Usulca savuran öyküler
Sema Aslan
Gaye Boralıoğlu’nun hikâyelerini, romanlarını okuyanların belki de ilk fark edecekleri ayrıntı, yazarın duyma becerisidir. Birbirinden pek farklı hayatları ve sesleri çok iyi duyduğu için olsa gerek, asla uzlaşamayacak gibi duran karakterlerin hepsi, Gaye Boralıoğlu’nun kaleminde bir araya, yan yana gelebiliyor. Bazen şehrin göbeğinden, bazen alt kültür diyebileceğimiz bir coğrafyadan, bazen de tüm dünyanın çeperine itilmiş gibi duran evlerin, odaların içinden konuşur, yazar.
Bu dil zenginliğine de değinmeye çalışarak, “Mübarek Kadınlar”dan söz edeceğim. Kitaptaki hikâyelerin tamamı kadınlar tarafından anlatılmış değil, erkek anlatıcılar da var. Ancak yine de kitap, kadınları anlatan, kadınlar üzerine düşünen hikâyeleri bir araya getiriyor. İçinde, kendi kendine konuşan kadınlar var; mesela “Muamma”, “Mi Hatice”, “Pilavcı Karısı”, “Kara Delik” bu hikâyelerden.
Her biri emekçi olan bu hikâyelerin anlatıcı kadınları, esasında kendi sıkıştırılmışlıklarını, belli bir yaşayışa mahpus edilmişliklerini açıkça tarif ediyorlar ancak bunu köklü bir biçimde yapıyor ve (bu sayede) tarifleriyle birlikte epey bir şeyi de değiştiriyorlar. Hepsinin hayatında bir ezber, insanı körelten bir tekdüzelik, şaşmaz bir tekrar var. Günün olağan ritmi, öykü kişilerinin anlatısıyla ezberini iyi yapmış birinin teklemeyen hafızasına asılı: Kurulacak cümleler, yenecek yemek, atılacak adım, vakitlere pay edilmiş işler… Her biri yekdiğerini tamamlayan yaşam ayininin şaşmaz sabitleri. Ama bu sabitleri belirlemiş olanlar, kadınlar değil. Onlar, kendileri için kurgulanmış olanı yaşıyor. Ancak, yazarının çok incelikli bir şekilde çektiği bir numara sayesinde bu kurgulanmış yaşamalar tuhaf bir aydınlık da içeriyor. Bu aydınlık, büyük ihtimal, öykü kişilerinin varoluş biçimlerini, ama daha ötesi, ‘kader’in kendilerine reva görmüş olduğu hayatı sorgulamalarından taşıyor. “Bu kadar mı nankör davranır insana hayat, bu kadar mı kolay ıskartaya çıkarılır bir kadın! Bu nasıl bir hoyratlık!” diyor mesela “Pilavcı Karısı”. Şikâyet etmediğini, en nihayetinde yaşamak için bir sebebi olduğunu söyleyen Mükerrem Bey’in karısı bile bir ara “Mükerrem Bey yerine daha başka biriyle evlenseydim… kanlı canlı, sevdalı, deli dolu, sürprizlerle dolu, heyecanlı bir adam…” diye düşünüyor. Hatice, hiç ummadığı gibi yalnız kalabildiği bir anda, bu yalnızlığı kucaklıyor. Saime, geceye ve kuyulara koşarken belki biraz korku ve yalnızlık tarafından ama mutlaka bir özgürlük hasretiyle de kovalanıyor.
Aydınlığın olası bir diğer nedeni, yazarının derin bakışıyla gün yüzüne çıkarabildiği beklenmedik mizah. Bazen karanlık bir yansımayla birlikte gelen bu mizah, diyelim, biyometrik suretin belli belirsiz gülümseme çizgisini andırıyor. Tüm kuşatılmışlığını açık seçik görebildiğiniz bir yaşamı, anlatısındaki hafifliğine rağmen gülümseyerek karşılamaktaki zorluk, o çizgi.
Yazar, “Mübarek Kadınlar”da okurunu, çizdiği hat üzerinde öykü öykü dolaştırırken onu ihtimaller, hayaller ve yüzleşmelerle buluşturuyor. En yalnız ve kendi halinde olan öykü kişisini bile, toplumsal ve politik bir dokunun içinde görmemize imkân tanıyor. Boralıoğlu, anlatımıyla okurunu öykülerin içine almayı başarmışken bile, bu doku, her birimizi deneyimde buluşturduğu için ayrıca dikkate değer. Çünkü bu doku sayesinde uzak olan yakınlaşıyor; bilinmeyen bilinir hale geliyor. Tam da bu yüzden, öyküleri tasnif etmeyi lüzumlu görmüyorum; her biri toplumsalı da politikayı da çekincesiz gösteriyor. Biri diğerinden daha az toplumsal ya da politik değil.
Ve fakat, bununla beraber bazı öykülerinde doğrudan politikayı dert ettiğini söylemek mümkün. “Ali’nin Gözleri”, “Koparmabeni”, “Pepuk Kuşu”, “Ninni”, “Vitrin” ve “İsyan”, bu öykülerden. 1915’ten 1938’e; dağlardan cezaevlerine… İlk bölümde anılan hikâyelerde bir ‘aydınlık’ vardı, (belki bir tasnif yapılacaksa buradan ilerlemek olası) bu öykülerde ise kopkoyu bir ‘karanlık’ var. Ancak o karanlığın içinde bile açıkça direnen Arev’i, kendini kendi özünden tekrar doğuran Xece’yi mesela kurban vermiyor yazar. Karanlık olan öykü kişileri değil; bilakis, onlar direnişçi. Ama yazarın yarattığı dünya, dil bağlamı, direnişin nasıl ürkünç bir karanlığın içinden çıkığını etkileyici bir şekilde gösteriyor. “İsyan”a özel olarak bakmak mümkün bu noktada:
“İsyan”, bir karanlığı anlatacağını bildiği için belki, daha birinci kelimesi, “karanlık”. Önce karanlığı tarif ediyor yazar. Sonra ağır ağır okurunu onun içine çekiyor. Çocuk yaşları ve çocuk halleriyle devlet elinde ölenleri anlatırken bir sorgulama ve yüzleşmenin kaçınılmaz olacağını, başka türlü o anlatının mümkün kılınamayacağını bilen yazar, “haram” kelimeler arasında dolaşırken çok şaşırtıcı bir efekt kullanıyor: Ölü çocuğa acısını ve korkusunu tekrar ettiriyor. Ürkütücü bir sükûnet içinde başından geçenleri anlatan çocuk, konuşmasının bir yerinde, tarif ettiği şeyi canlandırarak beklenmedik olanı yapıyor. Hem çocuğu dinleyen anlatıcı öykü kişisi hem de okur, o anlarda bir savrulma yaşıyor; gördüğünü, duyduğunu, bildiğini sandığı ‘olan’ı yeniden görüyor, duyuyor, biliyor. Yüzleşme, ölü çocuğun eski bir kâbusu yeniden canlandırması sırasında yaşanıyor. Karanlık, çocuğun kendi kâbusuna alışmış halinde, tavrında gizli.
Gaye Boralıoğlu “Mübarek Kadınlar”da usulcacık anlatıyor kadınlık hallerini. Zor bir şeyi zahmet çekmeden yapar gibi görünenlerin gücü var anlatısında.