Feminist Bir Tarihçilik Mümkün! Leonore Davidoff’un Ardından…
Gülhan Erkaya Balsoy
Davidoff benim için onunla ilk karşılaşmamdan itibaren kadın bir tarihçi olarak, sırt çevrilen tarihsel meseleleri erkeklerden daha farklı bir dil ve üslupla ele almanın mümkün olduğuna dair umudun ve yapma gücünün simgesi oldu.
Leonore Davidoff ismini sanıyorum ilk defa tarih doktorası yapmaya başladığım sene duymuştum. Doktoraya başlamanın heyecanına rağmen tarih benim için oldukça yabancı bir alandı. Ne lisans ne yüksek lisansta tarih okumuştum. Üstelik tarih, doktoraya başlayana kadar öyle çok merak duyduğum, bildiğim bir alan da değildi.
Beni doktora yapmaya iten temel nedenlerden biri sanıyorum o dönem benzer tercihte bulunan pek çok kişi gibi Türkiye’nin ağır krizlerinden biri olan 2001 kriziydi. O zamana kadar, özel ders vermek, tercüme yapmak, kısa dönemli bir proje içinde çalışmak gibi yarı zamanlı işler, benim gibi üniversite mezunu, özel sektörde çalışan ve o zaman genç olan bir kadın için tek başına ayakta durmayı mümkün kılan alternatiflerdi. Ancak 2001 krizinin sonrasında tam zamanlı çalışan pek çok beyaz yakalı işsiz kalıp giderek daha fazla güvencesizliğe sürüklenirken, bu tarz işler tek başına bir kadın olarak hayat sürdürmeyi oldukça zorlaştıran seçeneklere dönüştü. Bu dönüşüm beni bir yandan emeğin, emek formlarının değişen doğasını üzerine düşündürürken bir yandan da erkeklerin hemen hiç yaşamadığı ama genç bir kadın olarak benim maruz kaldığım bazı durumlar üzerine de daha fazla kafa yormaya itiyordu. İşte kafamda bu sorularla tarih doktorasına başladığımda niyetim çok genel anlamda emek tarihi ve kadınlar üzerine bir şeyler yapmaktı. Ama bana dilini bile bilmediğim yabancı bir ülkeye gitmişim izlenimi veren Osmanlı geçmişi söz konusu olunca tam olarak ne yapabileceğim benim için büyük bir muammaydı.
Leonore Davidoff işte tam da böyle bir dönemimde karşıma çıktı. Derste hocamız ismine şöyle bir değinmişti aslında ama beni çekenin ne olduğunu pek de sorgulamadan ders çıkışında doğrudan kütüphaneye giderek Leonore Davidoff’un Catherine Hall ile birlikte yazdığı Family Fortunes (Aile Serveti) kitabını ödünç aldım. Kitabın benim tarih çalışmalarında okumaya alışkın olduğumdan çok farklı bir soruları, dili ve bakış açısı vardı. Okudukça beni kafamda bir türlü soru işaretiyle başladığım ve hala doğru bir karar verip vermediğimi sorguladığım tarih disiplinin çok heyecan verici alanlarına çekiyor, için için doğru yaptığımı hissettiriyordu. Bir yandan “Evet, başka türlü bir tarihçilik yapmak mümkün” diyordum. Bir yandan da tarih alanında emek ve toplumsal cinsiyete ilişkin soruların nasıl bir araya getirilebileceğine dair bir şeyler sezinliyordum. Üstelik bir feminist olarak tarih hem de Osmanlı tarihi bile araştırmanın hiç de olanaksız olmadığına dair bir umut duyuyordum. İşte Davidoff benim için onunla ilk karşılaşmamdan itibaren kadın bir tarihçi olarak, sırt çevrilen tarihsel meseleleri erkeklerden daha farklı bir dil ve üslupla ele almanın mümkün olduğuna dair umudun ve yapma gücünün simgesi oldu.
Tarihçilik sosyal bilimlerin diğer alanları gibi biraz da kapitalizmin ve ulus devletlerin ortaya çıkış sürecinin çocuğudur. Büyük ölçüde ulusların kendi geçmişlerini yeniden inşa etme ihtiyacından doğmuştur. Tam da bu nedenle tarihin konusu uzun süre boyunca krallar, padişahlar, hanedanlar, taht mücadeleleri, savaşlar, çarpışmalar, diplomatik olaylar olmuştur. Yetmişlere kadar tarihçilik hem geçmişi araştıran ve yazanların cinsiyeti hem de muteber konuları itibariyle büyük ölçüde erkek bir alandı. Belki de bu nedenle Leonore Davidoff eğitimine tarih değil sosyoloji alanında başladı. Üzerinde çalıştığı ve tez yazdığı “evli kadınların istihdamı” konusu döneminde saygı görmeyen, “bilimsel” bulunmayan bir konuydu. Evli ve üç çocuğu olan bir akademisyense ne kadar büyük bir çaba sarf ederse etsin erkek meslektaşları kadar yeterli bulunmuyordu.
Davidoff gibi kadın tarihçilerin olağanüstü emeğiyle yetmişlerle birlikte tarihçilikte bir şeyler değişmeye başladı. Dönemin sosyal ve politik mücadelelerinin de etkisiyle sosyal tarih ve emek tarihi gibi ezilenlerin geçmişini araştırmaya yönelik alanlar serpiliyor, ortaya birbirinden değerli çalışmalar çıkıyordu. Kadın tarihçiliği bu dönemde hala erkek tarihçilerce küçümsense de yavaş yavaş tarihçiliğin diğer alanları kadar meşru bir alanı haline gelmeye başlıyordu.
Kadın tarihi yazımının ilk dönemi, tarihteki önemli kadın figürleri bulup hikâyelerini günışığına çıkartma görevini üstlendi. Bu dönemde kadın tarihçiler bir yandan geçmişte kadınlar da vardı diyor bir yandan da bu alanı tarih biliminin diğer alanları kadar meşru bir çalışma konusu haline getirmeye çalışıyordu. Ne var ki bu ilk dalga çabalar tarihçiliğin bütününe köklü bir eleştiri yöneltmekten uzaktı. Kadınların neden uzun yıllar boyunca görünmez kaldığı, bu konunun neden araştırmaya değer görülmediği gibi sorular büyük ölçüde yanıtsız kalıyordu. Dahası ilk kuşak çalışmaların önemli bir kısmı kadın kategorisinin içindeki farklılıkları ihmal etmişti. Gün ışığına çıkarılanlar daha çok üst sınıf ya da öncü kadınların hikâyeleriydi. Alt sınıf kadınların, hizmetçilerin, işçilerin, çamaşırcıların, deneyimlerinin kadın tarihçilerin ilgisini çekmesine biraz daha zaman vardı.
Davidoff işte merak bile edilmeyen bu hikâyeleri dert edip araştıran, gün yüzüne çıkaran, tarihçiliğin kendisini, yapılma biçimini sorgulayan öncü feminist tarihçilerden birisidir. Kadınlığın evrensel bir kategori olmadığını, “kadın”lık durumunun içinde türlü sınıfsal, etnik, kültürel farklılık bulunduğu ve bu farklılıkların birbirleri üzerinde hiyerarşi kurduğunu sadece sözle değil çalışmalarının kendisiyle bizzat ifade etmiştir. Bazı kadınlıkların diğerlerinden daha eşit olabildiğini fark etmiş, sabırla yeterince eşit olmayan kadınların deneyimlerinin peşinden gitmiştir. Toplumsal cinsiyet kavramının tarihsel analiz yaparken nasıl kullanılabileceğini çalışmalarıyla bize göstermiştir.
Ne yazık ki pek çok öncü çalışması olsa da Davidoff’un çalışmaları Türkçe’de yeterince bilinmemektedir. Türkçeye kazandırılmış tek eseri Ayşe Durakbaşa’nın hazırladığı ve Ferhunde Özbay’ın Leonore Davidoff’dan aldığı ilhamla Türkiye örneğini incelediği çalışmasıyla başlayan bir makale seçkisidir. Makalelerin başlıkları ve konuları bile bize Davidoff’un açtığı ufukları sergiler: Ev, ev işi, hizmetçilik ve ev işçileri, karı-kocalık ilişkisi, kardeşler arası ilişkiler. Bu konuların ilgi çekiciliği bir yana Davidoff bakış açısıyla da etkileyicidir. Kıyıda kenarda kalmış konuları ele alırken bize aslında on dokuzuncu yüzyıldaki kapitalizmi anlatır. Ev ve iş yerinin ayrışmasının, kadınların eve sıkıştırılmasının kapitalizmin kendisini yeniden üretebilmesi için ne kadar önemli bir rol üstlendiğini gösterir. Patriarka ve cinsiyetçi iş bölümü olmadan kapitalizmin de ayakta durmasının mümkün olamayacağı fikrini tarihsel bir zemin üzerinde sergiler. Davidoff çok zor konuları olağanüstü güzel bir dille anlatır bize. İyi tarihçilerin hem iyi hikâyeleri sevdiğini hem de iyi hikâye anlatıcıları olduğunu hatırlatır. Ama bu hikâyelerde takılıp kalmaz, kişisel olanla politik olanın, ev içindekiyle kapitalizmin birbiriyle ne kadar ilişkili olduğunu gösterir. Dolayısıyla tarihe insan sesi ve insan deneyimi getirirken, tarihin özünden değişimin ve dönüşümün bilimi olduğunu da bize asla unutturmaz.
Davidoff derinlikli olduğu kadar çalışkan bir tarihçiydi de aynı zamanda. Son kitabı olan ve kardeş ilişkilerini incelediği Thicker than Water: Siblings and their Relations, 1780-1920 (Sudan Yoğun: Kardeşler ve İlişkileri, 1780-1920) 2012 yılında, Davidoff’un sekseninci doğum gününün hemen öncesinde yayımlanmıştı. Davidoff’un, kadın ve toplumsal cinsiyet tarihçiliğine bir başka önemli katkısı da kuruculuğunu yaptığı ve kurumsallaşması için büyük emek harcadığı Gender and History (Toplumsal Cinsiyet ve Tarih) dergisidir.
Günümüzde artık kadın ve toplumsal cinsiyet tarihi diye bir alandan bahsedebiliyorsak, cinsiyet eşitsizliklerini, kadın kavramının kendisini, ev işini, kadın emeğini tarihsel bir perspektife oturtabiliyorsak bunu biraz da bu konuların hor görüldüğü dönemlerde bile sabırla ve büyük bir emekle araştırma yapan, yazan, tartışan Leonore Davidoff ve onun gibi feminist tarihçilere borçluyuz.