatına giren kadınlarla kurduğu ilişki ve arkadaşlıklardan sıkça bahseder: annesinin arkadaşları, kocasının iş arkadaşlarının eşleri, hastalandığında yanında kaldığı yaşlı Afrikalı kadın, ilk hamileliklerini beraber geçirdikleri Ivy, Londra’da bir süre beraber yaşadığı ve Altın Defter’deki mutfak sohbetlerinin kaynağı Joan, taşındığı dairede kendisine bütün mahallenin tarihini bir çırpıda anlatan kapı komşusu Lil Pearce ve daha niceleri. Lessing’in çocukluğundan itibaren karşılaştığı tüm bu kadınları anlatımında, kendisinden çok farklı bile olsa onları tanıma ve sevme çabası açıkça hissedilir. Bütün kitap boyunca, Lessing sadece kadınların değil erkek, çocuk demeden sayısız insanın hikâyesini anlatır ama hayatının her döneminde ona bir yanıyla eşlik eden kadınlarla arkadaşlıkları tüm bunların arasından parlar. O’na göre kimi zaman sizden bambaşka bir hayatı olan bir kadınla bile, bir kadın olarak ortak bir yönünüz olabilir: “Bu kadınları sevip sevmemeniz ya da onların sizi sevmemesi önemli değil. “Ortak hiçbir yanımız yok.” Beni güldürmeyin, ortak yanınız biyolojik temeliniz. Birlikte vakit geçiren genç kadınlarsınız ve bu yeter.” Ancak bunları yazdıktan hemen sonra Lessing gençliğinde ilk çocuğundan sonra kocasının iş arkadaşlarının çocuklu eşleriyle sabah çaylarına gitmeyince özlediğini ama özlediği için de kendinden nefret ettiğini itiraf eder. Aktif siyasi ve entelektüel hayatın içinde olan Lessing, ilk çocuğuyla birlikte Koloni’de orta sınıf ev kadını beyaz kadınların hayatın dâhil olur ve buradaki paylaşımdan genç bir anne olarak keyif almayı kendine yakıştıramaz. Bu anlamda, üstteki satırlarda yetmişli yaşlardaki Lessing, adeta genç Doris’le konuşmaktadır.
Anılar’da öne çıkan ve burada üzerinde durulmayı gerektiren bir diğer konu ise yazarın hamilelik ve çocuk sahibi olmayla ilişkisidir. Lessing erken yaşta iki evlilik yapmış ve ilk eşinden iki, ikinci eşinden bir tane olmak üzere üç çocuğu olmuştur. Bu bir cümleye sığdırdığım basit ‘gerçek’ Lessing’in bütün anlatısını etkileyecek karmaşıklık ve derinlikte bir yaşam hikayesine tekabül eder. Açıkçası, şu an -kendi isteğiyle- evli ve çocuklu olmayan bir kadın olarak, benim için Lessing’in doğurma ve çocuk sahibi olmayla kurduğu bağ oldukça sıra dışı ve yer yer anlamakta zorlandığım bir ilişkiydi. Bu, basitçe benim çocuk yapmamam ve O’nun yapmış olması gibi bir ayrımla açıklanamayacağı gibi sadece kendimin değil okuduğum, bildiğim başka kadınların deneyimine dayanarak da düşündüğüm bir şey. Belki de, Lessing’in savaşla ilgili atmosferi bugünkü gençlerin anlayamayacağı kaygısını haklı çıkaracak şekilde bununla ilişkili olarak o dönemde yaşanan bazı duygu ve deneyimlerini de anlamakta zorlanıyorum. İlk çocuğunu kazara hamile kalıp kürtaj için de geç kalması sonucunda yapan Lessing, üzerinden daha bir yıl geçmeden ikinci bebeği istemesini Zeitgeist’le açıklar. Etrafının çocuk yapmak konusunda çok istekli genç çiftlerle sarılmasıyla bir yerden sonra O da bu atmosferde birkaç yıl önce sarf ettiği “bu dünyaya çocuk doğurmayacağım” sözlerini unutarak ikinci çocuğunu yapar. Ancak Lessing’in doğurmak, çocuk yapmak konusunda bu kadar istekli olması sadece çevrenin etkisiyle açıklanabilecek kadar basit değildir; bunun arkasında çok güçlü ve derin içgüdü vardır ve bunu Lessing çocukluğundan itibaren bütün hayatını ciddi derecede etkileyen savaş ve ölümlere verdiği bir tepki olarak yorumlar. Gerçekten de bu durum, Lessing’in donanmaya katılan kardeşinin öldüğünü sandığında eşine söylediği sözlerde bütün açıklığıyla görülür: “Frank’e sıkıca sarıldım ve hemen bir çocuk daha yapmamız gerektiğini söyledim. Bundan daha ilkel ve de esaslı bir tepki olabilir mi? Ölüm haberine, ölüme, haberleri her dinleyişimizde duyduğumuz binlerce ölüye burun kıvırıyordum.” Burada, babasının Birinci Dünya Savaşı’nda sakat kalmasına rağmen annesinin oğlunu donanmaya göndermeyi istemesine ve kardeşininse buna karşı çıkmayıp gitmesine karşı öfkeli olan bir genç kadın vardır ve Lessing etrafını saran bunca ölüme hayatla, yaşatma güdüsüyle cevap vermek ister.
Ancak, buraya kadar anlatılan Lessing’in çocuk sahibi olmayla ilişkisinin sadece bir kısmıdır; hikâyenin kalan kısmında yaşananlar –yani kendisinin aktardığı kadarıyla- Anılar’ın ilk cildinin yayınlanmasından sonra epeyce tartışmaya yol açacaktır. Lessing iki çocuk sahibi olduktan birkaç yıl sonra ilk eşini terk eder ve çocukları da ona bırakır. Kendi deyişiyle, yaşadıkları bu çirkin dünyayı değiştirmek ve onların ilerde ırk nefreti ve haksızlık olmayan bir dünyada yaşamaları için gitmesi gerekmektedir. Evini terk edip aktif siyasete katıldıktan sonra Lessing, yakın bir arkadaşı vasıtasıyla çocuklarla ilgili düzenli bilgi almakla beraber onlarla çok sınırlı görüşür. Burada asıl beklenmedik olan, Lessing’in yaklaşık beş yıl sonra ikinci eşinden bir bebek daha yapmaya karar vermesidir. Bu sırada, aktif üyesi olduğu Komünist grup dağılmış, İkinci Dünya Savaşı sona ermiş ve Hitler’den kaçmayı başarmış olan Yahudi asıllı komünist eşiyle Londra’ya gitmek için plan yapmaktadırlar. Eşinin İngiliz vatandaşlığı için beklemeleri gereken birkaç yıllık sürede de çocuk yapmaya karar verirler. Lessing Anılar’ını yazarken bu dönemi tekrar düşündüğünde bu durumun çok da mantıklı ve akıllıca konuşmalarla ilgisinin olmadığını, aynen diğer hamileliklerinde olduğu gibi benzer bir güdüyle hareket ettiğini ifade eder: “…sanırım Tabiat Ana milyonlarca ölüyü telafi ediyordu. Burada bu sağlıklı ve doğurgan genç kadın duruyordu ve işe yarardı. Ayrıca, ben bir bebek daha istiyordum. Çok istiyordum.” Açıkçası, kitabın bu kısımlarında Lessing’i anlamakta çok zorlandığımı itiraf etmem gerek. Tekrar çocuk yapma isteğini karmaşık hisler içinde okurken nasıl bir tepki vereceğimi ve daha da önemlisi, neyden dolayı bu kadar zorlandığımı bilemedim. Bu satırları yazarken de, Lessing’in kendisinin de yer yer belirttiği gibi, bazı sorulara hala bir cevabım yok; belki de o yüzden bu kadar ayrıntılı yazma ihtiyacı duyuyorumdur, kim bilir. Ama zaten feminist biyografi okuma pratiği biraz da böyle bir şey değil mi; yani bir kadının yaşadıklarını okurken kendi hayatına dönmek ve hikâyesini okuduğun kişiyle birlikte kendini de sorgulamak?
Tam bu noktada Heilbrun’un altını çizdiği itiraf ve yüzleşme konusuna dönmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Lessing, otobiyografisinin ilk cildinde yer yer açıktan kimi zaman da üstü kapalı olarak iki çocuğunu terk etmesiyle ilgili yaşadığı suçluluk hissini okuyucuyla paylaşır ve bazı noktalarda bu, kendini sorgulayarak bir nevi itirafa dönüşür: “Geri dönüp baktığımda ifadesinin arkasında ne kadar karmaşık süreçler yatıyor. “Ama o zaman olayları öyle görmüyordum” diyebilir bir yaşlı kadın diğerine. “O zaman çok toydum. Pişmemiştim… Gelişmemiştim… Olgunlaşmamıştım… Açıkçası daha doğmamıştım.” Şunu bilin. Pişmemiştim.” Lessing adeta okuyucuya seslenerek yaşadıklarını içtenlikle itiraf etmektedir; yine de buna rağmen Lessing’in bu konuda çok tepki almasının bir nedeninin kitabın ilerleyen kısımlarında, özellikle Londra’daki hayatını anlatırken terk ettiği çocuklarından neredeyse hiç bahsetmemesi olması çok muhtemel. Ancak, bunun da ötesinde asıl sorun bana kalırsa, iki küçük çocuğu terk etmiş bir anneden hayatının kalanını büyük pişmanlıkla geçirmesi ve bu yazdıklarından çok daha duygusal, kendini delicesine suçlayan bir itiraf beklenmesiydi. Şüphesiz, Lessing’in son çocuğunu alıp Londra’da yeni bir hayat kurması ve ikinci eşinden de ayrılarak özgür bir kadın olarak hayatına devam etmesinin de eleştirilerin hedefi olmasında büyük etkisi vardır. Oysa burada hatırlanması gereken nokta, Lessing’in kendi anlatısında ısrarla ifade ettiği gibi, yaşanan gerçeklerle yazılanlar bir değildir ve oto/biyografi yazmak daha en başta gerçeğin ne kadarını anlatmalı sorusuyla başlar. Gerçekten bu kadar ağır ve zor bir deneyimi yazmanın ne kadar acı verici olabileceğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek; bunu uzun uzun anlatmayı istememekten daha insani ne olabilir? Lessing’in Anılar’ının ikinci cildinde eleştirilere cevap olarak, bu konuyla ilgili mutsuz olduğunun çok bariz olduğunu ve her aklı başında okuyucunun anlaması için dövünmesine gerek olmadığını söylemesi bu durumu adeta özetler niteliktedir.
Lessing’in Anılar’ını okurken çok sevdiğim bir kadınla uzun keyifli bir yolculuk yapmış gibi hissettim. Kimi zaman kendime yakın bulduğum yanlarını gördüğümde gülümsediğim, kimi zamansa anlamakta zorlandığımda hayali sohbetler yaptığım zeki, içten bir kadın arkadaş oldu benim için bu sürede. Feministlerle ilgili olumsuz yorumlarında hayal kırıklığına uğrayıp ama neden diye az sormadım değil. Acaba otobiyografisinin sonlandığı 1962 yılından sonra feminist hareketle ilişkili kimlerle temas etmişti, ne gibi olaylar yaşamıştı ki bu şekilde düşünüyordu? Bu tür sorular bir süre daha zihnimi meşgul edecek gibi duruyor ama yine de dostluğumuza gölge düşürecek bir şey değil. Çünkü bu sorular, Lessing’in kadınlarla kurduğu güzel dostlukları hatırlayınca solup gidiyor. Misal, sevdiği kadın yazarlarla ilgili şu yazdıkları hangi kadının, feministin içini ısıtmaz ki: “İki ablam varmış gibi hissediyordum. Etrafımdaki insanlar beni anlamasalar da, Virginia ile Olive anlardı. Acaba Virginia Woolf, Olive Schreiner hakkında ne düşünürdü? Ya da Olive, Virginia hakkında? İnsan bunu düşünerek oyalanabilir.”