Mercan Terlikler
Oktay Rifat’in “Bir Kadının Penceresinden” (1) romanındaki Filiz karakterinin cinsel uyanışı (uyanamayışı) üzerine bir deneme…
Simlâ Sunay
Orhan Koçak, Oktay Rifat şiirinde ‘ev’ olgusunu şöyle tanımlar: “Ev, el değmemiş bir dünyanın şifrelerinden biri olarak korunan bir yer olsa da, korunmak için sığınılan bir mekân değildir. Kendisi korunur, belki korunmak istenir, ama içindekileri koruma gücünden yoksundur.” (2)
Filiz, çocuklarının odasına kızını düşünerek giren ama ilkin oğullarıyla ilgilenen bir ev kadını. Yenilikçi şair, yazar, çevirmen,ressam Oktay Rifat romanında sürekli ‘kent soylu’ olarak tanımlasa da kimsesiz, kökü olmayan bir kadın, Filiz, bir besleme. Hatta yazarı tarafından da hayatı eksik (dar) bırakılmış: “… Öyküdeki çevre… kadın kahramanının dar açısından dışarı taşmamayı yeğlemiş ve gerisini okuyucunun yorumuna bırakmıştır” (s. 11).
Oktay Rifat, 1975 yılını anlattığı 1976’da yayımlanan romanın ilk bölümünde ‘azgelişmiş toplum’ üzerine başlıksız, önsözvari bir metin kaleme alır. Makale diliyle, ironik yazılmış, -romanla bağı düşünüldüğünde- deneysel olan bu metin zamanında çok eleştirilir. Selim İleri’nin savunduğu ama vaktiyle üstada, arkaya alabilirdiniz, diye serzenişte bulunduğu (3) bu bölüm romanın ayrılmaz parçasıdır aslında; roman kahramanları, mahalleli, esnaf ve küçük-orta sınıf kentsoylu aileler, batılılaşma sürüncemesindeki doğulu bir tarihin kurbanları olarak, azgelişmişlikle modernizm kıskacında sıkışmış bireylerden oluşur. “Bir Kadının Dar Penceresinden” gizli alt başlığını bir itiraf gibi taşır aynı zamanda.
Cinsel özgürlüğün yoksunluğunu temel sorun olarak esas alan, ev-kadın arasındaki paradoksu sınıfsal olarak çizerek, ‘Bir kadının, evli ve çocuklu olarak esaret portresi’ niteliğinde, zamanını aşan bir romanı gecikmeli ele alıyoruz. Gereğince analiz edilmemiş kırk yıl ne yazık ki. Oysa, Oğuz Demiralp’e göre erkek egemen bir toplumda bir erkeğin kalkıp kadın açısından roman yazması başlı başına bir olaydır (4).
Oktay Rifat, o yıllarda kadının toplumdaki yerini, romanın başlarında, saatle ilgili bir pasajda gösterir. Göstermelik aydın kocası Bedri bütün gece horladığı, inlediği, sayıkladığı, dişlerini gıcırdattığı için uykunun yüzeyinde, dalmakla dalmamak arasında (muhtemelen çoğu gece böyledir bu çile) kalan Filiz, sabah kalkıp, çayı havagazına oturttuktan sonra duvardaki Rus marka Serkisof saate bakar. Ancak bu saat kimi gün ileri, kimi gün geri kalmaktadır. Kendi kol saatine de güven duymaz Filiz. “Saatin doğrusu Bedri’nin kolundadır” (s. 22). Toplumsal cinsiyet ve hatta modernitenin egemen cinsiyeti saat imgesiyle tayin edilir burada. Aynı Serkisof saat romanın sonlarına doğru tekrar görünecek, bu sefer olmadık yerde durmak suretiyle, Filiz’de peydâ olan suçluluk duygusunu açığa çıkaracaktır. (Saat erkek, zaman kadındır.)
Derken bir kahvaltı sahnesi çıkar karşımıza. “Nedense hiçbir zaman, tam bir rahatlıkla geçip kurulmazdı masanın başına. Belki iş gördüğü için, belki ailenin geçimine işgücüyle kattığından fazlasını verememekten, belki çocukluğundan, geçmişinden.” Filiz işgücüyle var ettiği ‘ev’de eğreti durmaktadır. Para kazanmadığı için masa başında oturma hakkı da yoktur, kendi tahlilinde (s. 25).
“Bir boşluğun içinde ağır ağır kaymalıyım!”
Filiz cinsel olarak uyanmamış, kuru bir kadındır. İç sesiyle sürekli bunu tartışır, ölçer, anlamaya çalışır. Üç çocuk annesi, evli bir kadın olmasına rağmen cinsel birleşme anında uyanmaz, ıslanmaz, zevk almaz, doyuma ise hiç ulaşmamıştır.
(Bir Kadının Penceresinden basıldığı yıl Pınar Kür Yarın Yarın’ı yayımlamıştır, Asılacak Kadın’a daha üç yıl vardır. Necati Cumalı, Vasfiye gibi taşralı kadınların cinsel yaşamına eğildiği öykülerini çıkartalı yedi sekiz yıl olmuştur.)
Bir apartmanın rutubetli bodrum katında, eski püskü eşyalarla, karanlık bir ev’dir onlarınki. Gazeteci-yazar Bedri her gün çarşı pazar için dâhi yetmeyecek miktarda para bırakır. Zor geçinmektedirler. Bedri, batılı özentisi, kof bir aydındır. Arap sabunu kokusundan, halı silkelenmesinden, çalı süpürgesinden, maltızda yemek pişirilmesinden nefret eder. Filiz’in ev işi yapma biçimini sürekli hor görür, müdâhale eder. Eve ayakkabıyla girip çıkarlar -terlik “doğulu” bir eşyadır ne de olsa- evde kedi beslerler, aydın takımı, yazarlar, şairler evlerine gelip gider, rakı sofralarında oturur. Sadece Bedri okusa da bir kitaplıkları vardır.
Roman, Filiz’in uyumakta zorluk çektiği çok sıkıntılı bir geceyle açılır, belli ki ilk değildir bu uykusuzluk, sinir hapını almamıştır da o akşam. Uyumak için çaba harcar ama bu direnme uyku için en büyük engeldir. Filiz de biliyordur, uyumak için düşünmeyi bırakmak, boşalmak ve sonra o boşluğun içinde ağır ağır kaymak gerekir. “Bir boşluğun içinde ağır ağır kaymalıyım!” der Filiz kendi kendine. Ama nasıl?
Uykusuzluğunun nedeni kocası. Sevmiyor kocasını Filiz. Yirmi sekiz yaşında ve on iki yıldır evli. Kocası da sevmiyor Filiz’i. Üstelik sevmemekte de üstündür kocası, hayatta her şeyde olduğu gibi. Sevmemek konusunda bile altta kalmak incitiyor Filiz’i. Bu bir yenilgi. Bu yenilgiden, seven ama sevilmeyen bir kadın olarak sıyrılabileceğini biri kulağına fısıldamış gibi, kocasının üstüne bir ödev misali düşmektedir. “Şimdi şu yatakta da yenikti” (s. 13). Sanki bunun için daha çok horlar erkekler, horlamak bir şan.
Filiz kendi uyuyamaz ama -orası- derin bir uykudadır, ‘cansız’ gibi. Bedri haklıdır, bir ‘eksiklik’ vardır Filiz’de. Demek kocası sürekli yüzüne vuruyor bu kuruluğunu. Ahlâki açıdan, cinsel ilişkilerini sürekli sorguluyor. Ondan ilişki esnasında açık seçik olaylar anlatmasını istiyor, sarkıntılık, ırza geçme ve benzeri. Jinekolojik muayenesini uzun uzadıya betimletiyor ona. Başka erkeklerle ol, olabilirsen gibi imalarla Filiz’in aklını karıştırıyor. Başka erkeklerle yatmasını ve sanki sonra gelip anlatmasını istiyor. Filiz bütün bu cinsel fantezilerdeki aşağılanmalara hiç istemese de katlanıyor. Katlanacak… Çünkü gidecek yeri yok. Bir seferinde, kocasından yediği bir tokat nedeniyle evi terk edecek olmuştur: “Kimsesizdi, çalışıp para kazanamazdı, boşanamazdı. Bedri’den güçsüzdü, el kaldıramazdı ona” (s. 96). Yardım isteyemez Filiz, kime anlatsa “Kocandır çekeceksin” diyecek çünkü. Oktay Rifat bu pasajla kadınlarının -ortak- çaresizliğini çıplak resmeder, cesur bir yorumla, hayli vurucu devam eder: “Bu tokat, Tanrının indirdiği sille gibi bozulamaz, değişmez, karşı gelinmez bir nitelikteydi.” Erkek zulmündeki tanrısal sıfatı gözler önüne serer. Tanrı da erkektir. Babadır. Devdir. Bedri’dir. Dolunaydır. Tamdır (5).
Oktay Rifat, Filiz’in ev işleri altındaki ezilmişliğine erkek bir yazardan beklenmeyecek bir hacimde, hatta devrinin yazar kadınlarının yazmayı reddettiği oranda bolca yer verir: “Günde kırk kez açıp kapıyordu şu musluğu” (s. 104). Bitip tükenmeyen, kadri bilinmeyen, ederi olmayan büyük bir bunalımdır; temizlik, mutfak, dikiş, alıveriş, çocukların bakımı, yani ‘ev’… Bedri’nin rakı sofralarının hizmetçisidir Filiz. Sohbetlere katılamaz hiç ama küllük boşaltmakta, ince ince maydanoz doğramakta üstüne yoktur: “Tekdüze yaşayan kadınlar, cinsel olduğunu düşünmedikleri bir tat bulurlar erkek konuklarda” (s. 73). Eve gelen erkek konuklardan biri, Bedri’nin arkadaşı Nüvit’i dikkatle inceler Filiz. Yazarın bahsettiği konuk bu olmalıdır. “Tatsız bir dünyada yaşıyoruz,” der Nüvit bir sohbette. Filiz’in tatsız hayatını dünyanın bu haline dâhil edercesine. İşsiz güçsüz, zavallı Nüvit bir kadına olan karşılıksız aşkı nedeniyle belki de Filiz’in gözünde Bedri’ye oranla daha yücedir. Gözlemlemeye cesaret edebildiği bir erkektir Nüvit. Sevdiği kadın Gülseren içinse dedikodular yürümektedir. Söylentilerde, fahişedir, lezbiyendir, herkesle yatar ama Nüvit’le değil. Filiz’in tam tersi bir karakter olarak satır aralarında tanımlanır. Bedri’nin temsil ettiği batılı aydın birey, özgür bir cinsel yaşam süren Gülseren’i ahlâksız bir kadın olarak görmekten geri duramaz. Azgelişmişliği her fırsatta küçümseyen, eleştiren, karısının başka erkeklerle olmasını tahrik edici bir unsur olarak gören, hayâl eden sözde aydın Bedri, gerçekte karısını küllük boşaltan bir mahlûk olarak gören bağnazın tekidir.
“Seni duyuyorum, ama kendimi duyamıyorum.”
Filiz, Bedri’yle aynı gazetede yarım zamanlı çalışan, devrimci, idealist, köylü bir gençle yakaladığı -belki itildiği- ilişkiyle (Bedri eve getirmiş ve tanıştırmıştır) yeni bir ‘kadınlık’ arayışına girer. Var olan bedeninde başka bir kadın arar. Yeni bir kasık? Âşık olmuştur, seviyordur ancak cinsel organı umduğu gibi birden bire uyanmaz. Sevişmelerde başlarda duygusal ve fiziksel olarak tatmin olmaz. Selim, her ne kadar sevdiğini söylese de konuşmaz, dertleşmez. Sevişmelerde aceleci ve ısrarcıdır. Oysa Filiz’in uzun uzadıya sevilmeye, okşanmaya ihtiyacı vardır. (Tekdüze ev kadını Filiz’in Selim’le ilgili kurduğu hayalse, onun çamaşırlarını yıkamak ve ütülemekten ibarettir.)
“Oram sıcak mı?”
“Çok darsın,”
“Uyanamıyorum da ondan”
Çok dar. Hepsi aynı fikirdedir, Bedri, Selim ve Oktay Rifat… Filiz’in dar vajinası, dar penceresi… (Ve üç çocuktan sonra yirmi sekiz yaşında kısır kalmıştır Filiz.)
Selim: “Beni duyuyor musun?”
Filiz: “Seni duyuyorum, ama kendimi duyamıyorum.”
Sevişme hemen bitsin ve sonra, sevişmenin ardından doğan o sevişmeye geçilsin bir an önce ister. O eşşiz şefkate. Bu gizli ilişkiyi her türlü vicdan azabına rağmen ihtirasla sürdürür. Vicdan kimi zaman, Selim’le buluşmak için evde veya sokakta yalnız bıraktığı çocuklarının dizinde bir yara, burunlarında kan olup gösterir veya aç karınlarındaki bir zil olup duyurur kendini. Filiz kıvranmaktadır. Ev işleri aksamaya başlar. Bir türlü terziye gidip kendine o çok istediği eteği diktiremez, öyle ki kendini bile unuttuğu bir girdabın içine girer. Dengesizdir. Bir mutlu, bir hüzünlü.
Oturma odasını kendi eliyle boyayıp, yenilediği, çok keyifli hissettiği o gün ilk kez öpüşmüşlerdir Selim’le, ev’de. El değmemiş bir dünyanın şifrelerinden biri olarak, korunan bir yer olarak, korunmak için sığınılan bir mekân olarak. Ev’de.
“Büyük kentlerde bir kadının erkeğe gelmesi ne kolay!” diye geçirir içinden Selim ilk buluşmalarında. Oktay Rifat’in bu pasajda yer alan sert yorumu dikkat çekicidir: “Bir kadının bir erkeğe gelişini istediği kadar doğal karşıladığını sansın, bunun daha çok bir yosmaya yakışacağına inanan bir yer vardı içinde (Selim’in), pis ve tortulu, bataklığa benzer bir yer” (s. 128).
Mercan terliklerini giyer bir gün, neşelidir. Hülyâlardadır. (Zor bulmuşlardı Kapalıçarşı’da. Dükkân dükkân gezmişlerdi.) Mercan terlikler olmazsa eksikti. Çeyiz. Dolap. Ev. Selim’i düşündüğü sıralarda sandıktan çıkarıp giyiyor olmalı, evin içinde. Mutluluğun nesnesi onlar. Mutluluk umudunun ya da.
Ne ki, Selim için kadın ve aşk geçicidir. Yanında yatan, buzdolabı, çamaşır makinesi, kocası, halısı, kilimi olan bu ‘kentsoylu’ kadını seviyordur ama ötesini düşünmez, düşünmeyecektir.
Okur olarak Filiz’in Selim’de aşkı aradığını düşünürüz çünkü Anna Karenina’yı okumuşuzdur. Aynı zamanda Selim’de bir kurtuluş umduğunu düşünürüz. Emma Bovary’yi okumuşuzdur. Filiz, Selim’le seviştikten sonra Bedri’yle de yatar, yoksa tek isteği bir kadın olarak uyanmak mıdır? Selim’de hakkı olduğunu bildiği (bu bir uyanış değil mi?) bir cinsel hazzı aramaktadır daha çok. Aşk-ı Memnu’yu okumuşuzdur. Oysa bu arayışlarla dolu tehlikeli yolculuk hiç iyi gitmemektedir. Selim’le buluşmaları sonrası “apış arasında” (romanda geçtiği haliyle) beliren zonklamalar, onu özledikçe artan, içinde zikzaklar çizerek akan, o şey… “neresiyse orası”dır. Kasık? Yani yerini bilmediği bir yerdir kadınlık organı. Vardır ama yoktur. Onundur ama değildir. Ev gibi.
Romanın en açık fikirli, görmüş geçirmiş ve halden anlayan kişisi; toplumca dışlanan, sınıfça düşmüş, sokakta dilenmek zorunda kalmış yaşlı Ermeni bir kadın, Madam Seta’dır. (İnsanları tanır. Oğlu ve damadından dayak yiyen, kedi ve köpeklerle yaşayan, kentli toplumun asla kabul etmeyeceği bir yaşamı vardır, pasaklıdır. Ne kadar pasaklıysa o kadar özgürdür aslında. Dilenmek ayıp değildir, en çok azizler, keşişler dilenir.) “Tanrı yoksulları sever” diyen Madam Seta güçlü bir imgedir. Azgelişmiş toplumda önyargıların nasıl hüküm sürdüğünü örnekler. Kitabın başlarında Filiz’le olan diyalogları dikkat çekicidir. Madam Seta aciz canlılar üzerine tespitlerde bulunur. Hep boğaz derdi, hep çiftleşme… Tanrı onlara bir sevgi vermese canlılar kolay kolay birbirlerine yaklaşmak istemezler, sözgelimi böcekler. Korkunçtur böcekler ama yine de çiftleşirler. Ancak sevgi göze aldırır yanaşmayı. Madam Seta’nın bu sözleri belki de ileride Filiz’in sevmeyi göze almasına cesaret verecektir. Daha sonralarıysa, Selim’e tutulduğu sıralarda, bir tek yaşlı kadını arayacak Filiz’in gözleri, bir çift laf etmek için. Bir dayanak.
Bedri’nin yalıda oturan ablası Remziye ise, mal, mülk, para, şöhret düşkünü, sonradan görme orta sınıf, bencil bir kadın portresi çizer. Kocasının aldatmalarına sessiz kalmak zorunda kalan, evliliği bir statü olarak kullanan… Evlilik sürer ama beraberinde sadâkat ve ahlâk yozlaşır. ‘Ev’ evliliğin bir gösterge alanı değildir. Son derece pahalı döşenmiş, ışıl ışıl, renkli bir evde, son derece mutsuzdur bireyler. Ev ve evlilik korunur, aşk ve cinsellik çöker.
Filiz’in utancı her banyo edişinde ortaya çıkar, daha derine temas etmelidir, su. Daha içlere, vajinaya belki. Utandıkça, orası burasıdır. Utancın yerini belirlediği o. Kasığın.
“Başka deniz görmediğinden.”
Çengelköy-Kandilli-Üsküdar hattında, güzelim Boğazköylerinde, çınar ağaçlı, sakız ağaçlı, dar sokaklarda, iskele meydanlarında, balıkçı kahvelerinde geçen romanda Boğaz’ın kimi zaman durgun, kimi zaman lodoslu, kimi zaman poyrazlı değişken suları Filiz’in imgesel yansımasıdır aslında. Filiz hayatında başka deniz görmemiştir. Boğaz bütün roman boyunca, onun uykusuz, sıkıntılı gecelerine, telaşlı gündüzlerine ve tedirginliklerine eşlik eder. “Boğaz akıyordu uzaklardan, yarı tanrı, ölümsüz Boğaz. Hoyrat görünüyordu Filiz’e, başka deniz görmediğinden. Yoksa uysaldı, alabildiğine ılımlı.”
Nüvit’in intiharı kırılmadır romanda. Filiz bir gece yarısı evden dışarı atar kendini. Nüvit’in na’şının musalla taşında kimsesiz yattığı gecedir bu. Okurken sürekli içimizden mırıldanırız: “Evden çık, git ve gör Nüvit’in çıplak bedenini o musalla taşında, Filiz!” Bedri’nin söylediği kadar küçük ve çirkin mi ‘orası’ ölü adamın? Filiz’in çıkıp gitmesini isteriz çünkü müthiş bir patlama anı olacaktır, olsa. Cenaze namazında ön saf tutması yasak olan bir kadın, gecenin bir yarısı, üstelik bir camide, üstelik avlusunda, üstelik musalla taşının yanında, üstelik akrabası olmayan bir adamın cansız bedenine yaklaşıp, bakacaktır, belki de açıp kefeni, üstelik erkeklik organı hakkında söylenen o kötü şeylerin doğruluğunu kendi gözleriyle tayin edecek, üstelik kendine ait bir fikri olacaktır. Yok. Oktay Rifat, Filiz’i caminin içine almadan etrafından geçirir, bize de ancak izler bırakır. Ve Filiz aşktaki duyumsuzluğuyla Nüvit’in pipisi arasında bir ilinti sezinler. İkisi de çirkindir.
Filiz o isyan gecesinde, yataktan çıkıp kendini sokağa attığı, Nüvit’in pipisine bakamadığı gece Boğaz kıyısına varır, ancak. Suya bakar: “Asıl evimiz bu,” der. Pek çok okur bu sahnede onun intihar edeceğini düşünecektir. (Boğaz. Dar bir deniz.)
Selim’le son kez buluşmazdan önce düşünüyor Filiz, Selim evli, karısı çocuğu var köyde. Bu serüven gittiği yere kadar gidecek ve sonunda ne kadar acılı olursa olsun üzüldüğü yerden kopacak. “Bu anlayış ve davranışta, azgelişmiş sabırlı ülkenin yüzyıllardır süregelen tutumuna benzer bir şey vardı. Kaderini kökten değiştirebilecek olanaklar aklına bile gelmiyordu Filiz’in. Bir şey biliyordu o, katlanmak, elinden geldiğince, ele güne karşı renk vermeden katlanmak. Eskisi itilmiş, yeni bir yaşam! Ölüm bin kez daha iyiydi bundan” (s. 182). Romanın kilit paragrafı burasıdır. Katlanmak Filiz’in iliklerine öyle bir işlemiştir ki gerekirse ölümü bile seçemeyecektir. Sadece katlanacak! İşte tam bu anda Anna, Emma ve Bihter’den ayrılıyor Filiz. Gerçek hayata düşüyor bir romanın içinden. Bir delik var bu romanda. Hayata uzanan.
“Kadının da payı vardı sevişmede.”
Belki de Bedri biliyordu Selim’le olan ilişkisini. Selim’in hırsız olarak suçlanması, emniyette sorgulanması, örgüt içi sorunlar ve Selim’in acı sonu… Gazeteci, köşe yazarı Bedri yoksa bir polis miydi? Filiz her şeyi beklerdi ondan. Katil olmasını?
Peki, Filiz uyandı mı? “Kadının da payı vardı sevişmede” (s. 162). Selim’in erkeklik organına uzattı elini, batırdı tırnağını, bile isteye, arzuyla. Bu bir uyanıştı ama Selim: “Yapma!” dedi.
(Romanın kapağındaki desen Oktay Rifat’a ait. Filiz? İnce uzun boyunlu, gözleri makyajla kararmış, rimel belli ki akmış. Dudaklar elmacık kemiklerinin ardından çökmüş, susmuş, iri memeli, geniş göğüslü bir kadındır tablodaki. Omzundaki hafif açıklık, kırmızı rujuna rağmen asil bir duruşu vardır, uzakça. Soğuk.)
“Aldananlar, aldatanlarla bir safta sanıyorlardı kendilerini. Bir yanılgıydı bu, bir aldatmaca. Silkinebilseler görüvereceklerdi gerçeği.” Selim’in zihin sesiyle şöyle devam eder Oktay Rifat romanın sonlarında: “Aldatmaca ne kadar açık!” Uyanık görünen uyurgezerlerle dolu toplum. Ne ki, bilse de bilmese de sancı içindedir toplum. Tıpkı bugün de olduğu gibi. Devlete katlanma sancısı.
Edebiyat tarih boyunca, aldatan, aşkı, cinselliği özgürce başka denizlerde arayan kadınları, toplumun zulmünden intiharla aklamak istedi belki. Gustave Flaubert, Lev Nikolayeviç Tolstoy ve Halid Ziya Uşaklıgil, erkek bakışlarıyla, belki vahşice öldürseler de güzelliklerini hiç bozmadan, temizlediler kahramanlarını. Ali Oktay Rifat’sa, Filiz’i öyle gerçekçi yaratmıştı ki romanda, bu tekdüze, sıradan ev kadınını… Her şey kadar kirliydi o da. Katlanma edimine ulaşmış, yüksek mertebeden, bu ülkenin ev kadınıydı, üç çocuklu. Böceklere verilen sevgi, ona da verilmişti işte. Öyle görünüyor ki bu denli dar vajinadan bakmak, bir boşluğun içinde kaymak zorunda bıraktığı yazarını da ikna etmeyi başardı. (O Boğaz, boylu boyunca derin bir delikti, Filiz için. Bir kasık. Bir manzara?)
Böcek gibi de, delikten girip yuva’da-ev’de, ‘yaşatıldı’ Filiz, bir şair olan yazarınca. Cansız. Selim öldü.
Sonunda ev kazandı. Kendisi korunan, çokça korunmak istenen, ama içindekileri koruma gücünden yoksun, ev.
Evlilik.
(1) Bir Kadının Penceresinden, Oktay Rifat, YKY, 2014 (3.baskı).
(2) “Uzun Denklem: Oktay Rifat’ın Şiirinde Folklor ve Modernizm”, Orhan Koçak, Defter, Sayı 36, 2000.
(3) “Oktay Rifat, romancı…”, Selim İleri, Radikal Kitap Eki, 09/01/2009.
(4) “Elleri var özgürlüğün: Oktay Rifat 100 yaşında” [Sergi kataloğu], Oğuz Demiralp, Yapı Kredi Yayınları, 2014.
(5) Bedri’nin sözlük anlamı: “Dolunayla, ayın on dördü ile ilgili olan”; [TDK].