Aquellare: Müzikle Konuşan Kolombiyalı Cadılar

Pınar Selek

Aquallare, Baskça bir kelime. Cadılar Birliği demek. Fransa’da cadılığı feministlik olarak algılayan, bu işi de pek seven Kolombiyalı kadınlar 2010’da, daha dört sene önce, birleşmişler ve o tehlikeli işi yapmışlar: Örgüt kurmuşlar.

Büyük altüst oluşlar yaşayan hiçbir ülkede, hiçbir coğrafyada, sosyal mücadeleler yerel kalamıyor. İnsanlar dört bir yana dağılıyor çünkü. Sürgünler, kaçanlar, gidenler bohçalarında ülkelerinin gözyaşlarını, şarkılarını, ihtiyaçlarını, siyasi gündemini de taşıyorlar. Gidip orda burada örgütler kuruyorlar. Dayanışma örgütleri. Uzaktan devrim örgütleme örgütleri. Lojistik örgütleri.

Ya da köprüler kuran, ağlar ören örgütler… Fransa’daki Kolombiyalı feministlerin örgütü Aquellare bunlardan biri.

Aquallare, şaşırtıcı olarak, İspanyolca değil, Baskça bir kelime. Cadılar Birliği demek. Fransa’da cadılığı feministlik olarak algılayan, bu işi de pek seven Kolombiyalı kadınlar 2010’da, daha dört sene önce, birleşmişler ve o tehlikeli işi yapmışlar: Örgüt kurmuşlar.

Ben onları üç yıl önce Paris’te benimle ilgili yapılan dayanışma gecesinde tanımıştım. Seine Nehri’ne yaslanmış bir gemide. “Kolombiyalı feministler de senin için bir şarkı söyleyecek” dediklerinde merakla gülümsedim herhalde. Ama o kadar. Sahneyi doldurana kadar, farkında olmadım güzelliklerinin. Kocaman geminin küçücük sahnesine kırk kadın tuhaf bir biçimde sığdı… Abartmıyorum, kırk kadın söyledi o şarkıyı. Seslerindeki dalgaları birbirine sürterek deniz oldular, okyanus oldular, beni küçük bir gemiye bindirip rüzgâra saldılar… “Pınar…” diye başlıyordu her cümleleri… Bana anlatıyorlardı dünyanın dört bir yanında olanları… Sonra “seni hapse atmak isteyenler bize de bunu yapıyor” gibi şeyler. Ama böyle benim gibi kaba saba değil, şiir gibi, denizin köpükleri gibi. Dilim tutuldu. Sahneye atlayıp sarıldım her birine, bir daha hiç bırakmadım.

Geçenlerde yeniden buluştuk Paris’te. Amargi için. Çok sevindiler deneyimlerini Türkiyeli feministlerle paylaşma imkânı bulduklarına. Ruandalı kadınlarla dayanışma eyleminden çıkıp kocaman bir parkta piknik yaptık. Ben sordum, onlar anlattı.

Olga başladı. Olga Gonzalez, otuz beş yaşlarında bir kadın. Kimse söylemiyor ama hiyerarşik olmayan bu örgütün doğal lideri olduğu anlaşılıyor. Kolombiya’da sosyoloji okumuş, burada da devam etmiş eğitimine. Bir yandan da içi içini hep yemiş:

“Kolombiya denince mafya egemenliği, kolay yoldan para kazanmak, bireycilik geliyor insanın aklına. Ben bu kâbusun içinden geldim. Kaçtım. Olup bitenler dayanılır gibi değildi, bir şeyler yapmalıydım. Borçlu gibi hissediyordum kendimi. Fransa’ya gelir gelmez buldum Kolombiyalı muhalif örgütleri. Fakat hemen erkek egemenliğine tosladım. Kolombiya’daki savaşa karşı mücadele yürütüyorlar ama bu savaştan kadınların nasıl etkilendiğinden, fuhuş sektörünün nasıl savaş ekonomisinin en temel kolu olduğundan bahsetmiyorlar bile. Bir süre sonra bir fısıltı dolaşmaya başladı: Kadınlar için bir şeyler yapmak lazım…”

Grubun kuruluşundan beri aktif olmuş, müzisyenliği sadece konuşma değil, oturma biçiminden de anlaşılan Zulma Ramirez devam ediyor:

“Bir grup kadın buluştuk. Tartıştık uzun uzun. Mesela sorduk: Biz feminist miyiz? Evet, dedik…”

Gülüşüyorlar.

“Fransız feministleriyle hemen ortak işler yapmaya başladık. Ortak sunumlar, bilgi alış verişleri, dayanışma eylemleri. Grubu hızla ama yavaş yavaş kurduk. Yatay ve öneriler etrafında örgütlendik. Herkesin kendi önerisini hayata geçirmesi için dayanıştık. Dernek haline gelmemiz daha çok yeni…”

Dört yılda çok hızlı tanınmışlar. Fransa’da Aquellare’yi bilmeyen yok. Peki, sürgündeki Kolombiyalı muhalif yapılar? “Aranız nasıl?” diye sordum tabii.

Güldüler yine. Hep gülüyor bu kızlar. Hep gülüşüyoruz… Ciddiyetimizin işareti bu.

“Buradaki Kolombiyalı sol hareketler bizim kuruluşumuzu pek ciddiye almadılar. Hâlâ da biraz öyle. Çoğu zaman kendilerine bir takı olduğumuzu düşünüyorlar. Daha enternasyonal bir yüzümüz olduğu için Kolombiyalı feministlere ihtiyaçları var tabii. Ama çok zorlanıyoruz. Anlattık, Kolombiyalı muhalefet hep çok maçistti, hâlâ da öyle. Sürgünde ya da ülkede. Dağda ya da şehirde. Tabii sürgün daha da tutuculaştırıyor siyasal yapıları. Biz bunun içine girmiyoruz ama birlikte yürümek çok zor.”

“Mesela bu yıl şubat ayında, barış için festival düzenlemek için bir platform oluştu. Aquellare olarak bu platforma ve hazırlık çalışmalarına katıldık. Kolombiyalı muhalefet gruplarına karşı görünür olmak için çok çaba gösterdik, toplantılarda ve çalışmalarda çok etkin olmaya çalıştık. Ama bir kâbus gibi geçti o toplantılar. Adamlar habire konuşuyor. Örgütlerden gelen kadınlar ise pasif. Biz ‘Feminizm kimseyi öldürmedi, maçizm her gün öldürüyor’ konulu bir sunum önerdik. (Ruta Pacifica de las mujeres). Not aldılar. Ama bir sonraki toplantıda planlamaya koymadılar. Beş toplantıda aynı şey oldu. Sinsi bir dışlanma yaşadık yani. Sonunda zorla girdik. Ama festivalin hiçbir imkânı bize sunulmadı. Ses bozuk, hiç bir şey işlemiyor. Toplantımızı bir saat geciktirdiler.”

“Ama çok başarılıydık… Acayip katılım oldu… Tartışma çok uzun sürdü. Pek çok katılımcı bizimle ilişki kurdu sonrasında.”

Natalia Castro Alvarado, çok genç ve cıvıl cıvıl bir kadın. Festivalden sonra katılmış Aquellare’ye: “Ben o zaman izleyiciydim. Feminist de değildim. Kısa zamanda dünyam değişti…”

Henüz büyük sorunlar yaşamıyorlar. Güzel bir imaj veriyorlar çünkü oldukça zayıf olan Kolombiyalı sürgün muhalefetine. Yine de Olga ihtiyatlı: “Az sayıda olduğumuz için tehlikeli görmüyorlar. Ama yakında başlar…”

Peki diyorum, sizin feminizminiz gerçekten ihtiyacı olan kadınlara değiyor mu? Kolombiyalı kadınlara mesela? Madem kendilerini Kolombiyalı olarak tanımlıyorlar, bana da böyle bir soru sormak düşer… Söyleşiden önce yaptığım küçük araştırmada Kolombiya’nın dünyada en çok kadın öldürülen ikinci ülke olduğunu öğrenmişim üstelik…

Orkestra gibi konuşuyorlar, birbirine pas vererek. Kolombiya’nin ne kadar kapalı ve tutucu bir ülke olduğunu, katolikliğin yaşamın her alanını nasıl belirlediğini anlatıyorlar uzun uzun: Katolik uğultunun şefkatle sardığı dört iş mafyanın melekleri tarafından korunuyor. Dizi filmler, fuhuş, güzellik yarışmaları ve estetik ameliyatları. Bunlar hayatın bir parçası haline gelmiş. Küçük köylerde, mahallelerde, ortaokullarda, her yerde güzellik yarışmaları yapılıyor. Kızlar sürekli yarışmaya girecek gibi hazır beklemeyi öğreniyorlar. Beden kültü kadınların en büyük yükü. Bedenleriyle muhatap alınıyorlar. Tabii bu durum Kolombiyalı kadınların yüzde yirmi beşinin ameliyatlı olmasıyla çelişmiyor. Zaten Kolombiya dünyanın estetik ameliyat cenneti. Tabii bu işi de estetik mafyası yürütüyor. Sadece estetik işini değil, güzellik yarışmalarını, uyuşturucu trafiğini, fuhuşu, dizi film sektörünü, her şeyi, her şeyi mafya yürütüyor. Ülke mafyayla dönüşüyor. 1980’den itibaren kültürel yapının bir parçası olan mafya, basının ve politik arenanın da temel aktörü. Bu yüzden pezevenkliği meşrulaştırmak için yasa çıkarılıyor, fuhuş yapan küçük kızlara polis dokunmuyor, uyuşturucu ticareti neredeyse resmi yollardan yapılıyor. Meclisin yasaları bir işe yaramıyor zaten. Mafyanın yasaları, mafyanın silahları, mafyalaşan savaş…

Bir de FARC var tabii. Bu yıl ellinci yılını kutlayan FARC gerilla hareketi kadınların hayatında bir dönüşüme yol açmadı mı ki? Hepsi başını iki yana sallıyor: Hayır. “FARC hareketi kadın özgürlük mücadelesinin önünde büyük engel oldu” diyorlar açık açık:

“Savaş kadınları bir makineye dönüştürüyor. FARC saflarında yoksul ve yoksun çevrelerden gelen pek çok kadın var. Bu kadınlar çok sert kuralların içinde, disiplin ve görevlere göre şekilleniyorlar.”

“Gerilla hiçbir zaman özgürlük alanı olamaz. Militarist bir yapı insanı özgürleştiremez.”

“İçine girince çıkmak da çok zor…”

“FARC son derece erkek egemen bir yapı. Kırk yıldan sonra ilk defa merkez komiteye bir kadın koydular. O da Hollandalı.”

“İki yıldır barış süreci var. Ama masanın etrafında bir tane kadın yok. Sonra zorunlu hissettiler, merkez komitedeki Hollandalıyı aldılar. Hollandalı olmasına itirazım yok. Ama otuz yıldır FARC içinde mücadele eden kadınlar yok, görünmez, çoğu ölüyor zaten…”

“Barış süreci çok önemli çünkü bu savaş kadınların özgürlükleri önünde çok büyük engel. Sadece en büyük mağdur kadınlar olduğu için değil, militarist yapı feminizmin düşmanı olduğu için.”

Peki ya diğer sol yapılar? Bildiğim bir Kolombiya komünist partisi vardı mesela…

Kısa ve net bir cevap alıyorum: “ O da çok Ortodoks. Feminizm düşmanı.”

Tabii, Türkiye deneyimi sayesinde, bu ortamda neden Kolombiyalı feminist hareketin çok geç geliştiğini anlayabiliyorum. Kızlar vurguluyor: “Yıllar süren gerilla mücadelesi buna imkân vermedi.”

Ama son on yıldır kadınların örgütlenmeye çalıştığını, bu kıpırdanmanın LGBT hareketini de tetiklediğini anlatıyorlar. Dediklerine göre gey ve translar, kadınlara göre daha şanslı: “LGBT bireylerine ve örgütlerine yönelik çok saldırı var. Özellikle lezbiyen militanlara yönelik. LGBT örgütleri var ama kadınlar görünür değil. Mesela Bogota belediye başkanı LGBT hareketine açık destek veriyor. Mesela hareketin hizmetine bir televizyon kanalı sunuyor. Ama bu kanalda asla kadınları göremiyorsunuz, sadece trans ve geyler konuşuyor. Lezbiyen olarak görünmek hemen hemen imkânsız. Bu nedenle Kolombiya’yı terk etmiş pek çok lezbiyenle karşılaşıyorsunuz dünyanın pek çok ülkesinde. Kadınların lezbiyen ya da değil, bağımsız örgütlenmesi, normların dışına çıkması çok tehlikeli görünüyor, devlet – din – mafya kuşatıyor tek bir kadın bedenini. Buna direnmek çok zor ama direnen kadınlar var.”

Olga ekliyor: “Kolombiya’daki kadınlarla dayanışmaya yönelik çok iş yapıyoruz. Kolombiya’dan bahsedince savaş konuşuluyor. Kadınların yaşadıkları eziyet, şiddet, sömürü en arkaya geçiyor. Biz bu perdeyi yırtmaya çalışıyoruz. Mesela Kolombiya’da bir ildeki belediye feministlere destek veriyorsa, biz de ona destek veriyoruz. Yoksa olay yaratıyoruz, belediyeyi teşhir etmeye çalışıyoruz…”

Aquellareli kadınlar, Kolombiya’da direnen feminist harekete destek atmaya çalışırken, bu ülkenin Latin Amerika gerçeğinin bir parçası olduğunu iyi biliyorlar. Bu nedenle, çoğu zaman Latin Amerika’daki feminist hareketin gündemini onlar taşıyor Avrupa’ya. Bilindiği gibi tüm Latin Amerika’yı fuhuş kadar kesen sorunlardan biri kürtaj yasağı. Güney Amerika’da, Küba, Uruguay ve Meksika federasyonu içinde bir devlet dışındaki tüm ülkelerinde kürtaj yasak. Brezilya, Arjantin, Şili… Hepsinde yasak kürtaj. Hem de ağır yasak: Ağır hapis cezalı türünden… Son kampanyaları El Salvador’da kürtaj suçundan hapiste olan on yedi kadın için. Binlerce dayanışma fotoğrafı yolluyorlar El Salvador devletine. (Siz de katılabilirsiniz bu kampanyaya. “Aborto libre seguro y gratuito! – Las 17” yazılı bir fotoğraf çektirin ve unaflorporlas17@gmail.com adresine gönderin.)

Bu kıtasal duyarlılık, Aquellare’nin kapısını farklı Latin Amerikalı kadınlara da açmış. Bana bıcır bıcır Kolombiya mafya sistemini anlatan Anais Enet Andeade, Nikaragualı mesela. El Salvadorlu tutsak kadınlarla dayanışma eylemini Anais koordine ediyor.

“Burada Latin Amerikalı feminist kadınların dünyasına uzanabileceğim tek pencere Aquellare. Şimdiye kadar bulunduğum yapılardan çok farklı, çok canlı. Bu deneyimin uzağında olmak istemedim” diyor. Nikaragua’da da feminist hareketin çok geç ve sancılı geliştiğini anlatıyor ve bunu da savaşa bağlıyor. Anais’e göre “Sandinist hareket içinde kadınlar çok çekti…” Üşenmeden, tek tek savaşçı kadın hikâyeleri anlatıyor. Dünyanın pek çok köşesinde sayısız örneğini bildiğimiz özgürlük adına yaşanan militer dramlar. Savaşın bitmesi neyi değiştirdi? Bağımsız kadın hareketi gelişti… Peki ya Sandinistler? ”Kürtajın en büyük düşmanı Ortega” diye cevap veriyor Anais.

Kolombiyalı, hadi diyelim Latin Amerikalı feministler olarak, Fransa’daki feminist hareketin bir parçasılar. Ya onlarla araları nasıl?

Anais devam ediyor: “Fransız feminist hareketinin uzun bir tarihi var bize göre. Kendi aralarında yılların biriktirdiği sorunlar, çatışmalar da var. Ama bir yandan da sürekli bir değişim var. Ben kendi adıma, sorunlara çok yoğunlaşmıyorum. Çünkü güzel şeyler çok.”

Zulma ekliyor: “Her şeyden önce Fransız feministleri diye bir şey yok tek başına. Çok karma bir birlik bu.”

“Aralarında pek çok feministin bize çok büyük katkısı oldu. Çok saygım var onlara.” diyor Olga.
Hepsi başını sallıyor.

“Biz de bu tarihe ek olmak istedik. Aynı tarihi yaşamadık. Ama birbirimizi zenginleştirebiliriz” diye neşeyle ekliyor Natalia.

Zulma Ramirez devam ediyor: “Bizim tek bir feminizmimiz yok. Mesela fuhuş konusunda tekçi yaklaşmıyoruz. Tartışıyoruz sürekli. Tartışa tartışa değişiyoruz. Bu yüzden Fransız feminist hareketi içindeki kamplaşmalarda görmüyoruz kendimizi.”

“En fazla sana dokunan konuya ilişkin örgütlenmen lazım. Herkes böyle yapmalı. Birlikte ama ayrı ayrı.”

Gruba Zulma gibi birkaç müzisyen gelince feminist şarkılar yapmaya karar veriyorlar. Böylece eylemlere sanatlarıyla katılır oluyorlar. Sanatçı olan, olmayan, müzikle ilgilenen ilgilenmeyen herkes katılıyor koroya. Eylemlerde, etkinliklerde sadece birkaç kişi değil, onlarca kişi müzik yapıyor. Bu yüzden iki yıl önce, benimle ilgili dayanışma gecesinde, sahnede kırk kadın görmüştüm şaşırarak.

“Kolombiya müziği çok maçist. Onu da değiştiriyoruz. Perküsyon atölyeleri kurduk. Herkes katıldı. Çok ciddi çalıştık.”

Ben bu çalışmanın sonucuna tanığım. Sahnede gördüğüm şey kırk kişilik feminist grubu değil, profesyonel orkestraydı.

“Bu bize bir özelik kattı. Müzik bizim dilimiz oldu. Fransız feminist hareketi içinde en çok feminist müzik grubu olarak çağırılıyoruz. Senin gecen gibi her yere çağırılıyoruz. Başka gruplara perküsyon atölyeleri veriyoruz.”

Zulma yine gülüyor: “Müzik dünyayı başka türlü düşünmenin bir aracı. Kolombiya’nın, Fransa’nın, dünyanın bu araca çok ihtiyacı var.”


 

Ayrıntılı bilgi için: Grubun web sitesi

Share Button