Mutant Olmakla Kadınlıktan Çıkılmıyor Canım!
Aksu Bora
Ne olacak bu X-Men kadınlarının hali? “E, adı üstünde, X-Men, ne bekliyordun ki?” diyeceksiniz, haklısınız tabii. Ama bu film işi çıkmadan durumları bu kadar feci değildi, aradan kayıp olmadık işler yapabiliyorlar, yüreğimizi ağzımıza getirebiliyorlardı. Yok, filmler mahvetti onları, ben bunu bilir bunu söylerim.
X–Men, 1963 yılında yayınlanmaya başlamış bir çizgi dizi. Konusunu özetlemek çok zor ama kabaca, genetik mutasyona uğramış bir grubun (mutantlar) hikâyesi diyebiliriz. İnsanlar, kendilerinden beklenebileceği gibi, her birinin özel yetenekleri olan bu türden hiç hazzetmiyorlar, arada barış dönemleri yaşansa da genel olarak onlardan korkuyor ve nefret ediyorlar. Mutantlar sıradan ailelere doğuyorlar, yani mutant aileler, soylar falan yok (hikâyenin bir eşcinsel topluluğu hikâyesi olduğunu düşündüren şeylerden biri de bu). Ama tabii bir araya gelmelerini sağlayan bazı liderler var. Bunların en önemli ikisi, Charles Xavier (Profesör X) ve Magneto (Eric Lehnsherr ya da Max Eisenhardt- geçmişi epey karanlık, Nazilerin toplama kamplarından geçtiğini biliyoruz mesela). Charles Xavier, mutantlarla insanların barış içinde bir arada yaşayacakları bir dünya hayal edip bunun için çabalarken, Magneto insanların hiçbir zaman mutantlarla dost olmayacaklarına inanıyor ve savaşa hazırlanmak üzere Brotherhood’u kuruyor. X-Men ise, Charles Xavier’in takımı; onun okulunda yetişip güçlerini “kontrol etmeyi” öğrenen mutantlar.
Çizgi dizi, uzun yıllara yayılmış ve çok yazarlı olduğu için, daha karmaşık, derinlikli ve sürprizlerle doluyken, 2000 yılından başlayarak yapılan (ve bu yıl yedincisini izlediğimiz) filmler öyle değil. Hollywood sineması kalıpları içinde istediğin kadar mutant ol, yapabileceklerinin de, başına gelebileceklerin de sınırı belli. Bunu alıp öylece kabul edebilir, yerden bitme Wolverine’in şahane Hugh Jackman tarafından canlandırılmasının keyfini sürebiliriz tabii. De, insan o mükemmel Storm’un Halle Berry’nin şahsında düzen-tertip yanlısı bayık bir öğretmene dönüşmesini zor hazmediyor (Halle Berry de meslek hayatının en düşük enerjili performansını sergiliyor bu dizide galiba). Çizgi dizinin Storm’u, Afrikalı bir prensesle Amerikalı bir fotoğrafçının kızı, yetimhanede büyümüş, sağı solu belli olmayan ve güçlerini kullanırken elini korkak alıştırmayan bir kadın (havayı kontrol edebiliyor). Zaten geldiği yerde bir tür tanrıça muamelesi görüyor. Sonra sen tut, mutant okuluna hoca ol! Filmlerde Storm hiçbir zaman esas kız değil. X-Men United’de Nightcrawler’la “yakınlaşma”ları sırasında biraz dikkatimizi çekiyor, o kadar. Yakınlaşma dediğim, evrenin sırları, erdemin doğası falan hakkındaki konuşmalar; gerçi Nightcrawler’ın Alman aksanı ve vücuduna her bir günahı için açtığı yaralar işe biraz heyecan katıyor ama işte, ilişkileri “düzeyli ilişki”den öteye gitmiyor. Storm’un ahlak felsefesi tartışması ne konuşmasında ne hayatında derinleşme fırsatı bulamıyor; varsa yoksa Profesör X’in kuralları! İçin için ona aşık olduğundan şüpheleniyorum, o zaman işler ilginçleşebilirdi! (Yoksa demode bir Elektra hikâyesine mi dönüşürdü?!)
Storm’dan daha ilginç bir karakter, Jean Grey. Telepatik güçleri Xavier’den fazla, aslında gelmiş geçmiş en güçlü mutant olduğu düşünülüyor. Ama güçlü olsa ne fayda, güçlerini kontrol edemedikten sonra! Aynen böyle işte. Xavier’in derdi günü Jean’in gücünü kontrol etmek, karanlık geçmişinden (ve galiba gücünün karanlık tarafından) onu “korumak” için zihnine durmadan bir takım engeller koymak. Jean bu karanlıklardan ve güçlerden öyle korkuyor ki, Profesör X’in zihnine uzanıp durmasına göz yumuyor; bu size tanıdık gelmiş olmalı! X2’de, mutantlar adına halka açık bir konuşma yapması gerektiğinde, bir türlü lafı toparlayamıyor, güvensiz bir küçük kız gibi davranıyor. Sonra da bu hali nedeniyle Charles’dan özür diliyor. Jean’ın güçlerini kullanmaya cesaret etmesi için ölmesi gerekiyor; ölüp yeniden doğması (boynunda boşuna Zümrüdü Anka kolyesi taşımıyormuş demek). Bu travmayla zihnine yerleştirilmiş engeller birer birer yıkılıyor. Ki zaten ölümü de böyle bir şeydendi: Kontrolden çıkmış tonlarca suyun altında kalmıştı. Yeniden doğuşu, Scott’un (nasıl denir, “hayat arkadaşı”, bakışları her anlamda yakıcı bir mutant) koşulsuz aşkı ve “kontrolden çıkmış” güçleriyle mümkün oluyor – Jean, sulardan çıkıp geliyor (bu kontrolsüzlük Jean’i hayata döndürüyor ama ah zavallı Scott!). Ama kısa zamanda anlıyoruz ki bu kadın bizim bildiğimiz Jean değil, aklı gelip gelip gidiyor! Bazen karanlık tarafa geçiyor, bunu yaptığında kendisine aşık olan Wolverine’le oynaşmak da dahil, acayip şeyler yapıyor; o akıllı uslu, özgüveni düşük ve etrafından onay isteyip duran Jean’den bambaşka bir Jean’e dönüşüyor. Öngörülemez, seksi, heyecan verici bir kadına.
Gücü kontrolden çıkan kadın n’apar, tabii ki kötü adamın yanına geçer. O da öyle yapıyor, Magneto’nun kıyamet senaryosunu gerçekleştirecek en güçlü mutant olarak, karşı tarafa geçiyor. Onun güçleri sayesinde, şeytanî Magneto nihayet dünyayı insanlardan temizleme ve ele geçirme amacına erişecek gibi oluyor. Çok etkileyici bir sahne: Karanlık bulutlar toplanmış, binalar yerle bir olmuş, mutantlar birbirine girmiş ama belli ki Brotherhood galebe çalıyor, Jean yerden yükselmiş, öfkeli bir tanrıça gibi görünüyor. Bütün bu kaosu yaratan oydu ne de olsa. Ama işte, kalbinin derinliklerinden, gerçek Jean çıkıveriyor bir an; kendisine koşulsuzca aşık olduğunu bildiği Wolverine’e bakıyor, sessiz bir yakarış: “Gel kurtar beni bu korkunç kadından.” Bunu yapabilecek tek mutant o, aşkın ve pençelerinin gücüyle. Wolverine ona doğru ilerliyor; aşk mı dünyanın kaderi mi… Derin bir pençe, minnettar bir bakış, acı dolu son! Aşkın türlü türlü halleri var tabii; birinin koşulsuz aşkı kadını hayata döndürürken öbürününki öldürür.
Şahsen içlerinde en sevdiğim, X-Men’e arada, stratejik sebeplerle takılsa da onlardan biri olmayan Mystique (Raven). Mystique’in Brotherhood’a dahil olduğundan da emin değilim, eh, o da Brotherhood işte, ne olacaktı ki?! Mystique çizgi dizide de epey karmaşık biri, hakkında yazarların da tam karar veremediği bir kahraman. İlk filmler de onu evcilleştiremiyor tam olarak, aslında 2014’tekine kadar, kötülerin yancısı mı, trajik bir karakter mi, ihanete uğramış bir kadın mı yoksa ahlâki değerlerden büsbütün yoksun mu, emin olamıyoruz. Sırf bu bile onu sevmemiz için yeter bence; Hollywood kalıplarına bir türlü sığdırılamayan, hep taşan, hep şaşırtan bir karakter. Mystique, istediği şekle girebilen bir mutant. Gerçek hali, masmavi, sarı gözlü ve kırmızı saçlı, bütün bedeni işaretlerle ve pullarla kaplı, yılan gibi kayıp kıvrılarak hareket eden bir kadın. Nightcrawler’ın biyolojik annesi. (Öğrendiğime göre, aslında biyolojik babası olması düşünülmüş baştan: Bizimki istediği şekle girebiliyor ya, bir adama dönüşüp gerçek aşkı kör kâhin mutant Destiny ile sevişmesinden doğan oğlu olacakmış. Ama Marvel, “toplum buna hazır değil” diyerek değiştirmiş kurguyu- tabii filmde böyle bir şey zaten söz konusu bile olamazdı. Destiny’nin D’si yok!) Ama yılan ya, oğlunu daha bebekken terk etmiş, kendi güvenliği için onun hayatını feda etmiş.
Neyse işte, Mystique karşımıza önce Magneto’nun her dediğini yapan sağ kolu olarak çıkıyor film dizisinde. Güvenilir, akıllı, becerikli. Storm’un simetriği gibi- o Xavier’le nasılsa, Mystique de Magneto’yla öyle. Fazladan bir şey var yalnız, Magneto’ya aşık (ki söylemiştim, bu da simetrik olabilir ama iyiler ensest işinde daha tutuklar, normal olarak). Gerçi soğuk ve pullu haliyle bu aşkın işaretlerini vermiyor pek, ta ki Magneto ona ihanet edene kadar. Adına ‘kür’ dedikleri mutant genini yok eden enjeksiyondan Magneto’yu korumak için öne atılıyor, iğneyi yiyor, güzelim pulları dökülüp bir insan kadın halini alıyor. Artık mutant değil. Magneto n’apıyor peki bu durumda, minnettar mı kalıyor, onu kurtarmaya mı çalışıyor? Hayır. Dönüp arkasını gidiyor (“artık bizden değilsin”! Pislik herif!). Bizimki arkasından bakıp çaresizce “Eric” diye seslendiğinde, anlıyoruz aşkını. Neyse ki, insan kadın oldu diye huy değiştirmiyor, gidip herifin bütün sırlarını bir bir anlatıyor insanlara.
Dizinin bir sonraki filminde, hikâyenin evveliyatını öğreniyoruz. Meğer Mistique aslında Xavier’e yanık değil miymiş?! Bunlar daha çocukken arkadaş olmuşlar. Charles’ınkiler çok zengin ve aristokrat bir aileymiş (nitekim okul olarak kullandığı bina ona ailesinden kalan bir şato- Amerika’da aristokrat ne arasın derseniz, buna verecek cevabım yok, ben filmin yalancısıyım). Bu kimsesiz kıza kol kanat germiş, ona aile olmuş ve bilin bakalım başka ne yapmış? Güçlerini kontrol etmeyi öğretmiş! Gel zaman git zaman, büyümüşler, küçük kız güzel bir kadına (ee, nerde mavi Mistique?), küçük oğlan yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş, aşktı şuydu buydu. Ama Charles’ın CIA ile çalışmaya başlamasıyla işin rengi değişmiş vesaire vesaire… Aslında First Class’ı tek başına düşünürsek, esas aşkın ve romantizmin ve seksin Charles ile Eric arasında döndüğü sonucuna varabiliriz- zihnine girmeler, bu deneyimden sonra gözyaşlarına boğulmalar… Raven (Mystique) bu filmde ikisi arasındaki ortaklık zemini gibidir- ikisi tarafından da istenmeyen ama ikisi tarafından da bırakılmayan (bu satırları yazarken gözyaşlarımı tutamıyorum!)
Ve 2014 filminde (Days of Future Past), geçmişte yapılmış büyük bir yanlışı düzeltmek üzere geçmişe yollanan Wolverine’in karşısına, bu büyük yanlışın faili Raven çıkar! Güçlerini kontrol etmeyi öğrenmiş ama duygularını değil belli ki; Magneto’nun etkisine girmiş (çünkü Charles’a kırgın, öfkeli, reddedilmiş hissediyor…). İsterse mutant olsun, kadın milletinin ezeli derdi işte, duygusallar… Neyse ki Wolverine’in Charles’ı, onun da Raven’i (artık Mystique demeye dilim varmıyor!) ikna etmesiyle, tarihi yanlış düzeltilir, insanlık ve mutantlık âlemi felaketten son anda kurtarılır. Mutlu son.
Süper kahramanlar dünyasında kadın varlığı oldum olası problemlidir; belki de süper kahramanlığın “fıtratı”yla kadınlarınki arasında sahiden de bir uyuşmazlık vardır. Kim bilir. Düşünmeye değer bir mesele bu. Belki kendini boyalara bulayıp geyik peşine düşmekle tarımı icad etmek arasındaki fark gibi bir şeydir: Teatral, havalı ve hızla zirveye yükselen bir eylem olarak kahramanlıkla belirli bir ana, görülebilir tek bir harekete indirgenemeyecek (sürdürülebilir!) türden kahramanlık arasındaki fark gibi. Ama bir yandan da kendilerine bir yaşam alanı, bir varlık kazanmayı başarmış kadın süper kahramanlar var. Psylocke gibi, Valkyrie gibi (Red Sonja’ya ısınamadım ben hiç- bazı arkadaşlarımla yaşadığımız şiddetli tartışmalara rağmen!).Bu başarı, yazarların yaratıcılığı, hayal dünyalarının zenginliği ile ilgili ama aynı zamanda bu kadınları seven, izleyen, destekleyen okurlarla da. Mystique’in otuz küsur yıllık bir hayatın üstüne, sinemaya geçerken geçmişinden arındırılıp iki adam arasındaki çatışmanın (ya da tutkunun) aynasından ibaretmiş gibi gösterilmesi, bu okurlardan biri olarak beni isyan ettiriyor!
“Süper kahramanlar dünyasına artık kadınlar da girdi, işte bu feminizmin etkisi, yaşasın” falan diye yazılar okuduğunuzda, Mystique’i hatırlayın. Ve Jean’i, ve Storm’u. İşler o kadar da hızlı değişmiyor. Hele popüler kültürde.