Günahlar ve Kadınlar

Gülnur Elçik

Sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki kürtaj yasağı arzusu dini değil iktisadidir. Diğer taraftan dinin alanına giren tartışmalarda sınıf, cinsiyet gibi faktörlerin yol açtığı dezavantajların talîleştirilmesi, dinin salt kültürel bir form olarak tartışmaya açılması, eylemin günah olup olmadığını meselede ana belirleyeni haline getiriyor. Bir anda liberalizmin atomik, sınıfsız ve cinsiyetsiz bireyi üzerine konuşurken buluyoruz kendimizi.

Nadiren gittiğim bir kuaför var. Aynı zamanda komşum olan karı koca birlikte işletiyor (gibi görünüyor; asıl işletmeci adam). Son gidişimde kadını (K diyelim) karnı burnunda gördüm, ertesi gün doğuma alacaklarmış. Büyük Tayyip muradına erdi, yoldaki üçüncü çocukmuş. İkincisi ile arasında 9 yaş olacak. K ben hiçbir şey söylemeden “Durumumuz pek müsait değil aslında ama günahına da girmek istemedim, kıyamadım” diyor. Bir süre benzer şeyler söylemeye devam ediyor, çok sevap kazandığını duymak istediğini hissediyorum. “Ne bileyim ki K’cığım, doğurmak istemediğin çocuğu doğurmak zorunda kalmakla ilgili bir günah yok mu ki?” deyip gülümsüyorum. Yarın doğumu var ama bugün de çalışıyor, “Hazır mısın 9 yıl aradan sonra aynı hengameye?”. “Ya, bir de benim çatım dar, doğumlarım da çok zor oluyor ama beyim de yanaşmıyor”…

Orada çalışan B ile (genç bir kadın) sohbet ediyoruz, iki haftada bir gün izin ve günde 13 saat çalışmaya artık bedenleri dayanmayınca işten çıkasılarmış ama işletmeci (onun ismini unuttuğum için ona Bey’in B’sini diyelim) “Benim Hanımın durumunu görüyorsunuz, az biraz vicdanlı olun” deyince kalakalmış. “Vicdanlı kızımdır, ne yapayım” diyor, “O da vicdansız patronmuş” diye söylenince birlikte kızıverdik patrona…

Bu kısa hikayeden çıkan sonuç bana şöyle göründü: Bir büyük B var, bu B kuaförü karısıyla birlikte işletir gibi yapıp paranın üstüne konuyor, çalışanların giriş çıkış saatlerini belirliyor, kuaförün dönebilmesi için çalışan işçilerden biri olan karısının doğurup doğurmayacağına, karısı doğurduğunda diğer işçilerin vicdanlı olup olmadığına karar veriyor.

Cenini aldırmak günah mı değil mi tartışıladursun, kadınların hayatına hükmetmenin günahlarını kimse saymıyor.
Sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki kürtaj yasağı arzusu dini değil iktisadidir. Diğer taraftan dinin alanına giren tartışmalarda sınıf, cinsiyet gibi faktörlerin yol açtığı dezavantajların talîleştirilmesi, dinin salt kültürel bir form olarak tartışmaya açılması eylemin günah olup olmadığını meselede ana belirleyeni haline getiriyor. Bir anda liberalizmin atomik, sınıfsız ve cinsiyetsiz bireyi üzerine konuşurken buluyoruz kendimizi. Çocuğun doğrulup doğrulmayacağı tartışması, yoksulluğun yayılışı karşısında hâlâ “Allah rızkını verir” düzeyinde. Öncelikli sözün, daha önceki çocuklarında bu rızıktan yararlanamamış olan yoksullar için bile bu olması, talîleştirmenin gücünü gösteriyor.

Kadın bedeni, bir yandan yeterince liyakat sahibi olamayacağı varsayıldığından güzellik öğütleri üzerinden kadın için emek gücünün yerine geçirilirken, üretim odaklı cinsellikle sarmalandığında emeğin yeniden üretimine, üretim odaklı olmadığında ise erkeklerin efsanevi cinsel iştahının hizmetine adanarak evliliğin devamına tahsis ediliyor. Mesele sürdürülebilirlik ve kadın bedeni meselesi yani…
Kapitalizmin verimli işgücü emelinin temelinde disiplinli beden arayışının yattığını Foucault başta olmak üzere pek çok kişi yazıp çizdi. İlaveten “bağımlı emek” diye bir zor var, işçiler işe/işlerine ne kadar mahkum olursa o kadar iyi yani. Bu süreç özetle bir zorunlu emek süreci, kadınlar için anneliğin zorunlu emek sürecine dönüştürülmesi gibi. Biraz daha geriye çekilip aynı sahneye baktığımızda, ortaya şu çıkıyor: İşçiler ne kadar fabrikalara mahkum, kadınlar o kadar bedenlerine…

Köle Kadınlardan Kadınların Köleleştirilmesine

Beyaz Adam Avrupa’da ücretli emek olmaya direnenlerin isyanlarından ve (hem emek hem de kaynak olarak) bedava hammadde aramaktan yorulup yeni kıtalar aramaya yöneldiğinde çalışma “alışkanlığının” kazandırılması gereken bedenleri disipline etmek için uğraştı. Sylvia Federici’nin “bedensel güçleri çalışma güçlerine dönüştüren toplumsal simya” olarak tarif ettiği bu süreç kadınlar için toplumsal hayatta nasıl ve ne kadar varolabileceklerini tayin eden bir düzenleme olarak iş gördü (Çünkü, Pekin Eylem Planı’nda denildiği gibi kadınların kendi doğurganlıklarını kontrol edebilmeleri, diğer hakların kullanımı için önemli bir dayanak teşkil ediyor ). Köle kadınların hareket alanları böylelikle sınırlandırılırken Batılı beyaz kadınlar da özellikle ticaret alanındaki pek çok hakkını kaybetti.

Batı odaklı gibi görünebilecek bu tartışmada odaklanılması gereken nokta, nüfusun üretiminde kadın bedeninin bir hammadde olarak tahsisinin birikimin temel stratejilerinden biri olarak kullanımıdır. Beden, tıpkı çalışma disiplininin sağlanmasında olduğu gibi, yeni işgücünün üretimi için de makinalaştırılır (kuluçka makinası). Ancak bu noktada üretimin değil tüketimin belirleyici olduğu bir toplumda, yani tüketim toplumunda yaşadığımızı, dolayısıyla her yeni işgücünün aynı zamanda yeni bir tüketici adayı olarak kıymete bindiğini akılda tutmak gerek. Türkiye bu tüketim saiki dışında, nüfusun öncelenmesine temel oluşturan iki saiki daha barındırıyor: Savaş ve Avrupa’ya ucuz işgücü.

Rachael Kamel’in dediği gibi “Şayet bir devlet, olgusal gerçekliklere karşın ‘tek millet söylemi’ üzerinden tarihsel bir ısrarla teşkil edilmeye çalışıyorsa bu söylemin maddileşeceği bir zemine ihtiyacı vardır.” 1960’lardan itibaren Türkiye’de nüfusun hızlı artışı geri kalmışlığın, cehaletin bir sonucu olarak resmedildi, doğum kontrol araçları yaygın olarak dağıtıldı. O dönemde yoksulluğun nedeni işsizlik, gelir adaletsizliği, iç göç değil, “kontrolsüzce üreyip, sonra da yoksulluktan yakınan cahil kadınlar”dı. Tıpkı şimdi kürtaj oranlarının “sorumsuzca cinsellik” yaşayıp doğum kontrolü olarak kürtaj yaptıran kadınlar olduğu gibi…

Chatterjee devletlerin bu toplumsal kurgusunu “erotikleştirilmiş milliyetçilik” olarak tarif ediyor. Bu tarife göre devletlerin teritoryal alanı coğrafî bedene dönüşmüştür. Erdoğan kürtaj hakkının sınırlandırılmasına ilişkin duyurusuna hazırlandığı günlerde “Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu bilmek durumundayız, asla bu oyunlara prim vermemeliyiz.” derken bu erotikleştirilmiş milliyetçiliğin koynundan konuşuyordu.

Kadınların Bedenleştirilmesi

Hayatın parasallaşması kadınlar açısından işyeri (üretim) ve hane (yeniden üretim) alanlarının ayrılması, parasal olmayan yeniden üretim etkinliğinin değersizleştirilerek doğallaştırılması , üretimin yani akılcığının alanından dışlanan kadınların bedenleştirilmesi sürecini başlattı. Bu bedenleşmeyi aslında kadın bedeninin cinselleşmesi olarak okumak gerekiyor.
Kadınların niyet beyanları, davranışları ya da giyimlerinden bağımsız olarak “cinsel bir nesne”ye indirgenmesi doğrudan kamusal alanı kullanımları ile ilgili bir sorun. Diyelim ki bir kahvehanede oturan kadının, yine esasen erkeklerin kullanımında olan açık bir parkta (herhangi bir erkeğin çoğunlukla ve rahatça yaptığı gibi) uzanan kadının, araba kullanımının daha çok “erkeklerin işi” olduğu bir dönemde araba kullanan kadının başlı başına erotik bir mesaj olarak algılanması bu cinselleşme ile ilgili. Erkekler için sıradan sayılabilecek kahkaha ile gülmek, sakız çiğnemek gibi davranışlar kadınlar için aşifteliğin göstergesi.

Kadınların memelerinin ya da sırtlarının görünmesi “dekolte” ifadesiyle cinsel bir mesaj olarak kodlanır. Bedenin o kısımları için görünmek diye bir şey yoktur, oralar gösterilebilir ancak. Erkekler içinse dekolte sayılabilecek herhangi bir kıyafet yoktur. Kadınların donu görünür frikik olur, erkeklerinse “fermuarı açık kalmıştır”.

Tekraren, kadın bedeni kadının niyetinden bağımsız olarak cinselleştirilir ve bunun temelinde kadınların kamusal alanlardan dışlanması, böylelikle ev içinde bedava bir yeniden üretim aracı olarak işgörmeleri saiki yatmaktadır.

Fakat durmaksızın kışkırtılan ve “doğallaştırılan” erkek cinselliği için bundan fazlası gerekir.

Namuslu olarak ayırdıklarını başka, namussuz olarak ayırdıklarını başka faydalar etrafında örgütler; Evde ücretsiz, ev dışında ücretli seks hizmetinden faydalanır. Adı üstünde genelev-genel kadın, genelin kullanımına ayrılmış, öbürü bir tek şehzademizin…

Bu nedenle kadınlar çoğu zaman pek çok konuda, “öyle olmadığını ispat” ile yükümlü, üstelik “öyle”olmanın ne anlama geldiğini bile kendileri tarif etmemişken. Rousseau da “erkekler erdemli olur, kadınlarsa erdemli olduğunu kanıtlamakla yükümlüdür” derken benzer bir akıl yürütmeden yola çıkıyordu. Çocuk doğurmak, anne olmak da işte bu ispatın damarlarından birini oluşturuyor. Cinsellik ancak üretim odaklı olduğunda kadınlar için meşru bir edim haline geliyor. Kadın sağlığının çoğunlukla üreme sağlığı olarak anlaşılmasının temelinde evlenen kadının cinselliğini “evine” adamış olması, kadınların yaşlandıkça görece bir iktidar olanağına kavuşmasının temelinde de artık cinselliklerini kaybetmiş ve böylelikle erkeklik statüsüne yükselmiş oldukları kabulü yatıyor.

Kadınların cinselliğine yönelik bütün bu baskıların sonunda; cinsellikten korkan kadınlar vajinusmusla yüzleşmek, çocuğu olmadığı için eksik kadınlıkla sınanan kadınlar kısırlık yaftasıyla mücadele etmek, eşi vefat eden ya da eşinden boşanarak “kullanımı kamuya açılma riski ile karşı karşıya olan” kadınlar “dul ama namuslu” olduklarını kanıtlamak, kızlık zarı olmayan kadınlar bekaretini kanıtlamakla yükümlü olarak, yine ispatla ve sorumluluklarla karşı karşıyadırlar.

Türkiye’de Siyaset ve Ak Parti’nin Kadınlar Projesi

Vatandaşlar olarak Türkiye’de siyasetinde dört önemli sorunla karşılaştığımız kanısındayım: Birincisi siyasi pozisyonların, mevzu bahis konu üzerine emek vermiş, kafa yormuş çeşitli insanları bir araya getirerek sorumluluğunu taşıdığı insanların talep ve ihtiyaçları arasında bir tür aracı kurum olarak işlev görmek yerine o pozisyonun muhatap olduğu yereldeki bütün insanların talepleri ile ilgili çözümlere vakıf olduğu ya da böyle bir hakkı sağladığı kabulü… Bu yüzden bir sürü siyasetçi o güne kadar hakkında bir kişiyi bile dinlememiş oldukları, bir kelime okuyup öğrenmedikleri konularda ahkâm kesmekte beis görmüyorlar. Halk tarafından kendilerine hizmet için vakfedilen siyasi pozisyon, halkın hayatını düzenleyen konularda sorgusuz sualsiz söz söylenmesini olanaklı kılan bir buyruğa dönüşüyor.

İkinci sorun ise çok önemli toplumsal sorunların alelacele yasal sürece taşınarak halledilmeye çalışılması. Ak Parti özellikle, darbe döneminden kalan, Özal’ın kamusal kaynakların pazarlanmasında pürüz oluşturabilecek kurumları devre dışı bırakmak ve süreci hızlandırmak amacıyla yeni kurumsal yapıları oluştururken başvurduğu KHK’lerle süreci hızlandırmaya çalışıyor. Görüş talep ettiği durumlarda bile örgütlerde hiyerarşik olmayan bir karar mekanizması olabileceği ihtimalini göz ardı ederek, “iki-üç gün içinde görüş bildirin, yasa hemen çıkacak” yollu tehditlerle konu ile doğrudan ilgili kesimleri bile siyasetten uzak tutmaya çalışıyor. Hemen her yasal sürecin sosyolojik boyutundan sıyrılmış, ancak uzmanlıkla çözülebilecek teknik bir mevzuymuşçasına erkek egemen bir hiyerarşi içerisinde konumlandırılmasından kaynaklı bir katılım sorunu da vuku buluyor.
Kadınları daha çok ilgilendirebilecek üçüncü sorun ise kadınlara yönelik düzenlemelerin aile ve/veya çocuk üzerinden dolayımlanması. Mesela kürtaja karar verecek olanın sadece kadınlar olamayacağını söyleyen Erdoğan, AİHM’in 2005 yılı başörtüsü kararına “Buna mahkeme niye karışıyor, bu din alimlerini ilgilendirir!” demişti. Yaşam hakkının gebelik ve doğum çerçevesinde ele alan erkek egemen akıl yürütme biçimine başvurulmasının sebebi de bu.

Ve son olarak yukarıda da belirttiğim gibi, İslamın söz üretmiş olduğu herhangi bir konuda İslam dışında bir tartışma alanı bırakılmaması ve “Bu ülkenin yüzde 99’u Müslümandır”a dayanan çoğunlukçu dilin bu vesileyle yeniden üretimine dahil edilmemiz.

Kürtaj yasağını da işte siyasetin bu sınırlayıcı çehresi içinde tartışmanın sıkıntısını yaşadık. Konunun doğrudan muhatapları önce psikolojik bir propaganda ile muhatap oldular, sonra fikirleri soruldu.

Erdoğan önce üç çocuk; sonra dilinin, dininin, ırzının davacısı bir gençlik ve en sonunda da bu zinciri garantilemek için kürtajı yasaklamak istedi. Mart 2004 yerel seçim çalışmaları için hazırladığı “muhafazakar ilkeler” listesinde ağzından baklayı çıkarmış asında: “AK Parti… devletin kürtajı ve cinsiyet değiştirme ameliyatlarını desteklemesine karşıdır… siyasette değişime sıcak bakılmadığı gibi, bireysel yaşamda da geri dönüşü olmayan radikal kararlara sıcak bakılmaz.” Elbette kadınların hayatını bütünüyle düzenleyen çocuk doğurma kararını, geri dönüşü olmayan radikal karar olarak görmüyor.
Özgürlükler demokrasinin temelini oluşturur ama o özgürlüklerin hangi özgürlükler olduğu zamanı geldiğinde söylenecek. Kadınların çalışmasına ilişkin uluslar arası standartlar uygulansın ama gelirlerin eşit bölüşümü değil, ülkenin ekonomik gelişimini sağlayacağı garanti edilerek. Ve kadınlar bu sınırlı haklardan faydalanabilir, ailelerinin yeniden üretimini sağlayan esaslı fertler olarak.

Öte yandan başbakan üç çocuk istiyor ama doğum borçlanması imkanı ancak iki defaya mahsus olmak üzere sunuluyor. Üstelik doğum borçlanması, hamilelik dönemindeki yükü de kapsamıyor, çocuğun yaşaması kaydı ile tanınan bir olanak. Çocuğu doğurmaya karar verdiğinizde, yeni sağlık yasası ile 18 yaşını geçen, öğrenci olmayan oğlan çocuklarının sigorta kapsamında olmadığını unutmayın. İlaveten önceden evlenmemiş, boşanmış ve işini kaybetmiş kadınların sağlık güvencesi sosyal güvenliği olan ebeveynleri (anne-baba) üzerinden sağlanabilmekteydi. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunuyla, bu hak da yok edildi.
Bebeği doğurdunuz ama eşiniz ya da sevgiliniz size şiddet uyguladığı için bir sığınmaevine yerleştiğinizde kürtaj karşısında yer gök inletenlerin aklına gelmezsiniz. Genel sağlık sigortasının (GSS) “adrese dayalı gelir testi” uygulaması nedeniyle (yeni sistemde, kadınların yeşil kart alabilmesi için ikamet adresini bildirmesi gerekiyor) adresinizin saklı kalması gerektiğinden, sadece acil servislerden yararlanabilirsiniz. Hizmete erişim böyle bir şey işte; köşe bucak doğum teşvik edilirken, doğumdan sonra kimlerin hangi haklardan yararlanacağı konusunda aynı imkanlar sözkonusu bile değil. Kadınlar için bunun tek istisnası var; hamile olmak. Yeni düzenlemede, hastanelerde hamile kadınlar için doğumdan sonraki 8 haftaya kadar sigorta sorgusu yapılmadan tedavi başlatılacak.

Hamile ve emziren işçi kadınların hakları da tıpkı kürtaj hakkında olduğu gibi kağıt üzerinde. Toplamda 16 haftalık izin, gece çalıştırılmama, 7.5 saatten fazla çalıştırılmama, stres faktörlerinden korucuyu önlemlerin alınması, günde 1.5 saat emzirme izni, 100-150 işçilik işyerlerinde emzirme odaları, 150den fazlaysa yurt veya anaokulu (ama oda ve yurtlardan, kadın işçilerin çocukları ile erkek işçilerin annesi ölmüş veya velayeti babaya verilmiş olan çocukları faydalanır.) gibi haklardan bahsedilirken kürtaj yasağının savunulduğu zamanlardaki yüksek sesi duydunuz mu hiç?

Hiçbir şey yoksa, bu ikiyüzlülüğe alet olmamak için yaşamlarımıza sahip çıkmak gerekiyor.

Share Button