Arşiv
İnsan Yaşıyorken Özgürdür: Politik Bir Kavram Olarak Aşk
Emine Ayhan, Nilgün Toker, Aksu Bora
Aksu: Lauren Berlant’la Michael Hardt’ın konuşmalarını okurken, baştan itibaren aklımda hep aynı şey vardı; Gezi devam ederken birinin ortaya atıp herkesin bir ucundan tuttuğu o laf: “Hepimiz aşık olmuş gibiyiz”. Politik bir kavram olarak Aşk’a girmenin iyi bir yolu olabilir bu sanki, değil mi?
Emine: Soruya geçmeden, son dönem aşk/sevgi konusunun akademide politik bir yaklaşımla sorunsallaştırılması ile ilgili kafamda uyanan bazı soruları dile getirmek istiyorum: Birincisi, aşkı akademide adalet, özgürlük, eşitlik gibi bir politika “kavramı” olarak tanımlama çabası, okurda yepyeni bir anlamlandırma çabasıyla karşı karşıyaymış etkisi yapabiliyor. Oysa edebiyat, şiir ve genel olarak sanatın tarihinde aşk bir metafor, kimi zaman da alegorik bir unsur olarak zaten beşeri duyguları politik, toplumsal ve kozmik düzlemlerle ilişkilendirir tarzda kullanılagelmiştir. Doğrusu, “aşk örgütlenmektir” diyen Ece Ayhan’ı, “Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/Dörtnala sevişmek lazım” diyen Cemal Süreya’yı, aşkı, umudu ve ütopyayı şiirinde ince ince işleyen Turgut Uyar’ı, aşkı Allah’a ve sevgiliye bile rest çekecek denli güçlü bir başkaldırının mayası yapan Mevlana’yı ve daha nice şairleri düşününce iki Batılı akademisyenin onu kavramda ve düzyazıda yeniden keşfine şahit olmak biraz dip sularında yüzmek gibi. Demek istediğim, aşkın estetik-retorik ve sembolik kullanımları öteden beri hep politiktir; ama estetikle, duyumsallıkla kopmaz bağı içinde bir politikadan bahsediyorum tabii burada. Aşkın aldığı tarihsel sembolik, retorik, söylemsel, vs. biçimler aşk öznelerinin dünyayla ve çoğullukla kurduğu tarihsel ilişkiye dair fikir vericidir her zaman. Sözgelimi, Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyat Tarihi’nde aşkın ferdi-toplumsal-politik-kozmik-dini düzlemler arasındaki dolayımı imleyen bir istiare/metafor olarak aşka ilişkin tarihsel saptamaları bu açıdan çok ön açıcıdır. Aşk özelinde, metaforun anlamsal, çağrışımsal çok-katmanlılığı ve bilgi açısından telkin ettiği eşitlikçilikle ile karşılaştırdığımda, izlerkitlesi son derece sınırlı, hiyerarşi telkin eden bir kurum olarak akademinin aşkı kavramsal düzeye indirgeme eğilimi estetik-politik duyargalarımda belli bir tedirginlik yaratıyor. Sanki bir şeyler herkesin uzanamadığı yanlış dillerdeymiş gibi. Gene de, bu düşünsel çabayı toptan değersizleştirmek için söylemiyorum katiyen.
Mutfak Dedikoduları ile Kocakarı Hikâyeleri Arasında Bir Ses Gezintisi
Hatice Meryem*
Hikâye denilince aklıma ilkin hikâye anlatıcılığı geliyor; hikâye anlatıcılığı denilince de ses. Binlerce yıllık bir ses. İlk tınıları ninniler, uğultular, inleyişler, mırıltılar, tekrarlar olan. Çocukluğumdan beri duyduğum ancak daha yeni yeni keşfettiğim bu sesin daha çok kadınlar aracılığıyla aldığı formlardan bahsedeceğim.
Kendimi şanslı bulurum. Ailemdeki kadınların hemen tamamının usta birer anlatıcı olması münasebetiyle. Bir hayli konuşkandırlar; hatta insanı bıktıracak kadar. Üstelik kendilerini çok beğenir, konuşmayanı hiç sevmezler. Suyun yavaş akanından, insanın sessiz durup yere bakanından korktuklarını söylerler sık sık, sözü gümüş sükûtu altın bulanlara nispet yaparcasına.
Hemen hepsi sıkı birer mutfak dedikoducusudur. Soğan kavururken, aşure kaynatırken dedikodunun hasını yaparlar. Alt kattaki komşunun yıkayıp astığı çamaşırın sapsarı kaldığından girer, üst kattaki komşunun oğlunun itliğinden, yan komşuda yedikleri kısırın bulgurunun diş kıracak kadar çiğ kaldığından çıkarlar. Kim hangi düğünde ne takmış, kim pazarın akşam saatine ayakları sırtına vura vura koşturuyormuş, kim gizli gizli para biriktirip yazlık ev yaptırıyormuş…
Çocukken en sevdiğim şey hamaratça çalışan bu kadınların sesini duymak için mutfağa kulak kesilmekti. Çevrelerindeki insanlar ve olaylar hakkında yaptıkları makul ya da aşırı yorumlar gerçekten de hem bilgilendirici hem de zenginleştiriciydi. Bu konuşmalar sırasında sesleri de tuhaflaşır, kâh fısıltıya dönüşür kâh küçük çığlıklarla bezenir; böylece gündelik hayatın sıkıcı monoton sesini sert bir rüzgâr gibi önüne katıp götürürdü. Buna ‘hikâyenin yapı bozucu sesi’ diyelim.
Geriye kalan zamanda anlamak isterdim
Nuran Kalpakçı
“Balık nasıl su hayvanı ise ben de zaman hayvanıyım” Jean Tardieu
Sabah “Etkili Zaman Yönetimi” konulu hizmet içi eğitime gidiyorum. Memurum ben. Dersimiz : ‘Do it now ! Erteleme! Hocamız enerji dolu genç bir kadın, defalarca tekrarlıyor sihirli cümleyi; bazen de, sırası geldikçe, “Peki o zaman ne yapıyoruz?” der gibi, soru işareti şeklinde büküp boynunu, biz geçkin öğrencilerin nakaratı tekrarlamasını bekliyor. Hiçbirimizin ana dili değil kullandığı. Her birimiz ayrı bir aksan ama hepimiz aynı bezginlikle, bir ağızdan yerine getiriyoruz arzusunu: “Duitnavv!”
Anlamışım dersimi ki kısa öğle molasında, ne zamandır düşünüp de gitmeyi bir türlü denk getiremediğim, yeni kurulan ‘gönüllü sadeler’ pazarına koşturuyorum. Kapitalizme inat yavaş olgunlaşmış, yavaş pişmiş, yavaş taşmışları mecburiyetten acele mideye indiriyorum. Sıradan tezgâhlardan alabileceğimden daha pahalı ama ‘değer doğrusu’ diye avunuyorum, ‘tadına değilse de farkına vara vara yedim’.
Kan mideye hücum edince ağırlaşıyorum biraz. Bir zaman hikâyelerini okuduğum, dillerinde ‘hız’ sözcüğünün dengi bulunmayan Hopi kabilesi geliyor aklıma; zamanı ne soyut birimlere ayırmaya ne de ölçmeye kalkmadan pekâlâ yaşayıp gitmişler. Hiç olmazsa bir sindirme süresince, iyice yoğunlaşıp onlardanmış gibi hissetmeye çabalıyorum. Kapitalizm ve memuriyet içime işlemiş, o kadar çabaya rağmen ne günden, ne saatten çıkabiliyorum.
Geç kalacağım eğitimin ikinci bölümüne.
Sayı 36
İçindekiler
Amargi’den
- Feminist Tartışmalar
- Ne Olacak Bu Memleketin Hali (10): “Paketlere Gelesiceler!” – İfakat, Fitnat, Selvinaz
- Hikâyelerimiz, Feminizmin Hikâyesidir II – Demet, Özge, Meral, Fatma, Selda
- Ne Oldu Bize? – Leyla Uyar
Ona Dair Bildiğim İki Üç Şey*
Bircan Polat
Olduğumdan daha şapşal bir halde, sidik kokulu lise koridorunda dolanıyorum. Büyük umutlarla girmişim buraya, Fransızca öğrenicem, Rimbaud’yu kendi dilinden okucam, şansonlar dinlicem… Reşit olunca bu sahneye şaraplar falan eklenir. Bunlar hayaller. Gerçekler müzik derslerinde şanson yerine “le coq est mort il ne dira plus co co di co co da” (horoz öldü, artık koko di koko da diyemeyecek) çocuk şarkısını söylemekle başladı, baskılar yıldıramadı, devam ediyor, devam edecek.
Fakat Bu Derin Bir Aşinâlık Muazzez…ve Çok Başka!
İkonaların Gündelik, Estetik ve Mahrem Kayıtları Üzerine Bir Deneme
Halide Velioğlu
İlk nerde gördüğüm konusu çok bulanık… sanki hep benimleydi, tanıyordum kendisini de neyi tanıdığım konusunda ne bir fikrim ne de öyle bir derdim vardı. Aslında takvimlerden bir miladımız da var; 1989 yazında görmüştüm onu ilk, bir kapak kızı olarak. Evimize eski Yugoslavya’dan gelen şık bir bombonjera (hediyelik çikolata ve şekerleme kutularının genel adı) kutusunun üzerindeki röprodüksiyon kapağın baş karakteriydi Kosovka Djevojka (Kosova Bâkiresi). Kutunun içindeki lezzetli vişne likörlü çikolatalar çabuk tükenmiş olmalı ama o kaldı. İlk gördüğümde aşinâ olmanın dalgın sularında bir başka farkındalık haliyle çoktan bağlıymışım ben ona; bilmekle bilmemek, görmekle görmemek, tanımakla tanımamak arası bir yerden. Anlatayım.
1989 yazı özeldi. Annem Yasemin’in Bosna, Makedonya ve Kanada’dan akrabaları bizim Istanbul’daki evimizde bir araya gelmişti, seneler sonra ilk ve son buluşmaları oldu bu kadar kalabalık. Aynı sene Yugoslavya’nın dört bir yanından Sırplar da Kosova Savaşı’nın 600. yılı anma ve kutlama törenlerine katılmak üzere, bir nevi hacca gider gibi Kosova’da toplanmışlardı. Mitik tarihlerine Osmanlılara karşı bir yenilgi ama kendilerine milli şuurlarını bahşeden özel bir bedel olarak kaydettikleri bir savaşı anmak üzere kutsal belledikleri Kosova’da. Sırp lider Milošević önderliğinde Yugoslav federasyon temsilcilerinin son kez bir arada resim verdiği bir toplaşmaydı bu. Çok geçmeden savaş çıktı ve Kosova Savaşı da destanı da boşanan eşlerin mal paylaşımını andırır bir biçimde ilk sahibi olan Sırpların elinde kaldı. Kosova Bâkiresi de bizim evde, bizim yarı Boşnak-yarı Türk-elhamdülillah Müslüman evimizin gayrisafi milli hafızamızın bir cüzü olarak.
Kadın-Erkek Eşitliği Yanılsaması: Angela McRobbie ile Söyleşi
Çeviri: Biray Anıl Birer
Kadınlar için eşitlik sağlandı mı? Feminizm pek çok amacını gerçekleştirmiş; kadınlar ve erkekler arasındaki bariz eşitsizlikler kaldırılmış gibi görünüyor. Ama gerçekten öyle mi? Goldsmiths Londra Üniversitesi Medya ve İletişim Departmanı’ndan Angela McRobbie araştırmasında bu konuyu inceliyor.
David Edmonds (D.E): Kadın-erkek eşitliği sağlandı mı? Pek çok kişi, eşitlik yolundaki büyük savaşların çoktan verildiğini ve kazanıldığını söylüyor. Bazıları ise feminizmin çok ileri gittiği görüşünde. Goldsmith Koleji’nden sosyolog Angela McRobbie feminizme tepkileri analiz ediyor.
Nigel Warburton (N.W): Angela McRobbie, Social Science Bites’a hoş geldin.
Angela McRobbie (A.M): Merhaba.
N. W: Kadınlar için eşitlik yanılsamasını konuşacağız. Öncelikle bu konuda yaptığın araştırmadan bahsedebilir misin?
A. M: Son 10-15 yılda bir tür kadın-erkek eşitliği yanılsaması oluştu ve ben de bu yanılsamanın oluşma biçimiyle yakından ilgilenmeye başladım. Daha önceki dönemde bir feministin, genç kadınların kesin olarak ayrımcılığa uğradığı ve bariz eşitsizliğin olduğu alanları işaret etmesi daha kolayken şu an farklı bir durum var. Dikkatimi asıl çeken şey, bu durumun nasıl tersine döndüğü. İnsanlar gerçekten kadınların, özellikle genç kadınların bir şekilde eşitlik elde ettiğini düşünüyor. Ben de bir sosyal bilimci olarak bunun üzerine gitmek istedim çünkü ortada şüpheli bir durum vardı.
Mutant Olmakla Kadınlıktan Çıkılmıyor Canım!
Aksu Bora
Ne olacak bu X-Men kadınlarının hali? “E, adı üstünde, X-Men, ne bekliyordun ki?” diyeceksiniz, haklısınız tabii. Ama bu film işi çıkmadan durumları bu kadar feci değildi, aradan kayıp olmadık işler yapabiliyorlar, yüreğimizi ağzımıza getirebiliyorlardı. Yok, filmler mahvetti onları, ben bunu bilir bunu söylerim.
X–Men, 1963 yılında yayınlanmaya başlamış bir çizgi dizi. Konusunu özetlemek çok zor ama kabaca, genetik mutasyona uğramış bir grubun (mutantlar) hikâyesi diyebiliriz. İnsanlar, kendilerinden beklenebileceği gibi, her birinin özel yetenekleri olan bu türden hiç hazzetmiyorlar, arada barış dönemleri yaşansa da genel olarak onlardan korkuyor ve nefret ediyorlar. Mutantlar sıradan ailelere doğuyorlar, yani mutant aileler, soylar falan yok (hikâyenin bir eşcinsel topluluğu hikâyesi olduğunu düşündüren şeylerden biri de bu). Ama tabii bir araya gelmelerini sağlayan bazı liderler var. Bunların en önemli ikisi, Charles Xavier (Profesör X) ve Magneto (Eric Lehnsherr ya da Max Eisenhardt- geçmişi epey karanlık, Nazilerin toplama kamplarından geçtiğini biliyoruz mesela). Charles Xavier, mutantlarla insanların barış içinde bir arada yaşayacakları bir dünya hayal edip bunun için çabalarken, Magneto insanların hiçbir zaman mutantlarla dost olmayacaklarına inanıyor ve savaşa hazırlanmak üzere Brotherhood’u kuruyor. X-Men ise, Charles Xavier’in takımı; onun okulunda yetişip güçlerini “kontrol etmeyi” öğrenen mutantlar.
Teknoloji Eğlenceli Bi Şeydir
Kadınlar Makinesi
Kadınlar Makinesi, “kadınlar teknolojiden anlamaz” önyargısını kırmak, kadınların bilişime olan
ilgilerini arttırmak, bilişim ve teknolojiye hatta bu konularda soru sormaya karşı duydukları çekinceleri azaltmak ve teknoloji, matematik, bilim, mühendislik alanlarına katkıda bulunan kadınları tanıtarak kadınların da bu alanlarda gayet başarılı olduklarını aktarmak için kurulmuş bir topluluk.
Çeşitli disiplinlerden gelen kadınlarız. Konu özelikle teknoloji ve bilim olunca ne yazık ki kaba bir tavırla karşılaşıyoruz. Mecbur değilseniz (yani evde tadilat işlerini yapacak bir erkek yoksa) elinize bir kere bile tornavida değmeden büyümeniz çok olası. Tamir etmek erkeklerin, korumak kadınların işi gibi görülüyor. Hayatımızın neredeyse her yanında olan teknoloji ile de böyle bağ kuruyoruz. Belki komik gelecek ama bir metin belgesini yatay ya da dikey olarak kullanabilmek bile büyük sorun(!) olabiliyor. Kaldı ki bilgisayar söküp takmak, program yazmak, sistem kurmak.. bunlar çok daha büyük sorunlar oluyor. Bu sorulara verilen yanıtın niteliği ya da veriliş şekli sizin bir daha sormanızın önünü kesebiliyor. Eğer çevrenizde duyarlı bir erkek yoksa genelde böylesi sorulara üstten bakan, ‘bunu mu yapamadın’ şeklinde yanıtlar almanız çok olası! Biz öyle değiliz, öyle olmamaya çalışıyoruz en azından. Ne yapacağımızı da oraya gelenlerin ihtiyaçları üzerinden planlamak istiyoruz.
Alınganlığın Bu Kadarı
Burçin Tetik
Çok alınganızdır biz kadın milleti. Öyle biraz falan değil, hep kafamızda kurarız, olmayan şeyler tahayyül ederiz, boşuna üzülür, var olmayan şeylere kızarız. Sevgilimiz olan adamın başka kadınları nesneleştirerek konuşmasından alınırız mesela. Akşam bizimle aynı yatacağa girecek olan kişinin, metroda yanımızda otururken arkadaşıyla yan koltuktaki kadınla alakalı fantezilerini anlatmasına alınırız. Üstelik hem kendi adımıza, hem diğer kadınlar için, hem de bazı bazı insanlık adına alınırız. Dedim ya, hep alınganlıktan işte.
Amaç alınmak olunca, eh isteyen bir bahane bulup alınıyor. En son tecavüze uğradığına çok alınan bir kadın tanıdım örneğin. Tecavüzcü yakın arkadaşıymış, aralarında etkileşimler eksik olmazmış. Bir gün sevişmeye de karar verivermişler. Başta ben diyeyim heyecandan, siz deyin meraktan, her şey güzelmiş. Sonra sonra karışmış işler, arkadaşlıktan çıkmış iş, sevgililik de olamamış, her şey sarpa sarıvermiş.